- 2785 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MUHALLEBİ ÇOCUKLARI
Sokak çocuğu nasıl bir yuvayı özlerse, muhallebi çocuğu da sokağı özler. Ancak sokak çocuğu bir mecburiyet sonucu sokak çocuğu olmuş, muhallebi çocuğu da bir keyfiyet sonucu eve tıkılıp kalmıştır. Aslında muhallebi çocuğunun istediği sadece biraz özgürlüktür. Sokak onun için özgürlüğü temsil eder. Sokakta onu yapma, bunu yapma, dondurma yeme, koşma, zıplama diyen yoktur. Aslında sokak çocukluğuna soyunanların çok az bir yekûnunu da muhallebi çocukluğundan kaçanlar olşuturur. Muhallebi çocuğu dayak yemez ama azar işitir. Muhallebi çocuğu küfür işitmez ama bilgisayardan mahrum edilir.
Muhallebi çocuğunun geleceği garantidir. Ruh hali için ise belirsizlik söz konusudur. Aslında tahtırevallinin bir yanına sokak çocuğunu oturtsanız diğer yanına da muhallebi çocuğunu oturtsanız hep denge hali söz konusu olabilir. Ama bir muhallebi çocuğu ancak üniversitede arkadaş edinip onu öpmeyi başarabilirken, bir sokak çocuğu çoktan karşı cinsin bedeni tanımıştır.
Sokak çocuğu hırsızlıkta yapsa sonuçta arzu ettiği şeyi elde eder ama muhallebi çocuğu cebinde para olduğu halde her istediğini evden habersiz satın alamaz. Bu bir eğitim midir? Bence değil. Sadece bencilliktir. Bizim çocukluğumuzda sinema mı vardı televizyon neyine yetmiyor demek ne kadar cahiilik ise bu benim param çalış sende istediğini al demekte o kadar yanlıştır.
Bakın muhallebi çocukları hakkında maço erkekler ne düşünüyor. Üstelik bu maço bir yazar sanırım.
“Şaşıranlar çıkabilir, ama söylemeliyim. İnsanın bir yanında ilkel kırıntılar olmalı. İtirazcılık, yenilikçilik, değişiklik üstüne yorulabilmeli kişi. Törpüsüz ve kırıcı taraflarımız eksikse iş varıp korkulara dayanır.
Dayatılan güne teslim olursunuz. Yanlışa baş eğer, aksayan mevcuda selâm durursunuz.
Vakt erişir, bu yumuşaklıkla toprağı düşmana teslim edersiniz. Evet... Bir yanımız vahşi kalabilmeli. “Efendim, erkek çocuklara oyuncak tabanca almayalım, onları vurucu-kırıcı yapmayalım.” Hayır!
Erkek; avlayandır, koparandır, koruyandır, çevresini doyurandır. Erkekliğin hamurunda mücâdele var. Mevsimlerle boğuşacak, yeraltından su çıkaracak, evler kuracak, gerektiğinde kötü niyetlilerle kanı pahasına kavga verecektir.
Sâde Pamuk Prenses kitapları ve bilgisayarla ömür tüketen muhallebi çocukları eksikli yetişir. Onlardan kazanma ruhunu çekip alırsınız. Ortaya, elleri devamlı havada gezen, teslim olmaya hazır karakterler çıkar. Râzı olmayın, râzı olmayalım. “Silâh, kan ve cinâyeti çağırır” imiş. Lâf. Hayatı süresince silâhlı gezen yüzbinlerce subay ve astsubaydan kaçı yılda onbin cinâyet işliyor? Bu ürküntü son derece tehlikelidir.
Uygar toplumun fertleri, maddî ve mânevî saldırılara karşı durmayı da bilmeli. Kutsalları, kültürü, yurdu uğruna gerektiğinde ölebilmeli. Mayalar, Aztekler fevkalâde uygardı. Şimdi nerdeler? Uygurlar medeniyetin zirvesinde idiler. Şimdi nerdeler?
Sâde piyano çalıp şarkı dinlemekle, çıtkırıldım bir hayatı özlemekle, mücâdelesiz yaşama rüyaları görmekle medenî olunamaz. Verin şu çocuklara tabancalarını, kötüleri kaçıran kılıçlarını ve değnekten atlarını. Gün gelip çirkef oğlu çirkeflere karşı durabilecek misin? İstilâcıyı korkutup kovabilecek misin? Silâhı, tankı, bombardıman uçağını kullanabilecek misin? Evet ise, tamam.
