- 597 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İLKKURŞUN..... (Öykülerim)
Güneş guruba yaklaştıkça, dağ dorukları ve güneş kan rengine dönüyordu.. Afyon cephesi İLKKURŞUN denilen mevkide, asker kanları dereler gibi akıyor, akıyordu. Yarabbi, o ne dehşet verici görüntüydü ? Acı ve feryat , muharebe alanında sarmaş dolaş olmuş, sanki, dans ediyordu...
Türk Milleti’nin var olma, yok olma savaşı, tüm yurtta devam ediyordu. Çünkü, Atatürk insanına,”Hattı müdafa yoktur, sathı müdafaa vardır “ demişti. Afyon Cephesi’ndeki İlkkurşun denilen mevkideki meydan muharebesi de, bu savaşın ilk parlak verdiği mekandı. Yunanlı’larla ilk düzenli Türk Ordusu’nun karşılaştığı, ilk alandı İlkkurşun.. Yunanlı’larla düzenli Türk Kuvayı Milliye Ordusu, ölsiye bir süngü harbine girmişlerdi.
Yerle, gök sanki birleşmiş, alt-üst olmuştu. Yakıcı bir yaz gününün güneşi, gökyüzünde uçup duran kuşları, “ kanadından yara almış gibi patır patır “ yere döküyordu. “ Allah, Allah..! “ sesleri yeryüzünü sarmış, belki, kıyamet kopuyordu. Gökte güneş, elde süngü, yerde kan, Mehmetçik’in yüreğinde iman.. Bu günkü Cumhuriyet’i muştuluyordu. Her yer kan, tüm evren inliyordu. Bir toz-duman kopmuştu, Afyon’un İlkkurşun tepesinden. Türk askerinin cephesinde kan gövdeyi götürüyordu.
Gök yarılmış, yer çatlamış, her yeri Yunan askeri kaplamıştı. Sanki; on Yunanlı ölüyor, otuz Yunanlı, elli Yunanlı geliyordu. Bir insan seliydi bu. Nizami Türk Ordusu’nun önce, bozguna uğradığı sonradan, bu bitmek, tükenmek bilmeyen Yunanlı’ları önüne alıp İzmir’de denize döktüğü savaştı bu. Adına, Kurtuluş Savaşı diyorlardı.
Mehmetçik’in üç katı, beş katı Yunan askeri, hemde, o günün en gelişmiş silahlarıyla bastırıyor da, bastırıyordu. Mehmetçik ise, onca kalabalık,Yunan askeri saldırısına, göğsünü siper ediyor, “ Allah Allah..”diyerek hem öldürüyor, hem de Şehit oluyordu. Kimileri de Gazi’lik mertebesine yükseliyordu.
Vücudunun çeşitli yerlerinden ; ayağından, kolundan, başından, gözünden yara alan Mehmetçik’ler, savaş alanı dışına bir selamet yere çıkabilmeye çalışıyorladı. Kimileri de, düştükleri yerden kurtulamadan, bir selamete çekilemeden, ayaklar altında kalıp eziliyor, çaresizlikten ve kan kayıbından ölüyorlardı.Herkes kendi can derdine düşmüş, ölmemek, öldürmek, sağ kalmak için ter döküyor, atlayıp zıplayıp manevralar yapıyordu. Ortalık can pazarına dönmüştü. Ön saflarda vuruşan Türk askerleri dikkati çekiyordu. Bunlardan iki tanesi sırt sırta vermişler, kendilerini koruyup karşılarındaki düşmana aman vermiyorladı.Bu gözü pek, iki Türk gencinden biri, bir süngü yarası alan bu genç, 1313 tevelütlü, Aydın’lı, Mustafa oğlu Davut’tu.. Çok kan kaybediyodu. Savaşan askerlerin ayakları altında kalıp ezilmemek için, sürüne sürüne, savaş alanının dışında bir tepemsi yere atmıştı kendini. Buradan, savaş alanındaki muharebe, kuşbakışı izlenebiliyordu. Türk askerleri birer küheylen gibi şaha kalkıp coşmuştu artık..Kopup gelen çığlarla dolup taşmış seller gibi, düşman askerlerinin üzerine yürüyor, dövüşüyor, vuruyor, kırıyor, yıkıyor, önüne ne denk gelirse sürükleyip, alıp götürüyordu.
