- 733 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BOYACI
“Ayakkabıyı bir güzel boyayıp, üzerine bir de cila çektin mi tamamdır. Sonra da usûlüne göre parlatırsın...”. “Olur mu be ağbi, hemen bitiriverdin. Hem bunca zaman sonra yanıma gelmiş, misafirim olmuşsun. Bir yabancı ile konuşur gibisin. Hem, hemencecik ayakkabını parlatıp, seni, bunca zamandan sonra bırakacak deği-lim ya...”.
Böyle diyordu ekmeğini bu şartlarda kazanmaya çalışan, garip bir ayakkabı boyacısı Salih... Salih’i yıllar öncesinden tanımış ve kendisiyle, pek içli-dışlı olmasa da, samimi olmuştum. Tabi henüz o, o zamanlarında daha gençti. Ve yaşamın kendin-ce kurguladığı yol ayrımında, bu yolu seçmişti. Zamanın çaldığı bir yaşlanma, netice-sinde getirisi olan yaşlanma... Ben de onunla hemen aynı yaştaydım ama, onun yü-zünde biriken çizgiler, hayatın yokuşunda tırmanıp, bir yerlere tutunmaya çalışan bu insana, bu arkadaşıma, sanırım biraz daha acımasız davranmıştı.
“Salih be...” dedim. Ayakkabımın üzerinde olan renkli gözleri, hemen her insanda olan o tür bir ışıltıyla bakmıyordu. Ve alnında birikmiş olan kırış içindeki çiz-gileriyle, ayakkabımın üzerinde hareket eden eli bir an durdu ve “buyur ağbi...” , diyerek beni yanıtladı. “Salih, aradan bunca zaman geçti... Ne yaptın, anlat baka-lım...” . Salih, hem ayakkabımı boyayıp, parlatmakta, hem de geçmiş yılları özlemi ve acımasızlığıyla olanları anlattı. Samimiyetimize inanarak, bütün olanları ayrıntılarıyla aktardı. “Ağbi, biliyorsun ya... hani bir ara karşılaştığımızda, şöyle bir ayaküstü sana bazı şey anlatmıştım. Askerden geldiğimde, çok aramama rağmen maalesef bir iş bulamadım. Bütün aramalarım sonuçsuz oldu, yani boşu boşuna dolaştım durdum, iş bulma amacıyla... Ve sonuç... senin anlayacağın heba oldu ağbi... Sonrasında ise babam beni yanına çağırdı. Ve –oğlum, bu böyle olmaz. Şu arsayı sat, parasıyla da kendine bir dükkan gibi bir mekan aç... – Biliyorsun bizim o aralar da, yani babamın emlak işi yaptığı günlerde sahibi olduğu bir arsa vardı. Garibim onu sat dedi... Üzül-düm bir ara... ama elden ne gelir, babam haklıydı ve arsayı satmaktan başka da bir şey yoktu... Bende babamın dediği gibi yaptım, arsayı sattım.”. Peki, dedim mekan açabilecek kadar parayı denkleştirebildin mi bari dedim. “Buldum ağbi, babamın sat-mamı istediği bu arsası sayesinde, bu mekana kavuştum. Ama bu telaş içerisindey-ken, babamın, çok ağır olmasa da, beni ve ailemi üzen, bizleri sarsabilecek bir rahatsızlığı ortaya çıktı. Ortaya çıktı diyorum. Çünkü bu tür bir rahatsızlığı zaten
varmış. Ama kimseyi üzmemek adına, bizlerden, çevresinden hep saklamış bu rahat-sızlığını... Bir akşam evde oturuyorduk, aniden fenalaştı. Tabi bizde, hemen bir ambulans çağırarak hastaneye kaldırdık. Hastane de durumunu inceleyen doktorlar, neyin ne olduğunu sanırım, bizlere söyleyemedikleri bir tür gizlilik içinde ve suskunluk içinde hallettiler. Çünkü bunu, yani bu durumu, gözleriyle olan iletişimle-rinden ve birbirlerine anlamlı bakışmalarından anladım.”. Sonrasında anlatımına ara veren, susan Salih’e, ne olduğunu ve neden suskunlaştığını sordum. Oysa Salih, salt ayakkabıma bakıyordu. Kendimce, herhalde boyacı sandığı üzerinde olan ayakkabı-mın, boyama ve parlatma işlemi bitti, şimdi de ötekini sandık üzerine istiyor diye düşündüm.Bunda da pek yanılmamışım. Salih, hafifçe tebessüm etti ve anlatımına kaldığı yerden devam etti.
