- 3825 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÇIRAK ÇOCUKLAR
Bir ÇIRpıda yanıp sönen çocuklar. Yüzleri ÇIRAlık çubuklar gibi kararan çocuklar. Çalı ÇIRpı gibi zayıf, incecik bedenleri, hastalıklara ve ölümlere açık çocuklar. Yürekleriyle yaşamak, hayata tutunmak için ÇIRpınan çocuklar. Tehlikelere, sömürülmeye karşı bedenleri ÇIRılçıplak ve savunmasız kalan çocuklar.
Adı üstünde çırak çocuklar. Yani ÇIRA gibi yanmış çocuklar.
Türkiye’nin genç bir nüfusu varmış. Öğünüyor bununla toplum bilimci profesörlerimiz. İnsanlar yokluktan, yoksulluktan, düzenli ve yeterli beslenememekten dolayı çabuk ölürse, yani erken yaşlanmadan dolayı ölürse tabi nüfus genç olur. Bu Hitlerin yaşlı Yahudileri çalışma kamplarında işe yaramaz deyip sabun fabrikasında sabun yapmasanın başka bir çeşidi olsa gerek. Efendiler “Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun” sözü bu nedenle bu ülkeden çıkmıştır.
Bir çırağı getirin gözünüzün önüne. Tamirci çırağı olsun. O saf, tertemiz ciğerlerine, temiz hava yerine araba boyaları solutun. Ondan sonra kırk yaşına geldiğinde yetmiş yaşında gibi göstersin. Elli yaşına varmadan da tüberkülozdan ölsün.
Çırak çocuklar. Yaşıtları süt içerken, onlar çay içerler üçüncü sınıf deterjanla ve soğuk suyla yıkanmış, sıcak suyla çalkalanmamış, dibi simsiyah bardaklarda. Üçüncü sınıf, filtresiz sigara içerler en nikotini bolundan.
Yaşıtları spor yaparken, onlar otomobil tamirhanelerinde çekiç sallarlar. Yaşıtları meyve yerken, onlar helva yer bulabilirlerse. Yaşıtları kalem tutarken, onlar salhanelerde deri tuzlar, inşaatlarda kum karar, briket taşır sırtlarında, tarlalarda tırpan sallar güneş tepede iken tam on altı saat gündüz süren yaz aylarında, inek yoksa karasabana koşulurlar hala yurdun bazı bölgelerinde.
Onların ayakkabılarını altı deliktir. Elbiselerini hepsinde asit delikleri vardır. Kir vardır, pas vardır, koku vardır. Okul önlüğü yerine iş tulumu giyerler. Yaşıtları bir müzik aleti çalmak için eğitim alırken, onlar arabesk müzik dinlerle, minibüs çırağı olarak dolmuşlarda bangır bangır bağıran hoparlörlerden arabesk müzik dinlerler.
Yaşıtları babalarıyla maça giderken, onlar karaborsa bilet satarlar. Onların yüzü simsiyahtır kaderleri gibi. Yaşıtları kokulu sabunlarla yüzlerini yıkarken onlar gazla, mazotla silerler ellerinin yüzlerinin kirini pasını. Onların avurtları çökmüş, belleri, bükülmüş, gözlerini feri sönmüştür. Ama yaşıtlarının kırmızı yanaklı yüzlerinden sıhhat fışkırır.
Bir ülkede çıraklık kanunu varsa bu o ülkenin övünç kaynağı değil ayıbıdır. Yani o ülkede çıraklığın devlet katında yasal kabul gördüğünü kabulüdür. Yani o ülkede çırak çocuklar vardır. Sorarım size; bir çocuk muhtelif keyfi veya zaruri nedenlerle ilkokulu okuyamadıysa bir ustanın yanına çırak verme geleneği bugün hangi gelişmiş batı toplumunda vardır? İnanın yoktur. Varsa bile artık çırak çocuklar olmadığı için o kanunun hükmü kalmamıştır.
Bu ülkede meslek liseleri vardır da meslek ortaokulları hatta ilkokulları neden yoktur? Ağaç yaş iken eğilir. İlla ki meslek sahibi yapacaksan; hele sen bu şartlarda elini ekmeğe erdirecek bir mesleğin eğitimini devlet olarak ilkokuldan itibaren ver, vermeyenlerin inadını kıracak cazip uygulamalar başlat, kültür eğitimini sonra ver. Zira kültür ileriki yaşlarda idame edilebilir ama meslek içi eğitimi çocukluktan başlamalıdır. Bugün bu konuda da Çalışma Bakanlığının bir etkin arge planı olmadığı için, maalesef devletin olmadığı yerde sistem kendi mafyasını ürettiğinden, özellikle yan sanayide çocuk çıraklar hala gündemdedir.