Şu muhallebidir, bu bilgisayar. Öyle diyorum... Ne kadar hatırnaz, bilgili, çelebî olursak olalım, bir yanımız törpüsüz kalabilmeli. Kıran, döken, yıkan, ürkülen tarafımız eksikse kayıplardayız. Şu oyuncak tabancaları, atları, tankları, iki yanı keskin naylon kılıçları çocuklardan esirgemeyin. Kızlara da gene bebekler, karyolalar, oyuncak cezveler alın.
Kaybetmezsiniz. Kimse hımbıllığın adına uygarlık demesin. Erkek dediğin erkek gibi yetişmeli. Var mı îtirazı olan? Feministler dahil?”
Evet buda maço bir entel. İnsanları neresinden yakalıyor. Erkek çocuk tabanca tüfek oynamazsa kız gibi olur diyor. Muhallebi çocuklarının hepsi sanki Bülent Ersoy olmuş gibi. Kimse ona anlatmamış bunun bir hastalık olduğunu. Bunun doğuştan geldiğini, siz istediğiniz kadar bıçak tabanca verin eline yani duygularını bastırın, eğer doğuştan öyle ise sonunda o cinsiyet değiştirecektir bir şekilde. Herkes palabıyıklı kadın ruhlu erkek hikayelerini bilir. Sonucu bu şekilde bitiren yazar başlangıçta niyetini belli ediyor zaten; “Bir tarafımız ilkel kalabilmeli” diyerek.
Aslında burada sorun anne ve babanın eğitim eksikliğinden kaynaklanıyor. Toplumumuzun genelinde aileler çocuklarını kendilerini aileleri nasıl yetiştirmişse aynı şekilde yetiştiriyorlar. Usta-çırak usulü yani. Ekonomik nedenlerde bir yerde aileleri buna mecbur kılıyor. Yani çocuğunun eğitimine para ayıramayan anne ve baba çocuklarını yetiştirmek için kendilerini anne ve babalık eğitimi için eğitecek parayı nerden bulsun?
Yine eğitimsiz bir babanın gözüyle muhallebi çocuğunu izleyelim.
“Bunların kocaman kocaman kafaları olur. Sentetik çocuklardır. Sentetik olduklarından o koca kafaları bir şeye basmaz ve dolayısı ile, o basmayan kafalarını mizah dergilerindeki en dandik espriler doldurur ve her yerde, her ortamda fütursuzca okur ve kahkaha atarlar kırçıl çatallı sesleri ile. Kulaklarında mutlaka MP-3 çalarları vardır ve zangır zangır dinlerler. Asosyalliğin dibine kadar inmişlerdir. Aile mefhumları ölüdür. Dünya tasavvurları; mizah dergileri ve müzik gruplarından ibarettir.
İsimleri mesela; berke, börkü, tunç, kaya, taş gibi ne idüğü belirsiz şeylerdir. Biz bilmiyoruz ama bunların tüp-velet olmaları da muhtemeldir. Annecikleri, uzun süre vücutları deforme olmaması için çocuk yapmaz, ama yapınca da bunlar çıkar işte. Kızmıyoruz sitem ediyoruz annelerine, neden zamanında bebek sahibi olamadılar diye. Yedikleri ve içtikleri her şey, kendileri gibi sentetiktir. Muhallebi çocukları derdik eskiden, analarının kuzusu olan çocuklara. Ah! nerde o nesil? Şimdi koca koca adamlar oldular onlar. Beğenmezdik onları, ellerinden hiçbir şey gelmez, bir şey beceremezler diye, ama.
Ama bunların yanında nur-nimetmiş yahu. Onlar da bir ucundan korka korka küfür ederlerdi de gülerdik, ağızlarına tam oturmuyor diye o güzelim küfürler.
Ama ya şimdiki muhallabi çocukları? Ağızlarından salyadan başka hiç bişiy akmıyor. Ağızlarından köpükler saçarak avazları çıktığı kadar, bağıra-çağıra konuşuyorlar oynaşıyorlar. 80 sonrasında doğmuş olmak veya 90’lı yıllara ait olmak suç mudur.? Değildir elbette. onların suçu, takındıkları pozları kendi tercihleriymiş gibi alabildiğine hesapsız yaşıyor olmalarıdır kızdığımız.
Onlara "siz böyle olacaksınız" dendiği için öyleler aslında. Her şeyi tüketeceksiniz dendiği için tüketiyorlar.
