- 851 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Kendimizi Kandırmasak
Dostlar,
Allah aşkına söyleyin biz kimi kandırıyoruz?
Bu yazıyı okuduktan sonra bana kızacaksınız sanıyorum. Olsun.
Bizler, gerek Edebiyat Defteri sitemizde, gerekse diğer edebi sitelerde yazan, dolayısıyla kendilerine edebiyatçı rozeti takmış insanlarız. Ben, yazdıklarımızın da, yaptıklarımızın da bir edebiyatçıya yakışır şekilde olması gerektiği kanaatindeyim.
Kırmızı kurdele alan yazıların üst kısmında, site yönetiminin bir yazısı var. Tamamen katılıyorum. Özetle diyor ki, bu yazılar puanla seçilir. Bir kurul tarafından seçilmez. Bu, aslında çok düşünülmesi gereken bir uyarı. Kendimize bakmamız açısından çok önemli.
Mesela ben, bu yazıyı astıktan sonra, eşten dosttan puanlamalarını istesem, hatıra binaen, hak etmediği halde günün yazısı olur. Burada ilk hata benim olur. Bana göre kendimi kandırmış olurum. İkinci hata da hak etmediğim halde bana puan veren fedakâr dostlarımın olur. Çünkü beni seviyorlardır. İçlerinden “Bu yazıya da puan verilir mi?” demelerine rağmen, puan vermek zorunda hissederler kendilerini dostluk gereği. Hiç aksatmadan da verirler. Hatta abone olurlar.
Her zaman okuma fırsatım olmamasına rağmen, arada sırada günün yazı ve şiirlerini okuyorum.
İlkokul dördüncü sınıf öğrencilerinin bile yapmayacağı noktalama hataları ve düşük cümlelerle dolu. “ Bunu yazan şahıs kim bilir kaç kişiden puan vermelerini istemiştir?” diye kendime soruyor ve gülüyorum.
Hele bir de altına yazılan yorumlar ve onlardaki hatalar?
Ya ne yazdığımıza bakmıyoruz ya da noktalama işaretlerinin, cümle kurmanın ne olduğundan haberimiz yok.
Yalvar yakar kurdele alınca da kendimizle gurur duyuyoruz herhalde.
Bir defa, noktalama işaretlerinden sonra bir tuş boş bırakılır.
Son zamanlarda sanki daha önce yokmuş gibi bir noktalı virgül kullanma furyası başladı. Usta yazarların, kendini Türk Edebiyatına kabul ettirmiş yazarların bütün eserlerinde belki de yirmi defa kullandığı noktalı virgülü, o kadar ustayız ki bir yazıda geçiveriyoruz sayı olarak. Bir de sonrasında gelen kelime özel isim olmamasına rağmen büyük harfle başlamıyor muyuz? 1860 yılı başlangıç olarak kabul edilen ve Türk Edebiyatına ilk defa o tarihte Tecüman-ı Ahval gazetesiyle giren noktalama işaretlerinin, yüz yılı geçmiş kullanım kurallarını nasıl değiştiriyoruz. Şinasi ve Ziya Paşa görse, herhalde bizi en derin uçurumlardan aşağı atardı. Oysa onlar ve sonra gelen yazarlar, edebiyatçılar noktalı virgülün kıymetini bilememişler. “Ne kadar çok noktalı virgül kullanılırsa, o kadar büyük yazar olunurmuş.” kuralından habersizlermiş.
Bir defa, olay yazılarında noktalı virgülün kullanılma kurallarını çok iyi bilmeyenlerin bu işareti kullanmalarına tamamen karşıyım.
Yazılarımızda bir nokta kullanabiliriz. Üç nokta yan yana kullanabiliriz. Sıra noktalar dediğimiz noktaları da kullanabiliriz. Fakat yan yana iki nokta diye bir noktalamamız yok. Hangi manaya geliyorsa bilemiyorum ısrarla kullanılıyor. Bazen klavyenin azizliği, bir anlık dikkatsizliğimiz olur, kabul. Ama ısrarla kullanılması sanırım, noktalama işaretlerini yetersiz bulup bir tane daha ekleme isteğimizden kaynaklanıyor.
Türk Dil Kurumu diye bir kurumumuz var. İnternetimiz var. Google’den bu siteyi aratıp, noktalama işaretlerinin kullanılış şekillerini bir defa okusak yetecek aslında. Buna eminim. Toplam beş altı dakikamızı alır okunma süresi. Yavaş yavaş kavramaya başlarız ve yazılarımız en azından noktalama yönünden çok daha az hatalı olur.
Oradaki açıklamaları buraya koymayı da düşündüm fakat emeksiz olacaktı. Aratıp bulursak ve oradan okursak emek harcadığımız için ve kurumun kendi sitesinden okuduğumuz için kıymetini bilir, inanırız diye düşündüm.
Bir yazının kıymeti neresindedir acaba? Ne dersiniz?