Anladık herkes doktor, mühendis ve avukat olmayacak. Peki üniversitelerin önünde neden milyonlarca genç biriktirilir, düz lise mezunu olarak. Dershanelerin rantına neden niçin hiç kimse dokunamaz. Birileri neden çocukları alır, kuran kurslarının yatakhanelerinde, ilerde davaya hizmet karşılığında yetiştirir okuturda, devletin gıkı bile çıkmaz.
Çırak çocuklar bu ülkenin en acı gerçeğidir. Çıraklık kanunu bile lafta kalır. Usta-çırak ilişkisinin şartları çok acımasız yürür bu ülkede. Dokuz on yaşında çocuklar, o soğuk kış günlerinde sabah altında sanayide olurlar. Dükkanı açarlar. Kepenkleri o küçücük bedenleriyle kaldırmaya çalışırlar. Koca dükkan buz gibidir. Yel kapıdan girer bacadan çıkar. Bizdeki sanayi sitelerinin çalışma koşulları uygun değildir. Üç duvar içinde köşede bir kulübe, oda patronun ısınması için, gerisi açık hava müzesi. Kepenk olan giriş tarafında duvar yoktur. Kar, tipi, yel önden girer arkadan çıkar. Sonra köşede sanayi sobası denilen bir soba vardır, onu yakarlar içine odun kömür atarak Allah ne verdiyse. Oda kendini ısıtmaktan acizdir. Atölye sisteminin bu acınacak hali sanayileşememenin, yan sanayinin kendini yenileyememesinin sonucudur.
Sonra çıraklar takımları indirirler. Elektrikleri aletleri çalışır hale getiriler, günlük bakımın yaparlar, hareketleri parçaların yağlamasını yaparlar. Çayı ısıtırlar. Sonra toz toprak içindeki dükkânı tepeden buz gibi suyla yıkarlar. Dükkânın önünü süpürürler.
Oysa yaşıtları sabah en erken yedi-yedi buçukta kalkarlar. Kahvaltıları hazırdır. Servis kapıda beklemektedir. Çıraklar yani o küçücük çocuklar ise evden getirdikleri yarım ekmeğin içine birazcık peynir koyabilmişlerse ve birkaç zeytin tanesi varsa kendilerini çok şanslı hissederler.
Yaşıtları yarım gün eğitim görür. Tek tedrisat varsa eğitim zaten dokuzda başlayıp üçte biter. Gerisi spor saati ya da etüttür. Eğitim beş gündür. Oysa çıraklar altın gün günde on dört saat çalışırlar. Üstelik cumartesi günü akşam yediden sonra gece on ikilere birlere kadar haftalık temizlik yaparlar. Gece yarıları uykusuz gözlerle evlerini yolunu tutarlar. Aldıkları haftalık 50-75 TL civarındadır. Oysa yaşıtlarının bir haftalı cep harçlığıdır bu para. Çırağın parasının tamamına baba el koyar. Bir onluğu kendine kalırsa şanslıdır. Anneye babaya minnettar kalırlar.
Bugün Türkiye’de aynı yaştaki iki grup çocuk arasında "nimetleri paylaşmak" ve "çağdaş yaşam standartları" açısından uçurum denebilecek çok önemli farklar vardır. Bu farkı yaratan, erken yaşta çalışma yaşamına başlamış olmaktır. Birisi öğrenimini sürdürür ve kendisine farklı arkadaşlık ilişkileri, boş zaman etkinlikleri ve dünya yaratırken; diğeri uzun çalışma süreleri ve elverişsiz çalışma koşullarında sınırlı sayıda yaşıtları ile temas etmekte, boş zaman etkinliklerine zaman ve güç ayıramamakta ve dolayısıyla da kendisini farklı bir dünyanın içinde bulmaktadır.
Yaptığımız araştırmalar, çalışan çocukların en yakın arkadaşlarının yine çalışan çocuklar; öğrencilerin en yakın arkadaşları da öğrenciler olduğunu ortaya koymuştur. Böylece iki küme arasında derinleşen uçurumlar oluşmaktadır.