“İşte ağbi, babamı hastaneye kaldırmamızın ardından, doktorların birbirlerine anlamlı bir şekilde bakmalarından, tam üç hafta geçti. Ağbi, babama kanser teşhisi konmuştu. Babam, bitkisel hayatta ve ayılamayacak türden bir komadaydı. Evet... ca-hilim ağbi, ama neyin ne olduğunu veya ne olacağını az çok anlarım. Ne de olsa yıllarım geçti... Ve ben, inan olsun babamın durumundan bir hayli endişeliydim. An-cak daha sonraları bu endişelerimin yersiz olduğunu anladım. Ama anlamadığım, san-ki kaderin bir tür cilvesiyle karşılaşmıştım. Babam, Tanrıya şükür komalık durumu atlattı. Fakat, ardından serum tedavisine yöneldiler. Babamın durumu iyiye doğru gi-diyordu. Ve babamın durumunun biraz olsun iyiye doğru gittiğini,durumunda bir düzelme olduğunu gözlemleyen doktorlar, Sulu gıdalara yöneldiler. Taktıkları serum şişelerini çıkartıp, böyle bir tedaviye yönelen doktorlar, hastanın çok iyi bir bakıma ve çok iyi bir morale ihtiyacı olduğunu belirttiler. Elbette ki gerekeni yapacaktık. Yapmaya çalışacaktık. Ve babam...senin anlayacağın ağbi, bitkisel hayata girdi... Gerçi, günler sonra babam kendine biraz olsun gelip, dili açılınca, bizlerle konuşmaya başladı. Eh işte, bizlerle ve gelen gidene hal-hatır soracak kadar... Ardından da iki haftaya yakın bir süre, yani on gün kadar bir süre sonra babamı hastaneden taburcu etmeye karar verdiler. Tabi hemen, başhekim ile görüştüm ve talimatlar doğrultusun-da, babamın hastaneden çıkış işlemlerini yapmaya çalıştım. Ancak...” “Ancak, ne Sa-lih...” “Ağbi, evrakları tamamlayıp, bir an önce babamı oradan çıkartmak isterken, evrakın birinde, babamın, hastanede kaldığı süre içerisinde, hastane yönetiminin yap-mış olduğu masrafların listesi vardı. Bu listeyi incelediğim zaman, inan olsun sanki kaynar sular başımdan aşağıya ve tüm benliğime boca etti...”. “Nasıl masraflar” de-meme kalmadan, “İlaç, serum, yemek, refakatçi gibi masraflar... elbette ki ağbi, duru-mu biliyorsun, yani pek iyi bir durumda değiliz...maddi açıdan... hatta orta halli bile değiliz... Neyse, benim güzel ağbim, benim gözüm bu liste karşısında korktu. Aslında masrafları karşılayacak para vardı. Ama o para, babamın, bir mekan açmam için ver-diği paraydı. İşte korktuğum, asıl buydu. Oysa bu parayı hastaneye vermem gereki-yordu. Eh, serde delikanlılık var ya... babamı hastane köşelerinde rehin mi bırakaca-ğım. Hemen gereğini yaptım. Ve, geleceğimi bir çırpıda oracığa bırakmak zorunda kaldım...”. Bir ara, uzunca anlatımlara giren Salih’in konuşmasının arasına girerek, “Yahu, Salih be...bu duruma gerçekten üzüldüm ama... birde senin kardeşlerin vardı, onlar ne yaptılar?...”. Salih, yine derinden bir ahladıktan sonra, kederli olarak sürdür-dü konuşmasını, “nerede be ağbi, elin varsa başını kaşı derler ya...işte bu durum da aynen öyle oldu. Yani senin anlayacağın, kimse hani taşını elini altına koymadı. Açıkçası, kimsenin kimseye pek faydası yok... İşte biz böyle bir dünyada yaşıyoruz be ağbi...”. “Salih, şimdi daha çok üzüldüm. Peki... daha sonra ne oldu...”. “Sonra, babamı hastaneden çıkartıp, eve getirdiğimde, evin halini görmeliydin... sanki bayram
