- 716 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DAĞLARDA YANKILANAN “Askerim”
…Kışın yağan ilk karın, bütün bir şehri örterek aylarca erimeden öylece kalışını... Camlarınızın, dış dünya ile ilişkinizi kesecek kadar kalın bir tül perde gibi buzlanmasını… ilk orada gördüm ve yaşadım.
Perşembe’den sonra “Pınarbaşı” yani deniz ve yeşilden sonra, dağlar ve kar.
Babamın tayini Perşembe’den Pınarbaşı’na çıktığında üzülmem mi sevinmem mi gerektiğini hiç bilemiyordum; arkamda bıraktığım kocaman bir deniz, çok renkli geçen bir çocukluğum vardı. Pınarbaşı’nda beni karşılayan ise, gözünüzün bile yetmediği büyüklükte ki ovalar, akıp giden dağlardı.
Bu resimler; bundan sonra ki yıllarımda , “on yaşın da ki aktif olan hayal dünyamı da hesaba katarsak” birçok anıma imza atacak, bana yeni yeni hikâyeler yazdıracaktı, …
Dağın nerdeyse zirvesine kurulmuş olan üssün hemen yanında “mimarisi tamamen Amerika’ya ait” olan oturduğumuz lojman, o zamanın evlerine göre oldukça lüks sayılırdı… Yere kadar olan pencereleriyle sanki dağlarla iç içe yaşar gibiydik…
Yan yana sıralanmış 6 lojmanın çoğunda, ailelerini getirmemiş bekâr astsubaylar otururdu. Onlar da, “burada yaşam koşulları zor” diyerek eş ve çocuklarını memleketlerine bırakmış, getirmemişlerdi.
Elbette okula gitmek için,sabah çok erken saatte kalkıp,dağdan şehire giden virajlı yolda savrula savrula yolculuk yapmak , yarı uykulu olarakda derslere girmek, bizim için de çok zordu.
ZATEN bir saat süren bu sarsıcı yolculuğa, birde ağabeyimin yaramazlıkları eklenince, babam bu soruna başka çözümler bulmuştu…
O zamanlar akşamları TV seyretmek gibi bir eğlencemiz yoktu. Zaten TV hiç yoktu… Evlere kapanırsak zaman geçmek bilmezdi. Dağlarla olan eğlencemiz zaman geçirmenin en güzel yoluydu… Akşam başka, gündüz başka oyunlar kurardık.
Genelde hafta sonraları; “gazino adı verilen” hafta boyunca oturmak ve sohbet etmek için kullanılan mekân, sinema salonu haline getirilir, filim makinesine takılan makaralar bazen kopsa da, çoğu zaman sıkılmadan, ikisi peş peşe Türk filmleri izlenir... Film izleme aktivitesi bitip de Anneler ve babalar sohbete başladı mı, çocuklar da kendi ürettikleri zaman geçirme metotlarına başvurulardı.
Ağabeyimle ile benim en güzel oyun alanımız ise askerlerin yatakhanesiydi…
Askerlerin adını, nereli oldukları ve hatta çocuğu olanların çocuklarının adını bile tek tek bilirdim..
Özellikle ranzalarının yanı başındaki çelik dolapların kapaklarının içine yapıştırdıkları resimlere bakmak.. O’nlardan o resimlerle ilgili hikâyeler dinlemek, en büyük eğlencemizdi.
Bütün askerlerin bir hikâyesi mutlaka olur, dinlememiz için resimlerini ortaya döker, biz de çocuk aklımızla onlarla dertleşirdik.
Bizimle çocuklaşırlar, bu sohbetlerle de bütün bir haftanın stresini atarlardı..
Genelde gurbetten gelen bir mektup, hafta sonu aralarında ki sohbet konusu, kutlanacak bir olay olurdu. Telefon mu? O da neydi…
Hafta sonu izinlerinde şehre inen askerler, ailelerinin sesini duyabilmek için, PTT’nin tahta banklarında saatlerce sıra bekler, bir alo demek için izinlerini bitirirlerdi.
O zamanlar oğullarını askere gönderen ailelerin, gencinden yana ölüm korkusu yoktu…
Askerlerin de tek derdi “ tıpkı gurbetteki aileleri gibi” özlemdi…
Bazı askerlerin, ailelerinin hasretine dayanamayıp kaçıp memleketlerine gittiklerini duyardık. Daha sonrada aldıkları ceza ile Askerlik uzardı da uzardı.
Böyle uzatmalı, nerdeyse 4 yıldır askerlik yapan, bu yüzden de sürekli nizamiye kapısında nöbet tutturulan ‘Amir” adlı askerimiz, artık nerdeyse hepimizin akrabası gibi olmuştu.
Nişanlısını görmek için o kadar çok kaçmıştı ki, hatta bir akşam yine kaçmak için kendini ayağından vurmuş, Kayseri’de ki askeri hastaneye kaldırılmış, tedavi olurken oradan da kaçmıştı.
Biz dağlarda bir aile gibiydik. Askerler ağabeylerimiz, bizim arkadaşlarımız, dert ortaklarımız, anne babalarımızın ise evladı….