İki çocuk grubu farklı karakteristikler göstermektedirler. Bu giderek onların dünyalarını farklılaştırmakta ve aralarını açmaktadır. Farklı gündemler, farklı gelecek beklentileri ve iletişimsizlik... Bu yalnızca çocukların kendi aralarında değil, ama ileride birer yurttaş olarak da ülke insanları arasında sorunlara yol açmaktadır.
Çalışan çocuklar çok sınırlı olan boş zamanlarında, ya çarşıda, pazarda, yolda gezmekte; ya da televizyon seyretmektedirler. Çalışan çocuklardan spor yapanların sayısı çok azdır. Yapanlar ya da yapmak isteyenler ise, futbol ve karate gibi çok sınırlı bir dünyadan haberdardırlar.
Öğrenimini kesip çalışmaya başlamış olan çocuklar da, bir çok yaşıtı gibi, daha çok öğrenmeye, daha çok oynamaya ve kendini geliştirmeye hakkı vardır. Takımlar kurarak, takım-oyunları oynayarak, ortaklaşa yaşamının ve dayanışmanın tadına varmalıdır. Haklarını öğrenmeli ve bunları yaşama geçirmek için yaşıtlarıyla biraraya gelme alışkanlığını kazanmalıdır.
Çocukların çalışma yaşamında karşılaştıkları sosyal risk faktörleri arasında en önemlilerinden biri, "yaşını yaşamayıp" erişkin olmaya çabalamaktır. Kendisinde büyüklerle birarada yaşamak zorunda olmak, gençlerin "erişkin rolü"ne girmeye çalışmasına, çocuk kimliğini bırakmalarına yol açmaktadır. Bu onu yalnızlığa, gerginliğe ve madde bağımlılığına (sigara, hatta içki vb) itmektedir.
Ergenlik döneminin önemli özelliklerinden birisi de duygusal gerginliği beraberinde getirmesidir. Çevresel ve toplumsal faktörler, güvensizlik doğurmakta ve tepkisel davranışlara yol açabilmektedir. Çalışma zorunluluğu ek bir sosyal baskı oluşturmaktadır. Ancak özgüven gelişimi yetersiz olanaklar nedeniyle engellenmiş çocuklarda bu tepkiler daha güçlü olabilmektedir. Korku, endişe, öfke, duygusal kırıklıklar, ruhsal zorlanmalar bu tepkilerin bazılarıdır.
Toplumsal uyum, kişilik gelişimi ve özdeşleşme için örgün ve yaygın eğitim öğretim kurumlarının katkıları gerekmektedir. Ancak eğitimde fırsat eşitliğinden yoksun gruplar için ayrı projeler geliştirilerek model uygulamalar yapılması zorunluluğu bulunmaktadır. Eğitim - öğretim kurumlarında sunulan programlar okul-dışı zamanlarını serbest olarak geçiren, oyun oynama ve diğer dinlence olanakları olabilen çocuklar için düşünülmüştür. Aile ortamında beslenme ve dinlenme olanağı olan gençlerin dışındakilerin (çalışan gençler gibi) çağdaş eğitim alanlarından yararlanması oldukça zordur.
Çalışan çocukların, boş zamanlarının değerlendirilmesi, hiç olmazsa yıllık ücretli izinlerinde "çocukluklarını yaşabilmeleri" ve uzak kaldıkları "yaşıtlarının yakaladıkları standartlarla tanışmaları" gerekir.
Sportif etkinlikler bu programda bedensel enerjinin doğru kullanımının öğretilmesi için bir araç olmalıdır. Ayrıca, büyük bir olasılıkla, diğer zararlı alışkanlıklardan korunmak için spor alışkanlığını geliştirmek bir araç olarak benimsenmelidir.
Spor yoluyla kazanılabilecek özellikler arasında erdemli oyun (fair-play) önemli bir yer tutmaktadır. Erdemli oyun ilkesi, 1990’lı yıllarda Uluslararası Olimpiyat Komitesinin gündemine yerleşmiş ve gerek küçük ölçekte spor alanında rakibe karşı davranış ve gerekse büyük ölçekte uluslararası barışa hizmet edeceği düşünülen bir olgudur. Oyunda eşitli sağlanması toplumsal uzlaşmada üstlenilecek rollerde birer ipucu oluşturmaktadır.
Öte yandan sportif etkinlikler önderlik özelliği olan bireylerin belirlenmesinde de bir yöntemdir. Burada kastedilen önderlik, otoriter, hiyerarşik bir yapıdan çok, paylaşımcı, katılımcı modellerde görev bölümünde rol alan örnektir.