vardı. Zavallı anam, hayat arkadaşı, hele yaşlılıklarının ilerleyen zamanlarında olma-larından mıdır nedir, sanki birbirlerine daha sıcaktılar... Ve o yaşlı kadın... o denli koşuşturuyordu ki, hani dersin genç kız... Bir görsen, nasıl çırpınıyordu...”. Güldüm, anladığımı ifade edebildiğim sözcüklerle, salt başımı salladım. Ve, “Salih, babanın ra-hatsızlığını tam anlayamadım... neydi?”. “Kronik bir kâlp rahatsızlığıymış. Tabi bu onlarca, yani doktorlarca bir terim. Kısaca ağbi, adam kalpten sakatmış...”. “Geçmiş olsun Salih... Peki... sonra ne oldu?”. “Sonra ağbi, hastaneden çıkarttığımız ertesi hafta, inan durumu daha iyi oldu...”. Ancak bu anlatımından sonra Salih, durgunlaştı. Gözleri ağlamaklı gibi bir anda yaşlara bezendi. Bu durum dikkatimden kaçmadı. Sa-lih’e, bu durumu biraz açmasını söyledim. Gözyaşlarını tutmaya çalışan Salih, o yaş-lara yenik düşerek, ağlamaya başladı. Bir şeylerin olduğunun iyice kanısıyla, neler olduğunu sormakla, edimimi yineledim. “Salih, ne demek iyiydi... Hani seni bilme-sem... Geçmişte gibi konuşuyorsun...”. “Gibisi fazla biraz be ağbi, ertesi hafta ani bir kalp krizi daha geçirdi ve elbette o da işini bitirdi”. “Yani öldü mü Salih...”. Salih, bir şey diyemeden, başını, dememi tasdikler gibi önüne eğdi. “Yapma be Salih... ne diye-lim Tanrı rahmet eylesin...”. Salih, hüzün içinde konuşmasına devam ederek, “Ve işte gördüğün gibi ağbi, elimiz-kolumuz adeta bağlanmış, senin gibi biri çıkarda ayakka-bısını boyatır diye beklerim, bu sandığın başında... Eh... beklerim ya...”. “Niye öyle söylüyorsun Salih, hiç gelen olmuyor mu?”. “Oluyor be ağbi... tamamen de öyle demeyeyim, oluyor olmasına ya... eh işte onlarda yoksul insanlar, yani gariban takı-mı... Kısacası, onlardan elimde kalan para çok az...”. “Olsun be Salih, hiç yoktan yine iyidir. Hem ne yapacaksın, buna da şükür...”. “Öyle ağbi, öyle... dediğin gibi hiç yoktan bu da iyidir...”. Salih’i, yaralarını pek tedavi edemesem de, yine de moral olsun diye biraz omzunu okşadım. “Üzülme Salih, üzülme... olaylar senin elinde ol-madan ve senin istemediğin bir biçimde gelişmiş. Artık geçmişi, olanları unut, unut ki geleceğinde de mutlu olasın...”. “Haklısın da ağbi, gel de unut bakalım... Ama dediğin gibi başka da çarem yok!...”. “Peki Salih, buradan elde ettiğin ev idaresi için pek yeterli değil sanırım... Başkaca bir gelirin var mı...”. “Neyse ki ağbi, babam zamanın-da bir ev yapmış. Eh iyi-kötü idare ediyor işte... Ne yapalım bu da hiç yoktan iyidir... İşte ağbi, ailece burada kalıyoruz. Genişçe bir ev... Hatta kız kardeşim, kocasıyla bir-likte, o da bizle kalıyor... Yani Tanrıya şükür geçinip gidiyoruz... Bu arada, işte be-nim üç, beş kuruş kazancımla da günlük nafakamız çıkıyor...”. “İyi, iyi Salih, demek kız kardeşini evlendirdin ha...”. “Ah ağbi, o durum da bir başka ya...”. Ne olduğunu, neden üzüldüğünü öğrenmek istedim. İçi yandı adeta... Çünkü, evlendiğini ve mutlu-luğunu görmesini çok istediği babasının yokluğu, düğün gecesi, bu mutluluğa adeta gölge düşürmüş ve kız kardeşi ile eniştesi, elbette ki diğer aile fertleri huzurlu ve mut-lu bir şekilde eğlenememişlerdi...