Bir okuyuşta herkesin anlamasında mıdır kıymet? Yoksa içinde bir sürü anlaşılmaz kelimeler kullanırsak mı yazımız kıymetli olur? “Vay be, ne çok kelime biliyormuş bu yazar.” dedirtiriz belki. Ama okurken hiç birimiz kalkıp, bir sözlüğe manası nedir diye bakmayız sanıyorum. Hele dilimizi dünyanın mana yönünden en zengin dili haline getiren elastiki olma özelliğini kaybettirmeye yönelik sözde öz Türkçe olan, aslında uydurmaca kelimeleri kullanmak bizi nasılda büyük bir yazar yapar. İşin garibi, bu tür yazıları yazan arkadaşlar halktan taraftırlar bundan şüphem yok. Ama halkın konuşup anlamadığı kelimelerle halka hitap etmek gibi bir tezat içerisinde oldukları gibi, dilde ırkçı davrandıklarının da farkında değildirler. Faşist Türkçe konuşanlar. Aslında, başka dillerdeki kelimeleri lıp bir iki ses değiştirmeyle uydurulmuş kelimelerdir çoğu.
Hani bir olay vardı eskiden. Sivaslı bir genç, üniversitede okuyor. Tatil gelince toplayıp eşyalarını, İstanbul’dan memleketi olan Sivas’ın bir ilçesine gidiyor. Giderken çamaşırlarını falan yıkamıyor tabi bir an önce memlekete gitmek düşüncesi ağır bastığı için. Hem orada annesi de vardır. Nasılsa yıkar.
Evine gelir. Hoş beşten bir zaman sonra annesi oğlanın çantasını boşaltır. Çmaşırların kirli olduğunu görünce, “ Ah oğlum! Çamaşırlarını bile yıkayamamış.” deyince, oğlan hemen mazeret belirtir: “ Ana olanak bulamadım.” Annesi olanak kelimesinin manasını bilmez. O halkın kendisidir çünkü. “Oğlum *mo da mı yoktu?” diyerek bir deterjan adı söyler.
Yani, eğer herkes tarafından tanınmak istiyorsak, herkesin anladığı, konuştuğu ve yaşadığı dille yazmalıyız. O zaman bizi ve söylemek istediğimizi anlayan daha çok olur.
Divan Edebiyatı şairlerimiz, genellikle birden fazla dil bilenlere hitap eden şiirler yazarlardı. Hemen hepsi ikiden fazla dil bilirlerdi ve aruz gibi çok zor bir ölçüyle, mükemmel şiirler yazarlardı. Tek kelimeyle üstün zekâlı insanlardı. Ama bir Yunus Emre kadar tanınamadılar. Divan şairleri arasında en çok tanınanların şiirlerine ve metin türü eserlerine bakınız. Halkın konuştuğu dile en yakın yazanlardır bunlar. Fuzuli gibi.
Bizim de maksadımız tanınmak olduğuna göre, her insanın rahatlıkla anlayacağı bir dil kullanmamız gerekiyor.
Mana bakımından dünyanın en zengin dili demiştim yukarıda. Bu özelliği sayesinde, zaman zaman kelimelere farklı manalar koyar ve hep birlikte güleriz. Sonra da “Elastiki dil. Nereye çeksen gider.” benzeri şeyler söyleriz.
Binlerce yıl boyunca kelimelerimize çeşitli manalar yüklenmiş. Öyle ki, bir kelimenin, bazen yüzden fazla kavramı karşıladığı görülür. “Düşmek” gibi. Şimdi bu kelime şuca diyerek değiştirir de, yerine başka bir kelime koyarsak, “Aklıma memleket düştü, gözüm bir kıza düştü, çocuk düştü… gibi cümleleri kurabilir miyiz? İşte öztükçe denilen ama aslında uydurukça olan kelimeleri kullanmak, mana yönünden dilimizin zenginliğini yok etmek demektir. Bu konuda dikkatli olmamız gerekiyor diye düşünüyorum.
Bir de, bu kelimeleri uyduranların ortak bir özelliği olsa gerek. Bakınız, “yaşam, ortam, kuram, anlam, eksik…”
Gelin dostlar, edebiyat dünyasına kendimizi kabul ettirmek istiyorsak bazı şeylere dikkat edelim, öğrenelim ve ne olur kendimizi kandırmayalım.
Başarılar ve sağlık diliyorum bu yazıyı okuyan ve bana kızan tüm dostlarıma.
Hepinizi seviyorum.
Turgut UZDU
YORUMLAR
Turgut bey yazınıza katılıyorum...Ancak edebiyatımızda ki sorunların en sonuncusu diyebileceğimiz bir konu diye düşünüyorum...Okuma oranın en düşük seviyede olan bir toplum olduğumuzda gerçek.Yazmak düşünmek bu toplumda gerçekten çok zor..Hangi fikirde olursa olsun düşünen eline kalem alan herkese büyük saygı duyarım...Düşünen yazsın ...İmla hataları devrik cümleler olablir.Bir takım hatalar olablir..En önemlisi kanımca fikir üretmek yazmaktır diye düşünüyorum.Yazınız için teşekkür ederim....