Çalışan çocuklar ve gençler, gerek yetersiz eğitim olanakları ve gerekse yetersiz boş zaman olanakları nedeniyle, sayılan çağdaş ilkelerle tanışamamaktadırlar. Bu onların hem bugünleri hem de yarınları üzerinde olumsuz izler bırakmaktadır.
Çalışan çocuklardan çırak statüsünde olanların yılda bir ay, olmayanların en az 12 gün yıllık izni vardır. Ancak yapılan araştırmalar, çoğunlukla bu izinlerin hiç kullanılmadığını; ya da ücretsiz kullandırıldığını; ücretli izin alan küçük bir azınlıkta ise bir haftayı aşmadığını ortaya koymaktadır. "Çocukların boş zamanlarını değerlendirilme alışkanlığı kazanabilmesinin", "çocukluklarını yaşabilmeleri" ve uzak kaldıkları "yaşıtlarının yakaladıkları standartlarla tanışmaları" bakımından önemli fırsatlardan biri hiç olmazsa yıllık ücretli izinlerinin geliştirilmesi ve bu doğrultuda değerlendirilmesidir.
Üstelik hemen kaçıp gitmesin diye de her şey öylede birden öğretilmez çırağa. Bir sene, iki sene, üç sene, mesleğine göre değişen sürelerde sadece takımları verir, kalfasına ya da yer süpürür. Kalfa makinenin başından kalktıktan sonra yapılan işin döküntüsünü, pisliğini toplamak, takımları yerine koymak çırağın işidir. Bu arada hemen koşup çayı çoktan getirmiş olmalıdır çırak kalfasına ya da ustasına. Yoksa okkalı bir tokat yemekten kurtulamaz. Zira babası eti senin kemiği benim diye teslim etmiştir ustasına, 30 yıl önce aynı sözü söyleyerek. Adı üstünde usta-çırak usulü sanat, esnaflık ve diğer meslekler…
Ustalar çocukken dayak yemiştir; bazen kayışla, bazen İngiliz anahtarıyla, bazen da Osmanlı Tokadı ile. Bu nedenle oda atar tokadı, vurur kayışı, çarpar anahtarı, çırak çocuğunu o çıra gibi incecik bedenine. Ayılar kızgın sacın üstünde tabaları yanarken her sıçrayışında tef çalınır. Daha sonra o tefin her çalışında ayı sanki ayağı yanıyormuş gibi sıçrar. İzleyenlerde o ayının tef çalındığında oynadığını sanır. Ayı böyle terbiye edilir şartlı refleks yapmaya. Dayak yiyen çırak çocuklarda aynı şartlı refleksi gösterirler.
Bugün ülkemizde 6-17 yaş grubunda yer alan 16 milyon çocuktan yaklaşık 7 milyonu çalışıyor. Tarım, sanayi ve hizmet sektöründe çalışanların sayısı yaklaşık 2 milyon. Yaklaşık 5 milyon çocuk ise ev işlerinde çalışıyor. Bu çocukların yaklaşık 700 bini sendikaların örgütlendiği alanlarda ve çok kötü şartlar altında çalışıyor.
Çıraklarda çalışmadan dolayı kemiklerde gözlenen aşırı büyüme ve kas dokusu artışı, ne yazık ki uzunlamasına gelişimin kısıtlanması pahasına gerçekleşiyor gibi görünmektedir. Çırakların boy ve ektomorfi bileşeni yönünden düşük değerler göstermesi, ileri sürülen bu görüşe bir destek olarak yorumlanabilir. Ektomorfi bileşeninin düşük değerler göstermesi, boyun normal gelişimini sağlayamadığı anlamına gelmektedir. Vücudun diğer bileşeni olan endomorfide çalışan çocuklar aleyhine gözlenen gerilik, çalışan çocukların yeterli ölçüde yağ birikimine sahip olmadığını ortaya koymaktadır.
İşte onlarla ilgili bir kent haberi ne kadar haklı olduğumuz ortaya koyuyor.
“Sanayi çarşısı her zamanki sakin günlerinden birini yaşıyordu. Ne eskisi gibi çekiç sesleri motor gürültülerine karışıyordu, ne de matkabın, hizar makinasının uğultusu kulakları tırmalıyordu. Yaşı 12 olmuş, ilkokul 6’ya geçmişti. O yaz giydi tulumları Murat Tımartaş. Tamirci çırağı olmuştu artık. Her yaz tatilinde çalışıyordu.
