- 547 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MAZIDAĞ'DA BİR GECEDE BÜYÜDÜM!
Gündüz; “artık bahar geldi” dedirtecek kadar ılık, kır çiçekleri ve yemyeşil, gece; insanın içini bile üşütecek kadar, kıştan kalma soğuk.
Bu yüzden de, köydeki birçok evin pencereleri henüz yeşile açılmamış, sıkı sıkı kapalı. Açılmamış pencerelerin ardında da neler yaşandığını, ne hesaplar yapıldığını, baharsız yüreklerin şeytanla beraber hazırladığı planları, kimse bilmiyor!
İşte, gecenin “bir ev dışında” bilinmedik, o saatleri…
Çocukların, yaşlıların uyumaya çekildiği bu saatler; çözümlü çözümsüz sorunların, dedikoduların, hayallerin, hayra yorulmaya çalışılan rüyaların harmanlandığı, bazen de yumak halinde sabaha taşınmak üzere hazırlandığı saatler.
Bu saatlerden gecenin sabahına ne akacak, hangi dert çözülmek için paketlenecek, hangi rüya hayırsız çıkacak? Önceden kim bilebilirdi ki…
İsmail, çocukça rüyaların süslediği derin uykusundan, kardeşinin sesi ile uyandı.
Bugün çok yorulmuştu, annesi düğün evinin hazırlıklarına yardım ettiği için tüm gün küçük kardeşlerine bakmak ona düşmüştü… Hatta öğretmenine, dişinin ağrıdığını söyleyerek dersten erken çıkmış, yalan konuşmuştu.“Kardeşlerine bakacağını nasıl söylerdi! nede olsa erkekti…”
Kendinden 4 yaş küçük erkek kardeşi Bora’ya baktı, kardeşinin; tedirgin, korku içinde, ne olup bittiğini anlamaya çalışan bir hali vardı… “ağabey bir şeyler olmuş…hem de şimdiye kadar olmayan bir şeyler….”
Altı yaşındaki Bora “bu bir ölüm mü?” diye sordu kendi kendine, ölümü biliyordu.
Geçen yıl dedesinin ölümünü; toprağa verilişini yaşamış, bir ölümün ne kadar ses çıkardığını, aileye ne kadar acı verdiğini küçücük yüreğinde fazlası ile hissetmiş, görmüştü.
Bu köyde uzun zamandır derin bir sessizlik vardı, bahara girildiği bu günlerde soğuk bahane ediliyor, kapı ve kahve sohbetleri yarım bırakılıp, akşamları erkenden eve kapanılıyordu. Çocuklar bile sık sık oyunları kesilerek eve çağrılıyor, söz dinlemeyenler de babalarından sıkı bir azar işitiyorlardı…
Bora, tekrar abisine döndü… onun ilgisini çekmek için elinden geleni yapmaya çalışarak; “ağabey acaba birisimi kaçırıldı, hani akşamları bizi erkenden eve çağırıyorlardı ya!” İsmail hızla yerinden fırladı “yoksa?”dedi,iki yaşındaki Hatice bebeğe baktı, bıraktığı yerde mışıl mışıl uyuyordu…”uyur tabi,saatlerce birlikte ne oyunlar oynadık, onu oyalamak isterken ben bile ne kadar yorulmuşum, onun daha yaşı ne ki” diye düşündü…
Boraya kızarak, “bak zorla beni kaldırdın, galiba canın sıkıldı oynamak istiyorsun değil mi?”dese de… “en iyisi Boranın tedirginliği ile birazcık ilgilenmeli” düşüncesi ile pencereye doğru uzandı….
Gözüne, genelde gündüz görmeye alışkın olduğu askerler takıldı. Askerleri özenerek seyretseler, hele şeker dağıtırlarken çok sevimli bulsalar da, bu gece nedense hiçte sevimli gelmedi yüreğine…
Tüm korkularını yenerek pencereyi açtı…”asker ağabey ne oldu ki?” askerde en az onun kadar tedirgin anlamsız bir ses tonu ile “kapat pencereyi içeri gir.”
Bora haklılığının ispatı olarak gördüğü bu uyarıya karşılık ağabeyine dönerek “ gördün mü felaket olmuş” dedi…
İsmail; koruma içgüdüsü olsa gerek, uyumakta olan Hatice bebeği bir hamlede kucağına aldı…
Felaket ne olabilirdi! Eğer, köy teröristler tarafından basılmış olsa ki; bu tür olaylar genelde daha evvel ihbar edilir , o zaman da zaten anne ve babası onları yalnız bırakmazdı…
Yoksa deprem mi olmuştu?
Öğretmeni depremi; bir anlık en büyük felaketlerden biri olarak anlatmış, “yakar yıkar ocaklar söndürür” diye tanımlamış, “bazı binalar yıkılıp yerle bir olurken, bazıları da sapa sağlam yerinde kalabilir!” demişti…
Etrafına baktı her şey yerli yerince duruyordu… Masa, sandalyeler hatta babasının ara sıra dangırdattığı bu yüzden annesinin “yeter artık bir de çalabilsen ne güzel olacak” diye takıldığı bağlama bile; tek ayak cezası yemiş öğrenci gibi, yoruldum havasında olsa da, yaslı duvarda istifini bozmamış, öylece duruyordu.