Bulunduğu yerden, bu manzarayı seyreden Mustafa oğlu Davut heyecandan, coşkudan yarasını unutup düşmana saldırmak istiyor, ama, her kıpırdayışta,büyük bir acı ile, olduğu yere yığılıyordu. Ayağı kütük gibi şişmiş, davul gibi olmuştu. Durmadan kanıyordu. Morarmaya başlamış, yerinden kıpırdatamaz hale gelmişti. Cebinden çıkardığı iki-üç paket tütünü, yarasının üstüne koyup iyice sıkarak, bağladı. Kanaması biraz kesilir gibi olmuştu ama, sancısı daha da çoğalmıştı. Dişlerini sıkarak, gizlendiği tepenin ardndan, gözlerini muharebe meydanına çevirdi.
Arkadaşları, aslanlar gibi savaşıyorlardı. Bu sırada, gözleri manga arkadaşı, Laz Mehmet’i gördü. Mehmet, etrafını saran üç tane Yunan askerinin arasında pire gibi sıçrıyor, bir ona, bir ötekine, birde diğerine saldırıyordu. Aydın’lı Davut, belinden tabancasını çıkardı. Arkadaşı Mehmet’i, etrafındaki düşmanlardan kurtarmak istedi. Ama ne fayda, Mehmet çevik hareketleriyle, durmadan yer değiştiriyor, uzun-kısa hamlelerle, düşmana soluk aldırmayıp, kendide faka basmıyordu.
Davut, arkadaşını vurmak korkusuyla, ateş etmeye cesaret edemiyordu. Sonunda Laz Mehmet, düşmanın birini öldürdü. İkincisini de yaralayıp yere düşürdü. Karşısında, tek düşman kaldı. Bu esnada, üçüncü düşman da, Mehmet’i omzundan yaraladı. Davut da o boşluktan, karmaşadan faydalanıp ateş ederek, üçüncü düşmanı yere yıktı. ARKADAŞI Mehmet’i kurtardı. Saatler bu mücadele içinde geçti. Dakikalar yıl gibi uzuyordu. Düşman bitmek,tükenmek bilmiyor, ölenlerin yerine yenileri savaşa katılıyordu. Türk askerleri , aşırı düşman askeri takviyesi karşısında, yavaş olarak geri çekilmeye başlamıştı. Gökyüzünde görülen alaca karanlık, az sonra gelecek olan akşam karanlığının habercisiydi. Akşam karanlığı basınca da iki düşman ordusunda “ RİCAD “ borusu çalacak, savaş duracaktı. Hava kararırken askerlerimiz bunu düşünüyorlardı. İşte bunun için biraz daha dayanıp ricat borusunun ötmesini bekliyorlardı. Hepsinin içinde uyanan bir duygu onlara, “ Ha gayret, az daha sabredin “ diye sesleniyordu. Ama, Afyon Cephesi İlk kurşun Meydan Savaşı’nın sonu hiç de iyi görünmüyordu. İlk Kurşunun meydanı inleyen, bağıran, çocuk gibi ağlayan, feryat eden, kanlar içinde sessizce, cansız yatan askerlerle dolmuştu. Herkes şaşkın, herkes ürkek, herkes acı içinde, yer-gök kan kokusu ve kan seli içindeydi. Güneş, akşam gurubunda, dağların eteklerine saklanırken kan rengindeydi. Az sonra hava kararacaktı.
