- 1273 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
“İYİ ŞİİR” ÜSTÜNE “KÖTÜ” OLMAYAN’ DÜŞÜNCELER
Şiir nedir? İyi şiir nedir? İyi şiirin ayırıcı vasıfları nelerdir? Her şiir iyi şiir midir? Şiirin kötüsü olmaz mı? Daha doğrusu kötü şiire “şiir” diyebilir miyiz? Şiirin duygusal bir tarafı olduğu gibi, teknik bir tarafı da yok mudur? Dün olduğu gibi bugün de milyonlarca kişi şiir yazdığı halde, neden bazılarının adları asırlar boyunca hatırlanıyor da, bazılarının isimlerini neredeyse torunları bile bilmiyor? Niçin bazı şairler kalıcı oluyor da, bazıları Paris’ten esen bir yaz modası gibi ya da tek kliplik popçular gibi sönüveriyor? Şiirin çilesini çekiyor muyuz, iyi şiir yazmaya gayret etmek adına? Sanat yapmak istiyor muyuz? İyi şiir yazma düşüncesi ve duygusu beynimizi ve kalbimizi zonklatıyor mu? Yoksa ağzımızdan dökülen her kelamı şiirsel bir kalıpla ifade edip bayağı şiirler mi yazmak istiyoruz?
T. Kuhn, bilimi olağan ve olağan üstü diye ikiye ayırır ve der ki; ‘herkes olağan bilimi icra eder. Belli paradigmaları kullanır. Mevcudun ötesine geçemez. Gerçi bunların yaptığı da bir anlamda işlevseldir. Mevcut paradigmayı yaşatmak ve bilimin konusu olan hususlarda araştırma yaparken bu tür paradigmaları belli bir düzen ve anlamlılık içinde kullanmak da kuşkusuz önemlidir. Ancak olağan bilim, her ne kadar kendi içinde belli kuralları ve metodik prensipleri taşıyor olsa da, adı üstünde olağandır, yani normaldir, bayağıdır. Ancak paradigmaları değiştiren bilim olağan üstüdür. Çünkü o, yeni bir bakış açısı getirir. Araştırmacıların gözlüklerini değiştirir. Olağan bilim, bilim adamını bazen miyop yapabilir, olağan üstü bilim miyopluktan kurtulunca ortaya çıkar. Bu anlamda olağan üstü bilim devrimci ve geleneği silkeleyici bir yapıya sahiptir’.
Kuhn’un bu sözlerini şiir için düşünelim bir anlık... Olağan şiir mi yazıyoruz, yoksa olağan üstü anlatımların mı peşinde miyiz? Kuşkusuz pek çok bilim adamının yaptığı olağan bilim gibi, pek çok şair de olağan şiir yazar. Pek az bilim adamının gerçekleştirdiği olağan üstü bilimsel paradigma değişimini de yine pek az şair gerçekleştirebilir. Bunu gerçekleştirenler de olağan üstü oldukları için zaman üstü bir gerçekliğe bürünürler.
Şimdi şu soruyu kendimize tekrar tekrar sormamız gerekir: Olağan şiirin mi peşinde olacağız, yoksa olağan üstü şiirin mi?
Eğer olağan üstü şiir yazma kaygısındaysak, şayet zaman üstü olmak istiyorsak (ki bu arzu her insanda en azından nüve olarak mevcuttur), o zaman iyi şiir tartışmasını bıkmadan usanmadan yapmak durumundayız.
Tabii ki bu tartışmayı gerçekleştirmek ya da her gün olağan üstü şiir yazmakla uğraşmak, kişiyi olağan üstü bir şair konumuna getirmeyecektir. Ama ya o noktaya götürürse diye bu işin peşini bırakmamak gerekir, diye düşünüyorum.