Şimdi 14’ünde. Ustasından yediği ilk tokadı anımsamıyor bile. Ama hayalleri vardı önce. İnternette ‘chat’ yaparak kızlarla tanışmak istiyordu. Oto yarışı oyunlarına katılmayı seviyordu. “2002 yılından beri çalışıyorum. Okul varken yazları geliyordum. Ortaokul da bitince hepten çalışıyorum işte” dedi utana sıkıla.
Tamirci çıraklarının haftalıkları 35-50 YTL, kalfaların ise 125 YTL dolaylarında. Marka otomobillerin servislerinde çalışmak istiyor hemen hepsi. Kalfa Hüseyin Nizam 20 yaşında. O ilk dayağını hatırlıyor; “Bijonları tam sıkmamışım, gevşek bırakmışım. İlk dayağım o oldu. 2003 yılında. Sonra yok artık tabi. Bu dayak öyle keyfe keder değil. Eğitmek öğretmek için. Canı sıkılınca dövmek değil” diye de açıklık getirdi. Komşu tamircideki Hüseyin Küçükleke (18) ‘Kalfalık Belgesi’ ni yeni almış. İki Hüseyin de arkadaşlar, serçe otomobilleri var.
Cumartesi akşamları çarşı içinde sanayideki çalışanlarla bir araya gelip şov-yarış yapıyorlarmış. Küçükleke anlattı: “Öyle hız yarışı filan değil, patinaj çektiriyoruz, savurma şovu yapıyoruz. Kalkış yarışı filan. Birasına, depo fullemesine yarışılıyor. Oraya gelenler bir birini tanırlar. Sanayi çarşısı çalışanları çıkardı bu işi zaten.” Hüseyin Nizam’ın hayalindeki otomobil markası Toyota, Hüseyin Küçükleke’nin ise Citroen, Peugeot. “İnternette araba yarışı oyunuyoruz” dedi Küçükleke. Nizam ekledi; “Ağabey ben chat yapmayı da seviyom. Akşamleyin internete takılıyoruz. Herşeyi buluyoruz orda. Oyunlar filan iyi oluyor, canımız sıkılmıyor. Chat yaparken zamanın nasıl geçtiğini bile unutuyoruz.
İşyeri sahibi ustası Selahattin Çakmak (43) ilköğretim okulunu bitiren çocuğun çırak olamayacağını vurguladı, “Ağaç yaş iken eğilir” atasözünü anımsattı. Çakmak, işyerinin bir köşesindeki oto yağı ile eskimiş masanın önündeki koltuklara ‘buyur’ etti. “17 yaşına geldi mi bir çocuk, işi öğretemezsin iş de yaptıramazsın. Hazır asker olur artık onlar. 5 yıldır çırak mırak yok, gelmiyor” diye konuştu. “Benimde çocuklarım var” dedi Çakmak usta, devam etti: “Okusun isterim tabi. Herkes istiyor. Ama esnaf sanatkar da lazım bu memlekete. İlkokul dönemlerinde yönlendirmeler olmalı Avrupa’daki gibi. Sanat okulları gelişmeli.”
Eski sanayinden Cemal ve Uğur Sert kardeşler uygulanan ekonomik politikaların küçük sanayiciyi bitirdiğinden yakındı. Çırakların, kalfaların hatta ustaların bile gelecek kaygısı yaşadıklarını vurguladı. Siyasetçilerin sadece seçim zamanları esnafı hatırlamalarını anımsattı Cemal Sert ve şöyle dedi: “Sanayi esnafı zordaysa ülkede herkes perişan demektir. Şimdi hiç bir siyasetçi gelemiyor çarşıya. Kimse sormuyor işlerin nasıl diye. Vergiye gelince kazan, kazanma istiyor. Böyle bir sanayi esnafını, Avrupa Birliği’ne nasıl anlatacaklar acaba.
Akdeniz Sanayi’nde küçük bir çay ocağında karşılaştığımız ahşap işleri ustası Hüsnü Çelikok (45), “Çarşı esnafı oturup zaman öldürüyor. Günde on defa iktidarı indirip yeni hükümetler kurar olduk. İş yok çünkü. Kalfalara, çıraklara bıraktık atölyeleri de” diye yakındı. Çelikok, “İnşaat sektörü ve otomotiv sektörü durursa sanayi de durur. Biz mobilyacıyız, inşaat sektörüne bağlıyız. Geçen yıl iyiydi hakikaten işler. Yetiştiremedik, gece gündüz çalıştık. Ama şimdi durdu” dedi.