Ya başka ne olabilirdi? Öğretmeni; “duvarlar nehir yatağı gibi yarılır, bir uçtan bir uca cizgiler oluşur”demiştiya, duvarlara baktı; koptu kopacak sıvaların arasından; sanki üzeri toprakla hiç kapanmamış tabutlar gibi ardıardına sıralanmış gözüken tuğlalar vardı. Ürperdi, ne kadarda kötü şeyler düşünüyordu… Duvardaki her şey, her çizgi, dün gözlerinin gördüğü gibi, değişen bir şey yoktu.
Duvardaki resimlerden biri babasının askerliğinden kalma, biride geçtiğimiz yıl köye gelen misafirlerin çekip yolladığı, “çerçevesi olmadığı için çiviye takılmış, üç kardeş bu haliyle de resme bakan herkesi güldürmüştü.” Oda yerli yerinde…
Hiçbir şey dünkünden hatta bir saat evvelinden bile farklı değildi…
Yine de farkında olmadan sordu ”deprem ne zaman olmuş”…kardeşi öfkeli “ne depremi”…”sen felaket! oldu demedin mi?”
İkisi de bir rüya âleminin repliksiz kalan iki başrol oyuncusu gibi kalakalıp, bakıştılar. “Ne yapalım?”… dilsiz göz; “bekleyelim annem babam gelir.”
Gittikçe yükselen kalabalık ,kalabalıklaştıkça yükselen sesler ..
Onlar tarafından beklenen ise; sesler arasından tanıdık bir ses… kapı tokmağının açılması, ardından koşarak gelen Melahat anne…
İki kardeş kapının tam karşısında yere oturarak tekrar beklemeye başladılar. “Acaba ne kadar bekleyeceklerdi!”
Uğultu, sonra ağıt…”anlaşıldı birisi öldü” dedi İsmail… derin bir nefes aldı… “yaşlı komşumuz için zaten gidici demişlerdi.”
Birazdan onlarca kişinin isimleri aynı anda, asker yoklaması gibi çağırılmaya başlandı…bu çağırma , dönüşü olmayan bir gidişin ardınaydı ve karşıdan hiç ses beklenmiyordu..
“Efendim” diyebilecek birisi BEKLENMEDİĞİ için de gece yırtılıyordu.
Bir anda küçük yürekler büyümeleri gerektiği anlara doğru yol almaya başladı, başladı da henüz onlarda bunun farkında değillerdi.
Üşümeye başladılar… Dışarıda tek tek dile getirilenlerin; “okuldaki yoklama sırasında ismi okunan öğrencinin ben buradayım demesi gibi” ben buradayım demelerini beklediler, beklediler…
Bora kısık bir sesle; “ağabey düğün evimi?” kafa sallayarak “evet” dedi İsmail… Susmak istiyordu… “Ya bu yoklamada tanıdık iki isim de çağrılırsa” dedi, kendi kendine… Ki, kapının kolu çevrilmeye başlandı “tamam” dedi “annem bu!”
Bora, kapıdakinin annesi olduğu heyecanı ile fırlamıştı ki, dışardan gelen başka bir sesle koridorun ortasında acı bir kucaklaşma yaşadı… “Mehmeeet,Melahat,size nasıl kıydılar, İsmaili, Bora’yı, hatça kızı nereye bırakıp gittiniz?”…
Ay ışığının aydınlattığı resmin görünebilen bir kısmında ki felaketin yüzü, çok çirkin di… Onlar bu gece, depremden daha büyük felaketler olabileceğini de öğrendiler…
Saatler boyu hareket etmeden öylece oturdular, ağlamak şöyle dursun,göğüslerinin sesini bile susturuyorlardı.. “Hatice bebek uyanmasın,ANLAMASIN” dedi İsmail…Bora “ağabey o daha iki yaşında”….
Annem, “ona bak, oynat, oyala, canı sıkılmasın, hepsi hepsi bir gün, ağabeylik yap” demişti. Kucağında ki Hatice bebeğe baktı, sonra bacaklarına sarılmış Boranın ellerine…
Hatice ‘yi sarıp sarmalamış ,bora ise gözlerinin içinde ..…günün bitiminde verilen görevi düşündü…”bir gün demişti annesi, SADECE bir gün ağabeylik yap!”
Sabahın ilk ışıkları; ortaya dökülenler, gördükleri ve duydukları…
Neydi neler olup bitmişti, bütün bunlar ne anlama geliyordu? Bundan sonra ne olacaktı? Elbet zamanla onu da anlayacaktı…bu gün ise anlamaya ,yapmaya ,yerine getirmeye çalıştığı tek şey , anne ve babasının katledilmesi ile bir gecede üzerine yüklenen sorumluklarıydı….
Cenazeler feryat figan, herkes ağlamıştı; bir tek kendi ağlamamıştı. Çünkü artık o evin büyüyü, kardeşlerinin abisiydi. KUCAĞINDAN hiç indirmediği hatçe bebeğe sonrada etrafına baktı…
Dün düğün evi için taşınan sandalyeler bugün kan izleri yıkanarak kurulan taziye çadırına yerleştiriliyordu… Sandalyeleri, çaydanlıkları taşıyanlarsa yine çocuklar…
O gece; Saldırı nedeniyle 35 çocuğun hem annesi hem de babası öldü. Annesi ölen 20, babası ölen 15 çocuk. Ve bu yıl ilk defa bir kısmı Anneler Günü’ne annesiz, bir kısmı da babalar gününe babasız girecek. İsmail ise hem anne, hem baba olarak…