Onlara kızıyor olmamızın sebebi "akıl edemiyorlar" olmalarıdır sadece. Sadece bu mu? Hayır.
Mizah dergileri de okuyor olmalarıdır. Peki suç mudur mizah dergisi okumak? Evet, benim nazarımda suçtur. Mizah dergileri aracılığıyla zaten dayatılıyor bu çocuklara hiç bir şey olmamaları/olmamaları gerektiği.
Koca koca kafalarını otobüste o kağıt parçalarına gömerekten okumaları yok mu, krizlere sokuyor beni. Ya arada kırçıl sesleri ile homur homur gülmeleri yok mu? Öldürüyor zaten o hadise. Bir daha önce bahsettiğimiz üzere; kulaklarına taktıkları dandik MP-3 çalarlarından taşan gürültü. Ah ulan ah... O kulaklıkla boğasım geliyor sizi ya. Hani bir şeyler yapmaya yeltensem, iki metre boy var sentetik oğlu sentetikte.
Un-ufak eder beni anında. Sesimi bile çıkaramıyorum. Her yanım titriyor. Geriyorlar beni, tedavi edilemeyen bir virüsmüş gibi geliyor o anda gözüme onlar. Sesimi çıkartamıyorum. Otobüs yolculuğu da uzun mu uzun. Susuyorum... Susuyorum ve söylemiyorum bildiğim tek güzel şeyi. Güzel olan hiç bir şey hülasa edilemez demiş çünkü Valery.”
Şimdi düşünüyorum da bu arkadaşın yetiştirdiği çocuk suç makinesi olmazda ne olur. Bu sorunun cevabını okuyucularıma bırakıyorum.
Bakın kendini siyasete adamış çok ünlü bir bayan yazarımız kendini muhallebi çocuğu görüp siyasi cinayetleri işleyenleri sokak çocuğu olmakla nasıl yargılıyor. Sanki o çocuklar sokak çocuğu olmayı kendileri seçmiş gibi. Bakın sistemi eleştireceğine kurbanların üstüne nasıl yıkıyor suçu.
“Bize gülüyorlardır diye düşünüyorum. Siyah takım elbiseleriyle, arkalarında Bozkurt desenli halılar, şöminelerinin önünde, ellerinde altın tespihler, plazma ekranlarından bizleri dinlerken yağlı yağlı gülüyorlardır. Adaletten ve vicdandan bahseden bizler, onlara cılız muhallebi çocukları gibi geliyoruzdur. Memleketi, bizim hiç bilemeyeceğimiz gizli inlerde idare eden "kurtlar", bizim çıt kırıldım apartman çocukları olduğumuzu düşünüp kıs kıs gülüyorlardır. Ülkücü efsane Mehmet Ali Ağca, siyah Mercedes’le "tam bağımsız" hayatına giderken zafer çığlıkları atıyorlardır.
Bu ülkenin düşünen insanlarına karşı işlenen her suçta, suçlular tarafından kanlı bir zafer flaması gibi sallandıkça anlamı bozulan Türk bayrağı eşliğinde, cezaevi kapısında karşılandığında Ağca, hakikaten vicdanınız sızladı mı? Vicdanlarının sızladığını söyleyenlerin ülkeleri ve halkları adına hakikaten derinden ve samimiyetle duydukları bir sızı mıdır bu?
Bütün gazeteler Ağca’nın salıverilmesini bildikleri en sert sözcüklerle kınarken, söylememek elde değil, diğer yandan Ağca’yı ve benzerlerini besleyen, büyüten bir dünyayı yücelten, mitleştiren "Kurtlar Sofrası"nı, kurtların Sharon Stone’u nasıl öptüğünü bayıla bayıla anlatmıyorlar mıydı aynı sayfalarda? Ağca’yı ayıplayan televizyonlar değil mi o "kurtları" çoğalta çoğalta her gün yeniden gösterip, Ağca’nın geldiği dünyanın ne şahane olduğunu söyleyenler? Eksik anlaşılmasın, bir diziden söz etmiyorum sadece. Yüksek ve karanlık siyasi muhitlerde devlet adına suç işlemeyi iftihar vesilesi sayanlardan, parti başkanlıklarına yükselen gerçek "kurtlardan", bu insanların ellerini öpenlerden de bahsediyorum.