Afyon’un ; ilikleri donduran kuru soğuğu, yaralı askerleri, dayanılmaz acılarla tanıştıracak, cansız asker vücutlarını ise taşlaştıracaktı. Ne acımasız olurdu o, Afyon bayırının ve ovasının soğuğu. Türk askerleri ağır ağır geri çekiliyordu. Ama neredeyse, bozguna uğrayacak hale gelmişti. Gün boyunca canla başla vuruşan Mehmetçiklerden ayakta durabilen bir avuç Türk askeri, akşamın oluvermesini bekliyordu. Akşam karanlığı basınca, iki düşman ordusunda Ricat boruları çalacaktı. Ricat boruları çalınca da savaş duracak, her iki ordu, savaş meydanındaki yaralılarını toplayıp cephe gerisine taşıyıp hafif yaralılarını ayakta tedavi edecek, ağır yaralıları ilgili tedavi merkezlerine sevk edecek, ölü askerlerini de kendi mezarlıklarına gömeceklerdi. Öte yandan, hafif yaralı askerler gerekli tedaviden sonra yeni gelen acemi askerlerle birlikte, ertesi gün yeniden cepheye sürülecek, meydan muharebesi tekrar başlayıp yine akşama kadar ayni şiddetiyle savaş devam edecekti. Bu, günler boyu sürüp gidecekti. Ta ki, iki taraftan biri yenilinceye kadar yada, ikici bir emir gelip savaş durduruluncaya kadar sürecekti bu çatışma. Derken, savaş alanına kesif bir karanlık çökmeye başladı. Artık insanlar, zor seçilir hale gelmişti. Az sonra, gece, tüm ihtişamıyla gelip kanla yıkanmış, üst üste yığılı asker cesetlerinin üzerine birden çökecek, soğuk ve taşlaşmış bedenlerini yalamaya başlayacaktı.
İşte o zaman, zifiri karanlıkta gözünüze parmak soksalar, haberiniz olmayacaktı. Birdenbire, iki tiz boru sesi duyuldu. Orduların Ricat boruları çaldı. Savaş durdu. Zaman durdu. Gecenin acımasız soğuk, kesif karanlığına, çıldırtıcı bir sessizlik hakim oldu. Ayakta kalan iki orduya ait askerler, geriye çekilerek, savaş alanını terk ettiler. Daha sonra muharebe meydanında sadece, kısık sesli inlemeler, feryatlar, su isteyen askerler, Allah rızası için yardım isteyen yaralıların yalvaran sesleri kaldı. Herkes yaralıydı. Herkes, bir rüyadan acıyla uyanır gibi gözünü açıyor, gördüğü, yaşadığı kabusun bittiğine inanamıyorlardı. Fakat iliklerine kadar üşüyüp donarak, acısını duydukları yaralardan, bu yaşananların bir rüya olmadığını anlıyorlardı.
Şimdi ; iki düşman ordusunun ilkyardım askerleri, ellerinde seyyar, derme çatma sedyeleriyle, kollarında Kızılay ve Kızılhaç kolluklarıyla, savaş alanından yaralıları topluyor, ölüleri ayrıca toplayı gömüyorlardı. Hele ; o , savaş alanında, saatler öncesinden ölüp kalan askerler var ya, savaşan askerlerin ayakları altında çiğnenip ezilerek, tanınmaz hale gelmişlerdi.. Boğazlarındaki madeni, künyelerinden kim oldukları ancak anlaşılabiliyordu.
Afyon semalarında parıldayan ay ve yıldızlar inadına berrak, göz kamaştırıyorlardı bu gece. Durmadan, arka arkaya kayıp düşen yıldızlar sanki ; şehit olan askerlere üzülüyor, o acıdan ötürü de, onlarca intihar ediyorlardı. Gecenin amansız soğuğu ise ilk kurşun denen, bu savaş alanının şehit kanlarını, topraktan kazıyor, yalıyor gibiydi. Oysa, toprağın emdiği kanlar yer altında birleşip, hepsi birbirine karışıp bir çeşit, kan kardeş oluyorlardı. Ve savaşa, bin lanet okumaktaydılar. Ama, duyan yoktu. Ve, giden canlar, geri gelmiyordu. Gelmeyecekti.
Suat TUTAK
İLKKURŞUN..... (Öykülerim) Yazısına Yorum Yap
"İLKKURŞUN..... (Öykülerim)" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.