Biz, böyle, uzunca bir süre birlikte olamamışlığın ve birbirini görememişliğin acısını sanki alırcasına, birbiri ardınca gelen sorularla, Salih’in yarasını ve benim özlemime neden olan konuşmalarımın neticesinde, ayakkabımın, boyanma işinin bit-tiğini ikimizde gülerek inceledik... Salih, tamam olmuş dedikten sonra, ayağımda bulunan terlikleri çıkartıp, boyanmış ayakkabılarımı giydim. Boyama işi bitti ama, yıllardır görmediğim arkadaşımı bulmuşken, henüz konuşmamız tamamlanmamıştı. Konuşmalarımıza kaldığımız yerden devam edecekken, Salih, oradan geçmekte olan, önüne geçirmiş olduğu önlükten ve elinde bulunan tepsisinden, onun kahveci çırağı olduğunu anladığım bir çocuğu yanına çağırdı. Yanına gelen çocuktan demli iki çay getirmesini istedi. Ben de cebimden çıkarttığım sigara paketini uzatarak, birer sigara içiminde konuşmalarımıza devam ettik...
“Hep, benim konuşmalarımla geçiştirdiğimiz zaman için senden özür dile-rim.”. “Ne demek Salih. İnan böyle düşündüğün için çok üzüldüm. Seninle bir kardeş gibi büyüdüm, biliyorsun...böyle bir söz... inan beklemezdim...”. “Özür dilerim... ne bileyim işte, hani sanki canını biraz olsun sıktım gibi...”. “Olur mu hiç Salih. Seninle görüşebilmek için kalktım buralara kadar geldim. Senin söylediğin şu söze bak, aşk-olsun...”. “Çok, çok özür dilerim ağbi... ama, biraz da senden konuşalım istedim...”. Baktım Salih gerçekten çok üzgün, gülerek, tamam, tamam demekle yetindim. Gül-memden aldığı cesaret neticesinde, “peki ağbi, sen nasılsın... bunca zaman sen ne yaptın... anlat bakalım.”. “Ne olsun be Salih, yaşamın iniş-çıkışlarında yuvarlanıp, kendimce direnmeye çalışıyorum. Yahu, aklıma bir şey geldi. Ben seni tanıdığımda bekardın, hatta bu durum uzun yıllar devam etti. Ve senin için artık müzmin diyor-dum. Aradan bunca zaman geçti. Ne oldu, medeni durumunda bir değişiklik oldu mu?...” . Salih, iç acısını, yürek sancısını yansıtırcasına başını önüne eğdi, “yok, be ağbi...”. “Nasıl yani... hani az önce söz ettiğin durumundan dolayı mı...”. “Değil ağbi, ne şu an içinde bulunduğum durumum ve ne de parasızlık... hiçbir şey, inan böylesine içimi acıtmıyor... aşk be ağbi... aşk... aslında çok melanet bir şey, biliyor musun... Aile arasında ve annemin aracı olduğu bir kızla söz birliği ettim. Bir müddet sonra da kızla haylice samimi ve birbirimize akan bir sıcaklıkla yakınlaştık. Ve bir müddet sonra da aramızda küçük bir törenle nişan yapıp, yüzüklerimizi taktık. Hani... anlatır-lar ya, şu meşhur gelin-kaynana tartışmasını. İşte bu durum, yani anaların tartışması büyüdükçe, içim iyiden iyiye acıdı. Hem sadece benim değil. Bu durumdan etkilenen zavallı Gülay’ın da... Bu kız, üstelik zengin bir ailenin kızıydı. Hem de çekici ve güzel... her şeyden önce aşık olduğum ve sevdiğim bir kız... Neyse, bir gün Gülay’ı eve davet ettim. Ama...”