Cengiz Han filmini gösteriyor TRT. Han, şuraları ona veriyor, buralarının yönetimini bir diğerine. Ve ekliyor: "Her beyimin dokuz suçu cezasızdır!" Başlangıçtan beri böyleydi demek ki "kurtlar". Devletin hikmetine mazhar olanlara dokuz suç işleme hakkı veriliyordu. Peki, halkın malvarlıkları üzerinde tepinip "Devlet küçülsün" diyenler acaba devletin neresinden bahsediyorlardı? Bunca küçülürken Türkiye’de devlet, düşünen insanların kafasına kurşun sıkan "derin devlet" kısmının küçültülmesini istemeye kim cesaret edebildi? Yoksa mülkün, zenginliğin ve adaletin eşitsiz dağılımını dert ederek düşünen insanları susturmak için bu "derin beyler" hep gerekli miydi? Küçülen devletin "derin karnının" hep daha fazla şişiyor olması yoksa efendilerin işine mi geliyordu? Böyle olmasa, biz vicdandan söz ederken gülen o kurtlar, o plazma ekranları alacak, şömineleri yakacak parayı nereden bulacaktı?
Vicdanımızda sızlayacak yer kaldı mı? On altı yaşındaki çocukları idam edenler, tecavüzcüler, trafik katilleri, çürük binaları bebeklerin üzerine çökerten müteahhitler aramızdayken Ağca’nın da onlara eklenmesi ne kadar sarsar bizi? Nükhet İpekçi şöyle yazdı Milliyet’e mektubunda:
"Bugün eğer yüzlerce kişi katillerle birlikte yaşamak istemediğini söyleme ihtiyacı duymuyorsa, bu tahliye işleminin, onun ardındaki çalışmaların nedenlerini öğrenmek istemiyorsa, benim sözlerimin hiçbir anlamı olmayacağını düşünüyorum." Ben de bu yazıları yazarken, dokuz suç hakkıyla ve TV dizisi kahramanlığıyla ödüllendirilmiş efendilerin sırıtışlarını düşünüyorum. Ancak hep birlikte bir şey yaparsak o sırıtışların o bet yüzlerde çürüyeceğine, kurtların kuyruklarını kıstırıp kaçacaklarına... İnanıyorum. İnanmazsam vicdanım ve yazmak için sebebimin kalmayacağını biliyorum.”
İşte bizim bütün problemimiz burada. Aydın geçinenler böyle düşünürse, aydın olmayan babalara kimin diyecek bir tek kelime sözü olabilir ki?
Gelin muhallebi çocuklarının dramını bu defada bir muhallebi çocuğunu ağzından dinleyelim
“Yaşlandım mı ne? Yalnız gidemiyorum bir yere. Çocukluğum giriyor koluma. Benle birlikte yürüyor. Kimi kez suskun, adımlarını uydurmaya çalışıyor. Çenesi düşüyor kimi, anlatıp duruyor, çokça da yakınıyor. “Beni önemsemedin, hakkımı yedin!” demeye getiriyor. Yaşıtları ökseyle, küçük kafesteki sakayla, kanarya’yla kuş tutmaya kırlara giderken onu eve kapamışım ben. Eline bir kitap tutuşturmuşum. Güneşten, kırdan, mahalleden, oyundan, çocukluk arkadaşlarından yoksun, çocuk başını karıştırmışım.
Okul kitapları olsa bir diyeceği olmazmış. Okul dışı kitaplarmış bunlar, üstten bakışlı, somurtkan, dediğim dedik türündenmiş. “ Tek doğru budur, bundan başka doğru yoktur ” demeye getiriyormuş. Okulla okul dışı kitaplar arasında gitmiş-gelmiş, o güzelim çocukluk yıllarını boşuna yitirmiş, açıkcası “ Top oynamalıydım, diyor şimdi yanı başımda, yazın mavi denizde yüzmeliydim; sahil çocuğuydum ben, yüzmeyi öğretmedin bana !” yanıtlayacak söz bulamıyorum. Gitsin istiyorum, çıksın kolumdan, tek başıma yürüyecek gücüm var benim.
Gitmiyor. Direniyor. Her yana onu götüremem ki, çocukların görmemesi, bilmemesi gereken yerler, olaylar, eylemler var. Anlamazlıktan geliyor. Bırakmıyor kolumu. Mahalle çocuklarıyla kırlara gitmek, kuş tutmak, aylaklık etmek güzel bir şey mi? Oturmuş evinde, uslu uslu kitabını okumuş. Top oynamak ne kazandırdı ona? Denize girmenin, yüzmenin de çeşitli sakıncaları, tehlikeleri var.