Aynı zamanda kalfası olan oğlu Zafer Çelikok, “İş yokluğundan, grantuvalet, giyinmişiz bekliyoruz baksanıza” diye durumu anlatmaya çalıştı. Çıraklarının olup olmadığını sordum Hüsnü ustaya, “Yok” dedi. Zaten yeni çırak gelmez olmuş, 8 yıllık eğitim zorunlu olunca. “Bir çocuk çıraklığa 11-12 yaşlarında başlamalı” diye devam etti Hüsnü usta ve bir de anısını anlattı:
“Büyüdükçe çıraklık dönemi geçmiş oluyor. İş yaptıramıyorsun, söz dinlemiyor. İş öğrenmek yerine alacağı haftalığı merak ediyor.” Soğuk demirci ustası Ömer Bacıoğlu (56) araya girdi: “Çırak yok artık. Kendim yapıyorum her şeyi, hem ustayım hem çırak. Gelenler oluyor bazen ama amacı iş öğrenmek, sanatkar olmak değil.”
Çırakları ne iyi çıraklar anlatır diyor ve sözü onlara bırakıyorum.
“Yaz geldi, ilköğretim okulları tatil oldu. Yaşasın tatil!.. Birçok aile, çocukları için tatil planını yaptılar, yeni bilgisayar oyunları alındı bile. Çeşitli yaz kursları, spor okulları, sahil kentlerinde tatil, deniz, internet cafelerde oyun, üç aylık tatil süresince çocukların başlıca uğraşları olacak. Ne mutlu günümüz çocuklarına!..
Bizim çocukluğumuzda bu gibi tatil olanakları, kurslar hiç yoktu. Bundan 50 yıl öncesi, okullar tatil olunca, şehirdeysen haydi sokağa, köydeysen haydi bağa bahçeye, bir sürü iş seni bekliyor. Mişmişler toplanacak, islim damı yakılacak, bahçe sulanacak, harmana kalkılacak, daha neler neler…
Şehirdeysen haydi sokağa dememe bakmayın siz. Çoğu aileler çocuklarının yaz tatilinde başıboş kalmasını, sokaklarda oynamasını istemezler, boş gezenler “Çakal” olur diye boş bırakmazlardı. En iyisi “Çıraklık” tı. O zamanlar yaz tatili denince çıraklık akla gelirdi. Tanıdık birinin dükkânına çocuğunu çırak vermek. Bu şekilde çocukların boş gezmesi, yaramazlık yapması, mahalle çocuklarıyla kavga etmesi önlenmiş ve kontrol altına alınmış olurdu.
Kunduracı, terzi, gömlekçi ve berber dükkânları en çok itibar edilenlerdi. Kalaycı çıraklığına pek itibar edilmezdi. Zaten aileler çocuklarını okumaya yönlendirmek için “ Bak, okumazsan kalaycı çırağı olursun!” derlerdi.
Çocukların eli, yüzü, elbisesi “yağ-pas” içerisinde kalacak, bir de onların temizliğiyle mi uğraşılacak diye, tamirci çıraklığı da aileler tarafından pek istenmezdi. Ancak ilkokuldan sonra okumayan çocuklar bir meslek edinsin diye, karın tokluğuna gönderilirdi tamirciliğe.
En temizi ve iyisi, gömlekçi çıraklığıydı. Rahmetli babam, o yaz tatilinde beni halamın oğlu Bayram Ustanın gömlekçi dükkânına çırak vermişti. Kız Enstitüsü’nün (Kız Meslek Lisesi) hemen karşısındaki “Özer Kardeşler” gömlekçisi, Malatya’nın en tanınmış gömlekçilerindendi. Benden başka iki çocuk daha vardı, o yaz aynı dükkânda çıraklık yapan. Büyükçe bir dükkândı burası. Ön tarafta kocaman bir “Biçki masası” vardı.
Duvarda da boy boy ölçü cetvelleri asılıydı. Yine duvardaki büyük raflarda top top gömleklik kumaşlar sıralanmıştı. Bayram Usta bu büyük masada, aldığı ölçülere göre müşterilerin kumaşlarını keser, arkadaki dikiş atölyesine verirdi. Atölye bölümü ile ön tarafı ayıran bir kapı vardı. Daha doğrusu buna kapı da denilmezdi. Geçişi sağlayan perde gerili bir boşluk vardı. Atölyede üç kalfa çalışıyordu. Kalfalardan biri Bayram Ustanın kardeşi Fahri Ustaydı. Dikiş makineleri harıl harıl çalışır, dikilen gömlekler kömür ütüsüyle ütülenip yakası kolalanarak vitrine sıralanırdı.