Karıcanın hikayesini herkes bilir. Nemrut ateşi yakar ve İbrahim Peygamberi ateşe atmak için hazırlıklarını yapar. Bu arada bir karınca ağzına su almış can hıraş bir şekilde var gücüyle koşuşturmaktadır. Arkadaşları ve diğer hayvanlar karıncaya sorarlar: “Nedir bu hal, ne oldu, nereye gidiyorsun böyle? Karınca der ki; ’Nemrut zalimi İbrahim Peygamberi yakmak için ateşi tutuşturmuş, ben de ateşi söndürmek için ağzımla su taşıyorum oraya. Bu sözü duyan diğer karıncalar ve hayvanlar gülüşürler ve ’yahuu... senin taşıdığın sudan ne olacak, bu ateşe hiç kar etmek ki’ derler.
Bunun üstüne karınca şu cevabı verir: ’Ben de biliyorum, ağzımda taşıdığım suyun işe yaramayacağını, ancak bu uğurda ölürüm ya..., bu arada safım da belli olur’.
Kanaatimce karıncanın bu sözünden ve gayretinden ibret almak gerekir. Şiir yazanlar için en iyi ibretse en azından karıncanın yaptığı gibi bu uğurda ölene dek çalışmaktır. İyi şiir peşinde olmak ve iyi şiir safında bulunmak bizi daha da geliştirecektir.
Bir de şu hususu hatırlatmakta fayda vardır: K. Sayar ile E. Göka’nın bir kitabı var: Adı ’Önce Söz Vardı’. Evet, önce söz vardı, Sonra söz muhteşem kelimelere döküldü. Şiirde önce ‘sözü’ yakalamak, sonra onu şiirin kendi kuralları içerisinde ‘dillendirmek’ gerekir.
Baştaki sorulara tekrar dönecek olursak, “nedir şu iyi şiir dedikleri şey?” Bunun da ötesinde “şiir nedir? “Şiir tanımlanabilir mi?"
Bilindiği gibi bir şeyi tanımlamak demek, o şeyi sınırlandırarak, belli bir kavram ya da kelimenin altına hapsetmek demektir. Ancak bir şeylerin üzerinde konuşabilmemiz için de, en azından, zihinsel bir kategori düzeyinde bazı tanımlar yapılmalıdır. Kuşkusuz yapılan tanımlar ilgili olguyu enine boyuna kapsayacak bir kapasiteye sahip değildir. Ancak anlaşabilmek için de tanımlara ihtiyaç vardır. Doğrusunu söylemek gerekirse kavramın kendisi de olguyu sınırlandırma açısından tanımdan farklı değildir. Bu anlamda bir şeye “işte bu şiirdir” demekle, “şiir şudur” demek arasında da çok yakın bir ilişki vardır. Zira “işte bu şiirdir” dediğimiz zaman aslında “şiir” ismi duyulunca ya da “şiir” dendiği zaman zihnimizde yapan çağrışıma dayalı olarak bir tanım ortaya koymaktayız.
Bu sebeple “efradını camii, ağyarını mani” bir tanımı olmasa da “şiir şudur” ya da bir takım dizeler hakkında “işte bu şiirdir” diyebilecek temel kriterler elimizin altında olmalıdır, diye düşünüyorum.
İşte bu noktada şiirin “neliği” ile “nasıllığı” arasındaki farka dikkat etmek, “nasıl olması gerektiği” üzerinde yoğunlaşırken “ne olduğuna” ulaşmak mümkün olabilir kanaatindeyim.
Öyleyse sorumuzu şöyle sorabiliriz: “İyi şiir nasıl olmalıdır?”