İçimden geçenleri anlıyor. “Ya iskelede balık tutmanın ne sakıncası vardı?” deyiveriyor. Arkadaşlarım çığlık çığlığa renkli balıklar çekerlerdi sinek oltasıyla denizden.
Getirdikleri kaba atar, yüzdürürlerdi. Suyunu değiştirirlerdi sık sık, öldürmezlerdi. Solmazdı balığın renkleri. Kimi kez dibe giderdi oltaları, bir yengeç, kayabalığı çekerlerdi gülüşerek, tutup yeniden denize atarlardı. Sonra ya oracıkta soyunur, iskeleden denize girerlerdi, yada mavralardan, vapurlardan atlarlardı mavi-yeşil sulara. Para toplarlardı aralarında, kayık tutarlardı, karpuz alırlardı.
Açıkta yüzer, balık tutar, denizde soğuttukları karpuzu pat diye kayığın küpeştesine vurur, parçalar, iştahla yerlerdi. Uzaktan bakardım onlara. Bana “muhallebi çocuğu” derlerdi biliyordum. Niçin aralarında değildim onların? Ne kötülüğü vardı bütün bunların? Onlar kendi ortamlarında, olanaklarının el verdiğince, çocukluklarını yaşadılar. Ben, kitaplardan oluşan, yaşadığımız dünyaya ait olmayan bir dünyanın tutsağı oldum! Ailece yaptığımız birkaç küçük geziyi anımsatıyorum, güvence içinde, birarada, mutlu. Gözümüzün önünde denize girmesi daha doğru, daha güzel değil mi? “Evet diyor, çok uzun aralıklarla, ayda yılda bir olurdu bu. Yetmezdi bana, doyurmazdı. Çocukluğumdan, çocukluk arkadaşlarımdan uzaktım.
Pısırık yaptınız beni böylece, korkak yaptınız!” İş dönüşü, evdeki köşemde gazetemi, dergimi, kitabımı okurken bilinmez nereden çıkıp geliyor, karşıma oturuyor. Bir süre bakışıyoruz. O da bir kitap alıyor eline. Uzunca bir süre geçiyor, okuduklarımızı bırakıyoruz. Bakışlarımız karşılaşıyor. Bu kez ondan önce davranıyorum; “vakti ne güzel değerlendirdik, boşuna tüketmedik, birkaç saat içinde birçok şey öğrendik” diyorum. Gülüyor. Gidip pencereyi açıyor. Yaşamın çağıltısı, çocuk gürültüleri, sesler odaya doluşuyor. “İşte gerçek, diyor, özellikle biz çocukların gerçeği.
Yaşamın içinde, sokakta, insanlarla birlikte, insanlar arasında. İnsandan, doğadan uzak, dört duvar arasında kitapların bana öğrettikleri noksan kaldı hep. Kimi kez yanlışları doğru; çirkinleri güzel diye belledim . Kitapların yazdıklarını gerçek sandım, yanıldım. Gerçek, hayatın içindeydi, yaşamda insanlar arasında. Gerçek, yaşamdan kopunca, sabahları okula, öğleden sonraları, akşamları eve kapanınca, her kitabı gereğinden fazla önemseyince, yüzeyinde kaldım yaşamın. Cesur, girişken, başarılı olamadım. Yenilgi korkusuyla, yanılabilirim, gülünç olabilirim ürküntüsüyle geride kaldım çoğunlukla, silik. Şimdi çocukluğumu yaşamak istiyorum yeni baştan, gönlümce. Al kitaplarını, bana çocukluğumu ver!”
Sıkıntılı, yorgun, ona yanıt vermeye hazırlanırken, öbür sandalyeye de gençliğim ilişti. Gözlerim aradı, buldu. Bakıştık. Daha bir bunaldım. Bakışlarımı kaçırdım. “Beni de dinlemelisin, dedi, usulca. O çokbilmiş kitaplarınla, vaktinden önce bende geliştirdiğin sorumluluk duygusuyla gençliğimi yaşatmadın bana. Sana göre, senin o saçma kitaplarına göre, genç kızlarla bakışmak, mektuplar, şiirler yazıp göndermek, kalp resimleri çizmek, renkli oklar yapmak, çiçek kurutmak, âşık olmak, anı defteri tutmak anlamsızdı. Hoşlandığın kızın evi önünden geçmek, perdenin ucundan yakaladığın gözleriyle mutlu olmak, deniz kenarında, kırda, kaçamak el ele tutuşmak, ilerisi için güzel düşler kurmak, çocuk işiydi, boştu, giderek gülünçtü.