Ben de en çok iz bırakan, er Mustafa’ydı; elinde sürekli bir fotoğraf taşır, arada da ağlayarak , “bu benim sevdiğim kız” derdi.
Kimsenin görmeyi başaramadığı bu fotoğraf o kadar merak konusu olmuştu ki!…
Bir gün, arkadaşları tarafından kurulan bir tuzak ile ele geçen o fotoğrafın, elden ele dolaşmasını, bu olayın da bir alay konusu olup, Mustafa’nın delirmesini, hiç unutmadım.
Bütün koğuş o gece dayak faslından geçmiş, ardından da Mustafa’da dâhil bütün askerler, 2 hafta şehir iznine çıkamamıştı
Meğer Mustafa’nın elindeki fotoğraf Emel Sayın’a aitmiş... Sonradan kimsesinin olmadığını söylerken, bu sırrının oraya çıkmasına da çok üzüldüğü anlatmıştı.
Daha sonra arkadaşlarına yapmadığını bırakmamış, günlerce kimse de dilinden kurtulamamıştı.…
Çoğu zaman, ASKERLERİN nöbette tutturdukları Türküler dağlardan yankılanır, hatta annem daha iyi duyabilmek için mutfağın camını açardı. “ibibikler öter ötmez ordayım” ve ya Neşet Ertaş’ın bilumum türküleri… Bunlar; O ZAMANIN en popüler repertuar parçaları!
Çok yer gezdim gördüm yaşadım ama dağların sizinle kurduğu dostluk gibisi YOK!… Gecesi başka, gündüzü başka, oraların size sunduğu sessizliğin sesi, yalnızlığın kokusu bile bambaşka… Askerlik yaptınsa dağlarda yapacaksın, sen gitsen bile sesin yankılanacak kalacak derinlerinde…
Hâlâ orada bir parçam kaldı da gidip geri almam lazımmış gibi bir his var içimde… Dağları özlüyorum.
O zamanlar dağlar; sadece çiçeklere, tavşanlara, kurtlara birde vatan borcu namus borcu diyen evlatların hasret tüten yüreklerine, aşk ile dile getirdikleri türkülerine, ev sahibi!
Yıl… PINARBAŞI; Hiçbir şehit törenine katıldığımı hatırlamıyorum.
Türküler; aşk, sevda, hasret bağırırdı,ağıt olamazdı kimsenin ardına..
‘Teskere günü’ sayılırken düğün tarihleri belirlenir, “evlatlar” birçok askerlik anıları ile güle oynaya geldikleri gibi dönerlerdi.
Dönüşlerini bekleyenlerin gözyaşları sevinçten olurdu. Davul zurna ile geldikleri yoldan, hiç “kırmızı beyaz” bayrak sarılı tabutla geri yollanmadılar, görmemiştim hiç “o zamanlar!”.
Şimdi ise, çocukluğumun dağları, menekşeleri şehitlerine ağlıyor.
Toprağımın onlara baktıkça yüzü kızarıyor. 20’lik gencim düştü mü bağrına, utanıyor sıkılıyor.
Benim dert ortaklarım, çocukluğumun kahramanları; o zamanlar oyuncak gelirdi silahlarınız, düşünüyorum da böyle canlar alacak mıydı?
Her toprağa düşeninizle film şeridi gibi gözümün önünden geçmektesiniz. Ne kadar hayat dolu geleceğe dönüktü hayalleriniz.
Yapacak onca işi bırakıp, size nokta koyuyor hain! “ kıyılır mı benim Mustafa’ma, Amir’ime…”
Ya yatakhanenizin çelik dolaplarında asılı olan o resimler, o resimdeki canlarınız! Onlar nasıl yıkılıyor ardınıza bir bilseniz.
Hepinizi tanıyor gibiyim, işte bu yüzden de daha bir zor oluyor, sizinle vedalaşmam, ardınızdan seslenişim.
Ağlamayacağım diyorum, ama elimde değil… Anılarımın her sayfasında sohbetLERİM “er mektubu, görülmüştür” diye bitiyor…
YORUMLAR
açıkcası artık haberleri bile izlemekten nefret eder hale gelmişken, bizlerin neler hissettiğini şu 2 cumle ile anlatabilirim. bu ülkede benim yasadıgım yer dogu ile batının tam gobegi nedenmi diceksiniz. 150 kisi calısıyor 75 i Kürt 75 i Türk , ve aralarında tek bir sorun dahi yasamadan burada kendi diliylede Türkçeylede yaşıyorlar. şimdi sormak lazım bu dağdaki beyinsizlere sizlerin elinden ne alındıda siz itiraz ediyorsunuz. tam tersine doguda klimalı evlerde tek kurus elektrik parası odemeden yasayan serefsiz insanlardan benim alacagım var, sınır kapılarını tutupta ordan milyonlarca dolar kazanıp at eşşek sırtında benzin mazot esrar kacıran itlerden benim alacagım var, eger haksa hak gelin paylasalım bakalım hangimiz karlı cıkıcaz... topraksa derdiniz kazandıgınız paralarla gidip bir ada satın alın ama bizi rahat bırakın. siz dagdakilerde saf olmayın artık burda kimse zorla durmuyor, mecbur degilsiniz...