- 1002 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
*- HEDİYE
Açık görüş var dediler, anneler günü için. On beş gün önceden söylediler ki uzaktan geleceklere haber verilebilsin. O zaman ceza evlerinden evle irtibat kurmanın bir tek yolu vardı: Mektup. Herkeste bir heyecan… Az şey miydi? İlk kez bir açık görüş yapılacaktı. Her kes kaleme kâğıda sarıldı. Mektuplar yazıldı alel acele. Hiç zaman yitirilmeden askeri postaya verildi.
Sıra anneler gününü beklemeye gelmişti. Ama burası siyasi bir cezaeviydi ve ne zaman ne olacağını kimse bilemezdi. Şu açık görüş gününe kadar olumsuz bir şeyler olmasa da izin güme gitmeseydi. Koğuşta hemen her kes böyle düşünüyor olmasına rağmen hiç kimse bunu yüksek sesle dillendirmeye casaret edemiyordu. Olur muydu hiç? Bir açık görüş için, düşman (!) karşısında mücadeleden geri durulur muydu? Devrimci ahlâka sığar mıydı? Elbette sığmazdı. Bağırlarına taş basarlardı da taviz vermezlerdi. Yakışmazdı.
Vermediler de. Ne olmuşsa olmuş bir nedenle idareyle yine takışmışlardı. Bunun doğal sonucu elbette cezalandırılmaktı. Ceza olarak da açık görüş izinleri ellerinden alınmıştı. Kabul etmediler verilen bu cezayı tabi. Lâkin etmeseler ne olacaktı ki? Yapabilecekleri fazla bir şey yoktu, ceza evini ayağa kaldırmaktan başka. Çok çok açlık grevi yaparlardı, o eylemden de daha yeni çıkmış oldukları için yıpranmış, örselenmiş bedenlerine bir açlık grevi daha ağır gelirdi. Üzgündüler. Çaresiz gruplara ayrılıp nöbetleşerek iki gün iki gece boyunca bir an bile susmadan, sloganlar atıp yönetimi diken üstünde tuttular. Onlar için en etkili eylem, karşı tarafı sürekli tayakkuzda tutmaktı.Sinir oluyorlardı buna.
-Bir rahat verdikleri yok!
Böyle söylerdi hep, cezaevi müdürü olan binbaşı.
Evlere haber veremediler tabi, zamanları kalmamıştı. Zaten “Gelmeyin.” deseler de aileler nasıl olsa onları dinlemezdi. Her hafta hiç yüksünmeden, bıkmadan, usanmadan gelmiyorlar mıydı? Yine geleceklerdi. Açık görüş yapamayacak olmaları onlar için çok da önemli değildi ya, gelenler çok üzülecekti. İşte onlar da bu yüzden üzülüyordu.
Gün gelip çattı. Fakat görüşmecileri bir sürpriz bekliyordu. Açık görüş yoktu. Bu kadarla kalsa iyiyidi. Dahası vardı.
- Sadece açık görüş değil görüş de olmayacak, demiş cezaevi yönetimi.
Yönetimin bu kararı onlara da o sabah söylenmişti. Daha önceden söylenmemesinin nedeni maraza çıkmaması içindi. Malum kıyamet koptu. Cezaevi çınlıyordu. Yalnız ceza evi mi? Bütün Gölcük… Tutuklular susuyor, aşağıda nizamiyeden ziyaretçilerin sloganları başlıyordu. Onlar susuyordu, tutuklular başlıyordu.
O ara bir teğmen geldi koğuş kapısına. Dedi ki
-Hiç değilse biraz ara verin de ailelerin getirdiği çamaşırları falan alıp size ulaştıralım.
“Hiç değilse…”
Teğmen de çok iyi biliyordu ki bu tantana kolayına bitmezdi. Bu yüzden böyle söylemişti. Makul bir öneriydi. Kabul ettiler. Öyle ya kirlileri verip temizleri almalıydılar, hiç değilse. Çünkü son zamanlarda bitlenmişlerdi ve çamaşırlarını mümkün olduğu kadar evlere gönderip, bitten arındırmaya çabalıyorlardı. Hiç de kolay değildi bu iş. Getir, götür…
Ziyaretçisi gelenlerin eşyaları gelmeye başladı. Bir ara onun da adı okundu. Ama ne hikmetse çamaşırlarını getiren asker değil de yedi kazık bir başgedikliydi. Ranzadan inip kapıya gitti. Başgedikli açık kapının önünde durmuş onu bekliyordu. Yanına vardığında sağ elinde tuttuğu poşeti uzattı. Sol elinde de bir kâğıt vardı.
Mektup muydu acaba? Ama annesi okuma yazma bilmezdi ki ona nasıl yazsın? “Belki aşağıda birine yazdırmıştır.” diye düşünürken başgedikli kâğıdı da ona uzattı.