Bunun cevabı basit, ancak bu basit cevaba uygun şiirler yazmak çok zordur. Eskiler buna “sehl-i mümteni” derler. “Kolay görünen, ama zor olan” demektir bu. Yukarıda sorduğumuz soruya verilecek cevap basittir. Çünkü “iyi bir şiir ’şiir diline ve sesine’ sahip olmalıdır” diye genel bir ifade kullanılabilir. Şiir dilini ve sesini yakalamak ise zordur. Çünkü, “dizeleri alt alta dizmek, biraz duygu yüklü sözlere bazen kafiye ya da redif eklemek, ölçülü ya da ölçüsüz bir takım devrik cümleleri peş peşe getirmek iyi bir şiir için yeterli değildir”. Şiirde bakir söyleyişler, bakir benzetmeler kullanılarak şuur dışı alan şuur alanına taşınmalıdır. Pek çok şairin kullandığı kavramlar, söylemler ve benzetmeler vs. bir nevi duldur. Onlar bizim malımız değildir. Bu sebeple iyi şiir çok zor çıkar. Belki de bundan dolayı bir şairin ömrünce yazdığı şiirler içerisinde bir ya da iki tane iyi şiiri olabilir. Yahya Kemal “Sessiz Gemi”yi kaç yılda yazdı dersiniz? Necip Fazıl’ın “Kaldırım”larının ilk şekli ile son şekli arasında ne kadar farklılık var? Acaba şair niçin aynı şiirinin üzerinde bu kadar oynama ihtiyacı duymuş?
İyi şiir yazmak aynı zamanda çok şiir okumakla, çok fazla şiir denemesi yapmakla mümkün olabilir. Bununla birlikte şair, annenin çocuğuyla oynadığı gibi, şiiriyle ve oradaki ifadelerle de oynanabilmelidir.Bunun için de dile hakim olmak gerekir. Şair konuştuğu dili iyi bilmelidir. Bu da yetmez, ayrıca duygular da yoğunlaşmak, düşüncelerin duygularla sevişmesi, içerideki sesi dinlemek vs. de iyi şiir yazabilmenin olmazsa olmazlarıdır, bence.
’İyi şiir üstüne kötü olmayan düşünceler’ derken şiirin neliğinden öte nasıllığı üzerinde kafa yormak istiyorum. Şiirin “ne”liğinin ise “nasıl”lığının belirlenmesiyle ortaya çıkacağı kanaatindeyim. Çünkü şiirin “ne”liği “nasıl”lığını, “nasıl”lığı da “ne”liğini bünyesinde barındırmaktadır.
Şiirin “nasıl”lığında ya da “nasıl bir şiir” tasarlandığı meselesinde, benim karşıma ilk çıkan iki husus vardır ki bunlar “şiir dili” ve “şiir sesi”dir. Şiir dili yaratıcı, orijinal ve otantik söylemleri içerirken, şiir sesi, okuyucuda nesir izlenimi vermeyen ifadelerin lirik bir şekilde dile getirilmesine atıf yapmaktadır.
Psikolojide “kavrama yoluyla öğrenme” diye bir kuram vardır ve buna temel örnekte Arşimed’in ’buldum’ deyişidir. Bir şiiri okuduğunuz ya da yazdığınız zaman ’hah işte bu’ ya da ’tamam’ diyebiliyorsanız, o şiir “şiir dili ve sesi”ne büyük oranda ulaşmış demektir. Ancak burada gerçekten ’tamam buldum’ demekle, yanılgı olarak ’tamam oldu işte’ demek de birbirinden ayrılmalıdır.
Şiir dilini yakalayabilmek için kuşkusuz ’bakir kavramlar, bakir benzetmeler, otantik bir söyleyiş, henüz söylenmemişi söyleme’, henüz dillendirilememişi dillendirme’ gerekir. Bazen bu tür söyleyişler de şiir dilini kazanmayabilir. İşte burada şiiri nesirden ayıran farklılıklar devreye girer. Özellikle şiirin müzikalitesi şiir sesinin olmazsa olmazı olarak değerlendirilebilir. Bu sebeple müzikalite unsuru zayıf olan bir şiir, bence, iyi bir şiir haline gelemez. Müzikalite ise sadece kafiye ve redifle sağlanamaz.
Bir de şiiri nesirden ayıran en önemli özellik (ki bu şiir sesini besleyen temel unsurlardandır) şiirin şuur dışından fışkırması, nesrin şuurdan neşet etmesidir. Bu anlamda şiirin “dini” olmaz, sadece ’dili’ olur.