Bir yandan evin geçimini yüklenmeliydim, öte yandan yurt sorunlarına eğilmeliydim. Gençler, nasıl saç bırakıyor; ne tür kravat takıyor; elbise paçaları, yakaları nasıl ? İlgilenmemeliydim bunlarla. Yaşıtlarımla kahveye gitmek, arada bir toplanıp iki tek atmak da bana yakışmazdı. Konferanslara, sergilere, tiyatrolara, ilginç filmlere gitmeliydim sadece. Gençler arasında ünlü o sokaklardan, evlerden sakınmalıydım. Öyle yaptım. İlk gençliğim, giyilmemiş bir gömlek gibi sandıkta kapalı kaldı, eskidi. Gençlik yıllarım, elbise dolabında asılı bir smokin gibi, giyilmeden küçüldü.
İlk gençliğimi giyinmek istiyorum yeni baştan, kendi dişlerim, kapkara saçlarım, parlak gözlerim, gürül gürül çağıldayan kanımla, gücümle; gençliğimi yaşamak istiyorum, özgür, tasasız. Onları sen aldın benden. Geri ver!” Dün’le tartışırken bugün’ü kaçırıyorum çoğunlukla. Yarın giriyor araya. Aksırıklı, öksürüklü, iki büklüm, bozuk plak örneği aynı sözleri geveleyen, dinleyicisiz, yapayalnız, hasta yarın. Onun yakınmasını anlamıyorum. Daha yaşanmamış ki. Çocukluğum, ilk gençliğim, kendi yönlerinden, bir bakıma haklılar. Yarın’a ne oluyor? Yarın gelmedi ki daha. Anlıyor. Açıklıyor; “Dünleri kötü kullandın. Bugün tedirginsin. Dün seni rahat koymuyor. Bugünleri de tüketiyorsun boşuna. Yaşamadan. Yarın, senden hesap soracağım. Yakınacağım. Başının etini yiyeceğim. Çocukluğun, ilk gençliğin, gençliğin seni sıkıştırır, bunaltırken bende uyarayım istedim. Ben, yarın ki bugünüm. Senin anlayacağın bugünkü yarınım. Dün’ü yaşamadın da, bugünü iyi mi yaşıyorsun sanki. Doğru yolda mısın? İşle ev arasında gel-git seninki. Yine güneşsiz, sokaksız, insansız. Yaşamsız, açıkçası. Hem, unutma, yarın diye bir şey yoktur. Dün’ü de unut. Bugün var, elinde. Onu yaşamaya bak. Yığınla kitabın içinde kaçı gerçeği söylüyor acaba? Kaçı değerli? Akıl gözüyle, gönül gözüyle yaşama bak, insanlara, olaylara. Kıpırdan biraz. İnsanlar arasına karış, gez.
İkili yaşamdan kurtuldun mu? Ne gezer! Çalışırken, okurken, gezerken derken uykularımda, çocukluğum gelip beni buluyor. Ardından ilk gençliğim geliyor. Topaç çevirmek istiyorum, yüzmek, balık tutmak, top oynamak, çiçek kurutmak anı şiir defteri tutmak, sevgilimin penceresi önünden geçmek, ıslık çalmak, okuldan kırıp kız arkadaşımla el ele deniz kenarında, kırda gezmek. Delikanlı arkadaşlarımla kahveye çıkmak, meyhanede iki tek atmak, şakalaşmak, hovardalığa gitmek. Yağmur altında, karda yürümek, canım istemiyorsa o gün işe gitmemek. Yapamıyorum. İteliyorum doyumsuzluklarımı bilinçaltına, sıkıştırıyorum.
Bir kitap alıyorum elime. Bir süre rahatım. Beklenmedik anda, bilinmez nerden, çocukluğum çıkıveriyor, ardından gençliğim. İkili yaşam başlıyor. Ne yapacağımı biliyorum ben. Bir tekme kitaplara, bir tekme de ilaçlara: bir tokat çocukluğuma, bir yumruk ta gençliğime; doğruca yaşamaya. Daha vakit varken. Bugündeyim. Bugün’ü yaşamak hakkım. Ne anıların sıkıntısı, ne yarın kuşkusu. Bugündeyim Yaşıyorum. Bundan güzel ne var?”