. Salih’in bir hayli ve aniden canı sıkılmıştı. Sanki o an, Sa-lih’e bir şeyler olacağını düşünüp, anlatımlarına ara vermesini istedim. O ise bu dü-şünceme pek katılmayıp, anlatımına kaldığı yerden devam etti... “Bu kız, daha ilk günden adeta beni hor görürcesine, ağırlığını hissettirmeye başladı. Bunu da elbet ha-reketleriyle belli etti tabii... Canım, babamın yadigarı, biricik anamla beraber kahve içmek istedik. Ve tabi bunu kendisine ilettim. Hatta ardından da kendine de yap diye ekledim. Eh...tabi evde kız kardeşim olsaydı durum biraz daha farklı olurdu.” Burada, söze katılmak istedim, “Salih...herhalde nişanlın hayır dedi...” demekle yetinebildim. “Yok be ağbi, hayır dese...hani bir yerde. Ama, -ben kahve yapmayı bilmem- demesin mi... İnan bir anda, sanki şok oldum. –Ne yani, sen kahve yapmasını bilmiyorsun, daha başka şeyler yapmasını damı bilmiyorsun!... boynunu büküp,-evet- deyince... İnan bende sigortalar attı. Kısaca... külahları değiştik. Aslında... yanıma oturup, bir müddet ağladı. Bizleri kırmamak için böyle söylemiş. Bir anlamda ona da hak ver-dim. Çünkü, kız bizler gibi değil ki... yani bir eli yağda, öteki eli balda... Böylece ona da pek kızamadım. Benim kızdığım, beni bir müddet oyalayarak, olumsuz da olsa sonucu, sanki bilerek yapmış gibi... kalbimi acıtmak... İşte bu durum dokundu. Neyse, bende daha fazla uzatmadan yüzüğünü, parmağımdan çıkartıp, kendi kendisine iade ettim. Ve böylece... bu iş de kapanmış oldu...”. Bu duruma inan bende üzüldüm Salih, diyerek biraz olsun manevi destek vermeye çalıştım. Ama yüzündeki ifade, bu işin pek bitmediğini gösteriyordu. Ve sordum, “kesin bitti diyorsun Salih, değil mi...”. “Tamam olsun, artık gerçekten bitti...”. “Peki Salih, o bitebilir ama...”. “Anladım, başka diyorsun.”. “Tabi Salih, o kapanabilir...”. “Ağbi, gözüm bir kez yıldı.”. Yaşın epeyce oldu. Bu durum daha ne kadar sürer, diyecek oldum. Bana bu işler artık kısmet benim için demez mi... “Kısmet ama sende biraz gayret et” dedim. Ama verdiği yanıt, içler acısıydı. “Boş ver ağbi be... bu gidişle herhalde öteki tarafı
buluruz...”. “Sus be Salih, bu ne biçimsiz bir söz böyle, ağzından yel alsın... Hem, da-ha genç sayılırsın... hem, hem sen erkeksin oğlum. Yaşın ortanın üzerinde bile olsa ne çıkar sanki...”. “Neyse ağbi, bu iş canımı sıkıyor zaten. Kusura bakmazsan... bu konu-yu kapatalım...”. “Pekala Salih... kapatalım, kapatmasına ya... ama nasıl olsa biri mu-hakkak bir gün yaranı deşip, canını yine acıtacaktır. Belki şimdi kaçıyorsun ama, ya-rın inan kaçamazsın. Hele yarınlarda yalnızlık, yalnız olmak... birinin yanında olma-ması... hah...bak çaylarımızda geldi. Güzel demlenmişe benzer. Neyse artık konulara daha fazla değinmeden, ağzımızın tadını da bozmadan rahatça, şu güzelim çaylarımızı içelim...”. Salih, gülerek yüzüme baktı ve, “peki ağbi... öyle olsun...”.
Salih, içini karartan başından geçmiş acı olgularla ve duygu yoğunluğunda ve bu adeta keşmekeş yaşantısında, boyacılık yaparak yaşam savaşı verircesine, geçimini temin etmeye çalışıp, yaşamında biraz da olsa, kendince ilerlemeye, nefes almaya çalışıyordu. Belki, sonucunun iyiye veya kötüye doğru gittiğini, üzülerek izliyor ve bunun da bilincindeydi... Ama ne yapsın, bu yaşam girdabında, bunları yapmakla yükümlüydü. Adeta bu eziyete mecburdu... Kendince yakınlaştığı dünyasında, Kisvet kaldırımında, ine-çıka ve düşe-kalka ve benliğinde yaşadığı çırpıntılı duygularıyla, üç-beş kuruş kazanmaya çalışan, şu garip insan, tüm bu eziyetlerin yanı sıra, yaşam-dan kopmuyor, ama zaman içinde eriyerek, ömrünü tüketmeye çalışıyordu. Ve bunun için de adeta çaba gösteriyordu...
Mustafa GÖKÇEK