Haftalık alırdık yaz boyunca. Çırağın haftalığı ne olacak? Bir sinema parasıydı. Çok sevinirdik haftalığımız olan 25 kuruş avucumuza konulduğunda. Pazar günü hemen sinemaya koşardık. O zamanlar televizyon hiç bilinmiyordu. Radyo da yaygın değildi.Ancak hali vakti iyi olan ailelerde, kocaman pilleri olan radyolar vardı. Halkın tek eğlencesi, siyah-beyaz filmlerin gösterildiği sinemalardı. İki yazlık ve beş kışlık sinema vardı Malatya’da. Hepsi de dolup dolup taşardı. Çarşamba günleri gündüz bayanlar matinesi de olurdu. Renkli Sinema, Şark Sineması, Yeni Melek Sineması, Şehir Sineması, İstanbul Sineması, o zamanın başlıca sinemalarıydı.
Sinemalara yeni bir film geldiğinde halka duyurmak için, kocaman film afişini ahşap bir panoya yapıştırıp, bir faytonun Arkasına yerleştirirlerdi. Elde de büyükçe bir huni şeklinde teneke, megofon gibi kullanılarak, cadde sokak dolaşarak bağırırlardı, nefese kuvvet: “Yılın en güzel Türk filmi sinemamızdaa. Yeni Melek Sineması iftiharla sunaar. Maceraa, heyecaan, aşk, hepsi bu filmdee. Geliin, görmedim demeyiiin. Bu güzel filmi kaçırmayıın…”
Yoldakilerin gözleri faytonun arkasındaki afişte olurdu. Acaba artistleri kimler, baş rolde kimler oynuyor, merakla bakarlardı. Sesi duyan bazı esnaflar dükkânın kapısına çıkar onlar da sinema afişine merakla bakarlardı. Bazen de, fayton yerine hamalların sırtına asılırdı bu film afişleri. Elde teneke megafon, cadde sokak dolaşıp dururlardı.
Çırak olarak görevimiz; sık sık dükkânı süpürmek, yerdeki kırpıntıları (Kumaş parçacıklarını) toplayıp çuvala doldurmak, arada bir dükkânın önünü sulayarak serinlik sağlamak, su bitince de “Akpınar Çeşmesi’nden” soğuk su getirmekti. Diğer boş zamanlarda, tahtadan yapılmış kocaman ütü masasının altında otururduk. Masa ayaklarının etrafı bez perde ile çevrili olduğundan bizi atölye bölümünde pek gören olmazdı. Ayrıca ayakaltında dolaşıp kalabalık etmemiz de bu şekilde önlenmiş olurdu.
Otur otur sıkılırdık üç çocuk bu kapalı yerde. Ütü yapan kalfanın ayaklarına bakıp dururduk. Uykumuz gelirdi. Başımızın altına kırpıntı torbalarını koyduk mu yastık niyetine, hatta yastıktan da yumuşak, haydi uykuyu. Dikiş makinelerinin sesi ninni gibi gelirdi bize. Bazen kalfalar takılıverirdi bize şakadan; “Yata yata kavun-karpuz gibi oldunuz” derler, sık sık suya gönderirlerdi.
“Pınara gidin elinizi yüzünüzü yıkayın, soğuk su da doldurup getirin” derlerdi. Bizim için pınara su doldurmaya gitmek en güzel işti. Hapisten kurtulmuş gibi olurduk. Kaptık mı üç çırak, su testisini, içindeki suyu dükkânın önüne serperek, koşarcasına giderdik suya. Bayram Usta arkamızdan bağırırdı:
“Koşmayın, yavaş gidin, testiyi kırmayın sakın…”
O zamanlar su şebekesi yoktu dükkânlarda. İhtiyaçlar, Yeni Camii ile Söğütlü Camii’nin şadırvanlarından veya kaynak çeşmelerinden, testilerle taşınarak sağlanırdı. Malatya’nın içme suyu kaynak suyu olduğundan çok soğuk olurdu. Testi de suyu soğuk tutardı ama yinede uzun süre bekletmeye gelmez, ısınıverirdi. Bu nedenle ısınan su ile dükkân önleri sulanarak, testinin suyu sık sık tazelenirdi.