Bir muhallebi çocuğunu kişilik bölünmesidir yaşanan burada ki anlatılan. En kötüsü de budur. Sokak çocuğu düzene sisteme küfreder. Ya muhallebi çocuğu kime küfredecek? Babasına mı yoksa annesine mi?
Başka bir yazarda Türk Gençliğinin muhallebi çocuğu olmasında Üniversite sınavlarını etkisini incelemiş ve ilginç ama yüzeysel tespitlerde bulunmuş.
“Aktivasyon enerjisi düşmüş, molekülleri yerinden oynamış, aklı, zekâsı atavizm geçirmiş olan pek dâhi “gençliğimiz” internetten, arkadaşlarıyla sohbetlerinden, televizyon ve düş saatlerinden ha bir de arada göz gezdirdiği ÖSS kitaplarından vakit kalırsa Atatürk’ün dediği hayattaki en gerçek yol gösterici ilimle uğraşıyor.
Günümüz gençliği boş vakitlerini bir şeyler araştırarak değil, bir sorunu çözerek değil, bilimle, bilim tarihiyle uğraşarak değil, concon arkadaşı Sibel ile “chat” yaparak geçirmeyi tercih ediyor. Düşünebiliyor musunuz, bir ülkede çalışkanlık ve çalışma kınanabiliyor. Çalışanın argodaki adı inek, çalışmak otlamak, kitap defter taşımak, muhallebi çocuğu olmakla eşdeğer sayılıyor. Kınama vesilesi oluyor.
Teknoloji gelişiyor, ülkeye birçok ithal teknoloji ürünleri giriyor, kullanılıyor, zamane gençliği; nereden geliyor bu değirmenin suyu demiyor. Amerika’daki John amcanın ihtiyacından daha büyük, daha pahalı bir ev almasıyla başlattığı küresel ekonomik krizde x kadar üretiyorsa, 3x kadar tüketiyor. Perspektifinde ilim değil, hak edilmemiş refah var.
Uğraş ve anlayış bakımından gençliğimizi ikiye ayırıyorum. Yukarıdaki bahsettiğim birinci gençlik tipi. Şimdi sıra ikinci gençlik tipinde. Bu gençlik tipi ÖSS manyağı olmuş, 4’e ayrılan ve ancak çeşitli alan testlerinde çıkardığı netlerin sayılarıyla kendini ifade edebilen bir gençlik tipi.
Birinci sözel tipi, ikincisi eşit ağırlık tipi, üçüncüsü yabancı dil, dördüncü sayısal tipi ki, kendisini , daha ne yaptığını bile bilmediği Einstein’a benzeten öğrenci tipi. Derslerinin iyi olmasıyla Einstein’a benzeyeceğini düşünüyorsa yanılıyor. Herhalde ÖSS netleri iyi olursa ona benzeyeceğini zannediyor. Tabii burada Einstein’ı eleştirmiyorum. Çünkü o bir cismin kütlesi ile ışık hızının karesinin çarpımının o cismin gerçek enerjisini vereceğini, maddenin ışığın durgun hali olduğunu söylemiş ve Newton yasalarını ezip geçmiştir. Bunu yaparken de bilimsel merakı ve düşünmesiyle başarmıştır.
Okullarımızda o kadar matematik dersi görüyoruz. Neden 33 ülkenin katıldığı matematik olimpiyatlarında 1. olamıyoruz? Neden gelişip kalkınamıyoruz ve cari açığımız kapanmıyor? Neden bir türlü istikrarlı bir gelişme çizgisini tutturamıyoruz. Çünkü gelişmenin, kalkınmanın, güçlü olmanın en önemli koşulu olan, hayal gücü ve yaratıcılığı kullanarak ilimin aydınlık yolunda yürümüyoruz.
Tabii başarılı gençlerimiz de var. Bunlara lafımız yok. Onları takdir ediyor ve başarılarını takdir ediyoruz. Başta İsrail, Almanya, Japonya gibi ülkelerden bahsettim. Gençleri çalışıyor, didiniyor, başarıyor. Biz ve bizim gibi ülkelerde gençler biçimden çıkıp öze varamıyoruz. Ya özenti yoluyla kimlik bunalımına düşüyor ya da her yeniliğe ve insanlık mirasına karşı çıkmayı marifet sayıyoruz.