”Al bunu elbiselerinin içinden çıktı. Annen bu mektubu gizli gizli içeri sokmaya çalışıyordu. Oysa bunda gizlenecek bir şey de yazmıyor. Bize verse sana iletirdik. O elbiselerin içine saklamayı tercih etmiş. Yakalandı tabi. Biz de onu nezarete aldık. Kalacak orada biraz.
Bir anda koğuş başına yıkılıyor sandı. Bütün dünya dönmeye başlamıştı sanki. Dönüyor, dönüyor, dönüyordu. Nasıl olduğunu o da anlamamıştı ama şimşek gibi başgediklinin üzerine atılıp boğazından yakaladı. Ve lâkin o da çevik davranıp bir iki hamle yaparak elinden kurtulmayı başardı. Kelli felli, cüsseli bir şeydi. Açık kapıdan kendisini dışarı atar atmaz gardiyan asker kapıyı üzerine kapattı. Boğuşmaları ancak sekiz on saniye kadar sürmüştü. Koğuş da anında hareketlendi. Yeniden bir cayırtı... Ardından diğer koğuşlar da eşlik etmeye başladı onlara. Ateşkes çok kısa sürmüştü. Başgediklinin bir gidişi vardı ki değmeyin gitsin.
Seslerine aşağıdan cevap gelmekte gecikmemişti. Neden sonra bu sefer cezaevi müdürü binbaşı kapıya geldi.
- Assubayıma saldıran kimse çıksın ortaya! Diye gürledi tel örgülü koğuş kapısınn ardından.
O da ileri çıktı. Binbaşı emredici bir ses tonuyla
- Yaklaş! diye bağırdı.
Ses etmeden denileni yaptı. Eh ne de olsa söz konusu olan annesiydi.
- Bak dedi. Dışarıda bir tabur asker var. Seni alacağız. Ya kendin gelirsin, paşa paşa ya da biz gireriz içeri zorla alırız seni. Tercih senin. Eğer kendin gelirsen anneni bırakırım, evine gider. Yoksa kalır nezarette bu gece. Yarın da savcılığa gönderirim ikinizi birden. Ana oğul hesap verirsiniz savcıya.
Ah şu anneler… Çilekeş, vefakâr… Biliyordu ki annesi kendisi için ölüme bile giderdi. Ama ve lakin o buna razı olmazdı, olamazdı. Ne yapmalıydı? Tereddüt içinde kala kaldı birkaç saniye. Hemen arkasında duran arkadaşlarından biri onun bu kararsızlığını anlamış olacaktı ki
-Git dedi. İstersen seni vermemek için direniriz. Sonunda seni yine alırlar biliyorsun. Üstüne üstlük seninle birlikte bir kaç kişiyi daha götürürler. Olsun götürsünler, önemli değil. Bu bir savaş ve biz bu savaştan geri duracak değiliz. Anneni yarın savcılığa gönderseler de bir şey çıkmaz. Savcı nasıl olsa bırakır onu. Ama kardeş, hiçbir şey annenin bu gece nezarette kalmasına değmez. Hiçbir şey!..Hem bu koğuşta hiç kimse buna rıza göstermez.
Hafifçe belinden itti.
- Tamam, dedi binbaşıya. Bırak annemi, gel beni al. Ama önce annemi bırakacaksın gidecek. Sakın beni kandırmaya kalkma. Nasıl olsa öğrenilir. İşte o zaman neler olacağını kimse bilemez.
- Meraklanma. Söz verdim, tutarım.
- İyi o zaman ben de annem gittikten sonra koğuştan çıkarım.
- Söz isterim.
- Sadece sen mi sözünün erisin? Biz de verdiğimiz sözü tutarız.
-Anlaştık o zaman. dedi ve dönüp gitti. On beş yirmi dakika sonra tekrar geldi.
-Anneni İzmit dolmuşuna kendi elimle bindirdim. Şimdi gidiyor. Haydi sen de sözünü tut.
Oturduğu yerden kalkıp kapıya yöneldi. Binbaşıyı beklerken kararlaştırmışlardı o koğuştan çıkana kadar ses etmeyecekti arkadaşları. Sonra yeniden bildiklerini okuyacaklardı.
Asker gardiyan kapıyı açtı, o da dışarı çıktı. İki yanında iki asker hücrelere doğru giderken arkasından cayırtı başlamıştı bile.
On beş gün hücre cezası... Sorgusuz sualsiz... Ama olsun değerdi... Değil on beş gün, hayatına bile değerdi. Annesi için…
O yılın Mayıs ayının ikinci pazar gününü ne kadar da heyecanla beklemişti bütün ceza evi. Bir yıldan fazla bir zamandır ilk kez bir açık görüş yapacaklardı. Annelerine hediyeler vereceklerdi öpücüklerden. Olmadı. Hediyelerini veremediler. Onlar için üzüntü vericiydi bu durum ama elden ne gelirdi? Ama asıl daha da üzücü olan görüşmecilerinin ellerinin boş kalmasıydı. Anaların, babaların, eşlerin, çocukların... Hele çocukların... Ah hele o çocukların...
RECEP AKIL