Abdulhak Hamit Tarhan; ’Görsem yeridir seni karanlık’ derken, eşinin vefatına üzüldüğünden dolayı neredeyse Tanrıyı inkara kadar gidecek olur. Ancak o normalde Allah’a inanan bir Müslümandır. Ancak şuur dışından fışkıran ifadeler şuurun sansürüne takılmamıştır. Keza Faruk Nafiz Çamlıbel; ’Sana kafir dediler diş biledim hakka bile..., kahpelendin de garaz bağladım ahlaka bile’ derken de dini ya da ahlakı kaygılarla değil, şuur dışının serbestliğini kullanıyordu. Daha açık bir örnek Mehmet Akif Ersoy’dur. “Çanakkale Şehitleri” için yazdığı o muhteşem şiirinde ’Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi’ demektedir. Akif dini de, toplumun değer yargılarını da çok iyi bilen birisidir. Buna rağmen Osmanlının adeta son kazandığı zafer karşısında o kadar duygulanır ve o kadar sevince gark olur ki, “Bedir de savaşan o insanlar sizin kadar şanlı değildi” demeye varır. Bu da doğaldır. Çünkü tekrarlamak gerekirse “şiirin dini yoktur, dili vardır”. Ancak bu ifade; “dini-mistik temaların, kavramlarım, benzetmelerin, arayışların şiirde kullanılmaması” gibi bir anlamı çağrıştırmamalıdır. Sonra bu ifade, dinî değerlerin çiğnenmesi gerektiği gibi yanlış bir manaya da çekilmemelidir.
Aslına bakılırsa, “şiir şuur dışından fışkırır” demek, onun nesirden farkını belirtmek için kullandığım bir ifadedir. Başka bir deyişle, şuurlu halde insan o kadar çok şeyin sansürüne tabidir ki, “şunu yazsam ne derler, bunu yazsam ne gibi bir tepkiyle karşılaşırım”, düşüncesi kişiye rahat konuşma imkanı tanımaz. Şiir ise özgürlükler alanıdır.
Kısaca; benzetmelerindeki orijinalliği, bakir ifadelerin kullanılması, şiirdeki ifadelerin kulağı tırmalamaması, şuur dışından fışkırması, sanat kaygısıyla yazılması ya da böyle bir kaygı taşıması, bu sebeple temelde didaktik değil, lirik olması, musiki unsurunun kuvvetliliği, okunurken ve dinlenirken her bir kavramın uyumla dansetmesi ve ifadelerin seyyaliyetinin, yani akıcılığının olması ile bir şiir iyi şiir haline gelebilir. Şiirin modern ya da klasik usullerle yazılması ise onun “iyi şiir” olmasında asla ölçü değildir.
Bu arada şiir yazan ya da yazmaya çalışan eğer biraz da patavatsız ve şizofrenik söylemlerden yararlanırsa, işte o zaman bergsoncu bir sezgiyle kişiyi içten kuşatan garip bir duyguyla karşılaşmak olasıdır.
Bir de herkes kendi kendine sormalı:
Şiir yazmak zorunda mıyım?
Niçin?
Ve ikinci soru:
“Duygular sade, basit, açık ve düz bir biçimde anlatılabilir mi?”
Nasıl?
YORUMLAR
Çok yararlı bir araştırma gibi göründü bana. Çünkü satır atlamadan okudum Asım Bey.
Ve yazınızın sonunda 2 soru ile karşılaştım. Tabiki insanın kendisine sorması gereken sorular bunlar. Ama aşk sahibinden nasıl müsaade almazsa, şiir de sahibine beni yazarmısın diye sormaz. Gelir insanın içinden. Onun için şiir zaten bizim içimizdedir. Delikanlılığımda davullar çalmaya başlayınca zapdedilemez bir arzu ile oynardık köyde. Bunu yaparken asla ve asla kendimizi beğendirme arzusu falan değildi bizi yöneten. İçimizden gelen düntünün esiri oluyorduk. Bir anneye bir sevgiliye sarılma veya bir kötülükten kaçma güdüsü gibidir şiir. Onun için
Kanaatimce 1. soru mevcut olmadığından daha çok 2. soruya yanıt oldu yazdıklarım.
Saygılarımla