Ne yazık ki, Atatürk’ün kurduğu bu ülkede Türk gençliği parazit gibi yaşıyor. Ülke gerçeklerini temel alan bir kalkınma modelini hayata geçirmedikçe, Düşünüp bilimi rehber almadıkça, Köprülerin altından akıp giden sulara çok iç geçiririz . Bunca zenginliğin olduğu ülkemizde ne yazık ki, bizim onda birimiz kadar olan ülkelerin ürettiklerine hayranlıkla bakmaktan başka bir şey yapamayız.
Kalp kırdıysak, birilerine kötü söz niteliğinde sözler söylediysek affola, sitemimiz sevgimizdendir. İnsan sevdiğine aldırış eder derler. Her ne kadar umutsuz bir manzara çiziyormuş gibi görünsem de aslında Türk gençliğinin ülkemizi her açıdan sırtlayıp götürecek potansiyele sahip olduğunu düşünüyorum . Yeter ki, bilimin aydınlık ışığından uzaklaşmayalım.”
Bizim bu kadar örnekten sonra söyleyeceğimiz tek şey şu olabilir. Aydınlarımız böyle tespitlerle konunun etrafından, orasından, burasından, kıyısından, köşesinden dolaşmaya devam ettiği müddetçe bu ülkede daha uzun yıllar muhallebi çocukları dram yaşamaya devam edecektir. Çünkü bizim aydınlarımız muhallebi çocuklarının en orijinal örneğidir. Gerçek bir aydınında kendi zafiyetini incelerken objektif olması için gerçekten bir muhallebi çocuğunda bulunmayan müthiş bir irade ve öz eleştiri gücüne sahip olması gerekir. Onların köşe yazarı olmasını sabırsızlıkla bekliyorum.
YORUMLAR
Çocukluğum aklıma geldi birden yazınızı okuyunca :)))
Ne güzel günlerdi ...
Arkadaşımın kafasını da yardım taşla, kafamı da yardırdım taşla :)))
Hala her saçıma elimi atışımda kafamdaki o yükselti elime gelir/ gülümserim..
Arkadaşıma çok kızdığım için komşu teyzenin caaanım kapısını çamurla da sıvadım, babam kızdığı için bi güzel yıkadım da :))
Okuldan da kaçtım okulun ilk günleri, devamsızlığa dikkat ederek... Okul müdürüne lunaparkta balerinin eteklerinde kuş misali uçarken yakalandım da...
Sırf "kızlar kahveye girmez" diyen erkek arkadaşlarımıza inat, kahvede kendimize kola ısmarlatmıştık :)))
Şimdi bu ve bunun gibi nicelerini hatırlayıp kahkahalarla gülüyorum... Hala saklambaç oynadığım çocukluk arkadaşlarımın artık torunlarıyla oynayabiliyorum :))
Çocuklar özgür olmalılar...
Ruhlarında ki uçurtmalar daima mavi gökyüzünde salınmalılar...
Yarış atlarına benzememeli...
Ne yazık ki sistemimiz buna zorlasa da velilleri, bırakın çocuğunuz mühendis / doktor olmadan önce çocuk olsun...
Hiç bir zaman geri getiremeyeceğimiz tek şey ZAMAN..
Anne baba elbetteki en iyisini istiyor çocukları için.. ama önce sormak lazım kendileri ne yapmak istiyorlar...
Kızım üniversitede çalışıyor...
Yüksek lisans öğrencisinin notlarını ve devamsızlıklarını sormak için velileri arıyormuş...
İnanabiliyormusunuz Yüksek Lisans öğrencisi...
Siz bu çocuğua 18 yaşında reşitsin diyeceksiniz, cezai ehliyet vereceksiniz, sonra da velisi olarak herşeyini didik didikleyeceksiniz...
Ben muhallebi çocuğundan sa tuttuğunu koparan, hedeflerini kendi belirleyen, canı acıdığında ağlamasını bilen ancak hemen yarasını sarmayı bilen, soran sorgulayan, ve özellikle altını çiziyorum tarihini iyi bilen, Atatürk gençlerini tercih ederim...
Haydi analar babalar, biliyorum zor olsa da uzaktan izleyin, ve çocuklarınızı özgür bırakın... Bırakın düşsünler -tabii ki sizin gözetiminizde- bir daha düşmemeyi öğrensinler...
Harikasınız yine albayraklım, döktürmüşsünüz...
saygılar kaleme...
Mavi Sihir tarafından 5/11/2009 11:31:54 PM zamanında düzenlenmiştir.
Mavi Sihir tarafından 5/11/2009 11:39:46 PM zamanında düzenlenmiştir.