- 1287 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Mayıs yarası
Mayıs yarası
Kelebeklerin beyaz kanatları göz alıyordu gelincik tarlasında. Mutluluğun nabzını çiziyordu. Ha düştü düşecek derken, sarıyla mavinin harmanladığı boşlukta taklalar atıyordu ve kendi duyduğunca söylüyordu şarkılarını.
Temmuzun ilk sıcaklarıydı ve kısa ömrünün üşüyen yanıydı yarını;
Aşk gibi...
İnişi dik bir yamacın başında gölgesi belirdi önce, sonra ağır aksak adımlarını getirdi, ıslığında yalnızlık türküsü. Sanki ayak izinin kaldığı her parke taşa damlası düşüyordu ya da kırılganlığı yansıyordu güneşin. Göz alıyordu uzayıp giden sokaklarda biçare kimliği.
Uzundu boyu ama saçlar olabildiğince kısaydı. Yeni görüntüsünün altında o kadar çelimsizdi ki; anlatsa derdini her dinleyen aynı şeyi söylerdi belki de:
- hadi canım, sen de! ! !
Kimse aşk uğruna bırakıp gelmezdi koca şehirden, küçük balıkçı kasabasına. Kimse bunca yıllık birikimini bir bilet karşılığı bırakmazdı ama “O”...diyordu, yaşamıma anlam veren. Göğsünün daraldığını hissetti ve her gelecek dakika daha da kesecekti soluğunu, kurtulmalıydı bu şehirden, tüm yaşanmışlıkları hiçe sayarak, gerekirse kimliğini bırakarak, gitmeliydi işte, ötesi var mıydı? Defalarca geceyi öldürdüğünde kirpik hamlesiyle, doğan her günden medet umuyordu özlemleri için. O’nu hatırlatan bir şarkı bile alıp götürürdü kıvılcımları, yerinde daha büyük yangınlar kalırdı da, göğsünde dağlardı anları ve anıları. Hep böyle yapmıyor muydu sanki!
Gidiyordu işte... bir, iki, üç...derken kaç şehir, kaç kasaba geçiyordu hiç saymadı, gerek de yoktu.
Gidiyordu işte... bilinmeze doğru.
Bu ilk vedasıydı kendine. Yol boyu cama vuran şehrin görüntüsünde, parmak uçlarıyla dokundu...uzanamadığı binaların çatılarına, ağaçların yapraklarına...rüzgara bıraktığı saçlarının uzantısına, yüz sürerdi bal gözlü. Otobanın karanlık yerlerinde bilmediği çukurlara düşüyordu dalgın ve nemli bakışları, tam bitti derken dokunuşları, yeni bir şehrin mavi tabelası kesiyordu korkuları.
Mevsimleri düşündü ve onu kucaklayan -yağmurun küçük ellerini-. O yüzden alışıktı yanaklarının ıslaklığına ve saçlarından kayan gri bulutların tenine işleyişine. Sıcağı hiç sevmiyordu, ne zaman ki bir Mayıs güneşinin yanığında kokladı sevda çiçeğini, o gün bugündür bırakmaz oldu sıcağı.
Bal rengi gözleri geliyordu aklına ve gözlerine sığdırdığı boğazdaki ışıl ışıl yıldızlar. Yedi tepenin kaçıncısındaydı bilmiyordu ama iki yakasını birleştirmişlerdi elleri kız kulesinde. Martılar diziliydi ve dalgaları cilveliydi alaca bulaca mavinin ve karanlık sular yuttu bir an her şeyi. En son geceyi hatırladı:
Kumlarda dizlerinin üstüne çöktüğü ve üstüne yıldızların yağdığı. Son soluğundaydı sanki, arkasından seslenirken;
-Gitme! ne olur gitme, kal...
Gitme! gidersen...gidersen bitişim olursun, dur...
Gitti, ardına bile bakmadan, diye düşündü. Oysa diğer yarısıydı “O”. Şimdi kim bilir nerede? ne halde!
Sabaha kadar düşündü yaşadıklarını ve yaşarken tekrarını uykuya daldı. Şimdi gecenin koynunda. Ne yorgunluğu kaldı, ne acıları, ne pişmanlıkları ve kim bilir sabah nelere gebe idi?
Biliyordu aslında, tüm kum tanelerini doyuracak kadar yalvarmıştı hüzün bulutlarına. Yangının başladığı kumsalda, kutsal bir doğum olmalıydı onun için... yoksa neye yarardı, alev yalamış gelincikte sevda yanığı, neye yarardı güneşin suya düşen yüzünde cam kırıkları!
Yalnızlığın peçesini taktı dolunaya, başı düştüğünde yastığa en az hayalleri kadar yorgundu uykuları.
Yatağında bile üşüyen bir yanı vardı, belki duvar kenarı, belki çarşafın bozulmamış ütüsü...üşüyordu işte ha elleri, ha göğsü...ne fark ederdi ki? “O” yoktu ve üşüyordu diğer yarısı. Bir ay şahitti buna, bir de zamanın bastonla ilerleyen tek adımları. Gümüş kurşunlara siper etmişti kara sular kendini, üşüyordu balıkçı motorlarında bekleyen ağ, kaya üstü yengeçler, ay yemiş kum taneleri. Fısıltıdaydı çakıl taşları, gece uyanmasın diye ve yorgun düşlerinden uyanmasın yosunlar diye.
Zirvede bulutlar kesiyordu düşlerini ki;
bulutlardı ayak bileklerinde bölünüp geçen. Derinliklerde kaybolan çeşit çeşit ağaçlar vardı... gün dibine düştü kirpikleri.
Sustu deniz..sustu gece... kelebekse yarınsız kırdı kanatlarını.
Arzu Altınçiçek
YORUMLAR
Yalnızlığın peçesini taktı dolunaya, başı düştüğünde yastığa en az hayalleri kadar yorgundu uykuları.
Yatağında bile üşüyen bir yanı vardı, belki duvar kenarı, belki çarşafın bozulmamış ütüsü...üşüyordu işte ha elleri, ha göğsü...ne fark ederdi ki? “O” yoktu ve üşüyordu diğer yarısı. Bir ay şahitti buna, bir de zamanın bastonla ilerleyen tek adımları. Gümüş kurşunlara siper etmişti kara sular kendini, üşüyordu balıkçı motorlarında bekleyen ağ, kaya üstü yengeçler, ay yemiş kum taneleri. Fısıltıdaydı çakıl taşları, gece uyanmasın diye ve yorgun düşlerinden uyanmasın yosunlar diye.
Zirvede bulutlar kesiyordu düşlerini ki;
bulutlardı ayak bileklerinde bölünüp geçen. Derinliklerde kaybolan çeşit çeşit ağaçlar vardı... gün dibine düştü kirpikleri.
Sustu deniz..sustu gece... kelebekse yarınsız kırdı kanatlarını.
yüreğinize sağlık çok hoş bir yazı olmuş
saygılarımla...