Biz üç çırak, bir testiyi sıra ile taşıyarak, Kalfalara, Bayram Usta’ya soğuk su getirmek için dükkana camiilerden daha yakın olan “Akpınar Çeşmesi’ne” giderdik.Gömlekçi dükkanının karşısındaki Kız Enstitüsü’nün hemen yanındaki Antepli Sokağından geçerek giderdik çeşmeye. Bizim evimiz de bu sokağın içindeydi. ( Şimdi, Kiğılı Camii’nin bulunduğu yer) Sokağı geçince bir alt caddeye çıkardık. Akpınar Çeşmesi bu cadde üzerindeydi. Buz gibi sular akardı çeşmenin kalın demir borusundan gürül gürül.
Yoldan geçenler mutlaka su içip yüzlerini yıkayarak serinlerlerdi. Elde testi sıraya girerdi çıraklar su doldurmak için. Faytoncular da atlarına su içirirlerdi çeşmenin yalağından. Bazen, kovalarla su dökerek faytonlarını yıkadıkları da olurdu. Atlar yalaktan su içerken, çeşmeye yaklaşamazdık korkudan. Onlar ayrılıncaya kadar beklerdik.
Testi küçüktü ama yinede çabuk yorulurduk suyu taşırken. Sıra ile taşırdık, yorulan diğerine verirdi. Bazen elimizden düşüp kırıldığı da olurdu testinin. Her yaz 3-4 testi kırılırdı Akpınar çesmesinin yolunda. Bayram Usta: “Kırılan testi parasını haftalığınızdan keseceğim” derdi ama yine de kesmez, kendince cezalandırırdı hemen sıcağı sıcağına!
Bayram Usta, biz çırakların elleri boş, suçlu suçlu gelişimizi görünce, hemen kumaş biçmekte kullandığı uzun cetveli alır, biçki masasının önünde bizi beklerdi. Başımız önde, sessizce dükkana girerdik. Hemen bizi duvarın önünde sıraya dizerdi. Testi nerede? Ne oldu? Kim kırdı? diye hiç sormazdı. Elimizi açar uzatırdık kendisine doğru. Minicik avuçlarımızda şakırdatırdı cetveli sırayla. Boncuk boncuk yaşlar süzülürdü yanaklarımızdan. Sonra kızaran avuçlara sıkıştırılan parayla, önce testicinin yolunu tutardık, sonra da Akpınar’ın…
Bayram Usta yine arkamızdan bağırırdı: “Parayı düşürmeyin, testiyi kırmayın sakın, yoksa haftalığınızdan keserim…”
YORUMLAR
Kanayan yaralarımızdan birisi daha işte...
Gencecik bedenlerin koca koca makinalara/yoksulluğa karşı verdiği kavga...
Bir çoğuna "ne olmak" istediği sorulmuyor bile..
Küçük bir anı; erkek kardeşim ortaokul zamanı, okuldan sık sık kaçınca okul müdürü annemi arıyor. Müdürün odasında kardeşimin diğer üç arkadaşının velisiyle daha karşılaşıyorlar.. Müdür anlatıyor bizimkinlerin kafaları yerden kalkmıyor.. Sonunda müdür ; "bu çocukları okuldan alın" diye yumurtluyor çözümü... Annem "Atatürk heykelinin önünden evlense bile, almayacam okuldan" diyor, başka bir arkadaşının velisi de.. ,Ama diğer iki veli kendi babalarından öğrendikleri anlayışla, "tamirci çırağı olsun da aklı başına gelsin" diyorlar ve okuldan alıyorlar çocukları...
Günümüzde, kardeşim banka müfettişliğinden , arkadaşı öğretmenlikten emekli oldular.. Diğer arkadaşları ise sigortasız işlerde "bulurlar ise" çalışıyorlar, az ya da çok evlerinin ekmeğini sağlıyorlar... Kardeşim mi evlenmedi tabii okuldan, ondan sonraki sene toparladı ve okula devam edip üniversiteyi bitirdi...
Küçük anıyı paylaşmamın sebebi, bazen biz büyüklerin aklımızca verdiğimiz hayat öğüdünün aslında ne kadar da hatalı olabileceğinin hatırlatması...
Albayraklım, bence siyasete atılın siz derim
Bu kadar güzel projeleriniz varken, ülkemin sizin gibi aydınlık beyinlere ihtiyaçları var..
bol tebriklerimle...