İçimdeki Yabancı/Gizemli Göreve Çağrı
İçimdeki Yabancı- Gizemli Göreve Çağrı
firatayhan.com
’’Yeni Kimlik Ona Bambaşka Bir Dünyanın Kapılarını Açtı.’’
Alman idealizminin büyülü felsefesiyle yetişmiş olan Peter, felsefeci olmayı tercih ederken, Sokrates’in ‘Sorgulanmamış hayat hayat değildir’ felsefesinin etkisiyle sorgulamalarla başlamıştır hayata.
Alman idealizmin öncülerinden Kant ve Fichte fikirleriyle, ülkesinde başka milletten insanlara yer olmadığına inanmaktayken, bir Türk Seyahat Acentesi vitrininde gördüğü resimlerin sırrı ona yeni bir hayatın varlığını hissett
Tesadüfen gördüğü resimler onu, içinde hissettiği yabancıyı keşfetmeye itince, yarım kalan bir hayatla ve o hayatın önemli bir göreviyle karşılaşır. Resimlerde saklı sırlar onun içindeki yabancıyı ortaya çıkardığında, onu keşfetmek için; sevgilisini, ailesini, kariyerini ve ülkesini terkederek tarihte bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta ona, daha önce adını dahi duymak istemediği bir ülke, o ülkenin insanları ve yeni bir kimlik eşlik edecektir.
Değişime neden olan sırları keşfedin!!!!
Sizinde peşinde koşulacak başka bir gerçeğiniz mutlaka vardır: O gerçeği keşfedin; O sizi keşfetmeden.. Bölüm 1 Resimlerin Sırrı
Elimde kitaplarla caddede yürürken, bir Türk seyahat acentesinin önünde bilinçsizce durdum. O an o durmanın bilinçsizliğiyle ve beni oraya çeken esrarengiz gücün etkisiyle cama baktığımda, beni yüzyılların çaresizliğine iten o farklı duyguyu hissettim. Kendi ülkemde, kendi yaşadığım yeri yabancılaştıracak o duyguyu, Türk seyahat acentesinin önünde hareket etmeden orada, oracıkta kalakalırken yaşadım.
Camdaki resimleri görünce, yıllardır içimde oluşan boşluğu doldurmaya çalıştığım bu hayatımda, o boşluğu hiç doldurmamış olduğumu asla da dolduramayacağımı anladım. O seyahat acentesinin önünden geçmemi sağlayan, oradaki resimleri görmemi isteyen esrarengiz güç, zaten yerine hiç oturmamış olan hayat taşlarının, yeniden yerinden oynamasını sağladı.
Neydi bu ülkenin resimlerinde ilginç olan? Bendeki tuhaf duygular, bu resimlerin etkisiyle neden bütün vücudumu kaplayan derin bir okyanusa dönüştü? Oysa Türkiye ismini ne zaman duysam, bu ülkeyle ilgili ne zaman bir kitap görsem, küçümseme kaplardı içimi. Frankfurt sokaklarında, caddelerinde ya da kafelerinde, bir bakışta tanıdığım Türk’lere karşı, beni onlardan iten bir duyguya kapılırdım. Onları kendi ülkemde, kendi değerlerime sahip çıkmalarından ve atalarımın güçlüklerle oluşturduğu bu medeniyetime, haksız yere ortak olmalarından dolayı istemiyordum. Hep bu modern ülkemde Türk’lere veya başka milletten insanlara yer olmadığını düşünürdüm.
Bu düşüncelerdeyken, o ülkenin seyahat acentesine girecek gücün ve isteğin nasıl oluştuğunu anlayamadan kendimi içeride bulduğumda, camda gördüğüm resmin katalogu elimdeydi. Katalogun sayfalarını çevirdikçe karşıma çıkan bu resimler, keşfedilmesi gerekilen yabacı değerlerin olduğu hissini veriyor ve bilinçsizce onları aratıyordu. O sırada içimi kaplayan heyecan anlayamadığım, bir türlü kimliklerini tanımlayamadığım, ismini koyamadığım duygular yaşatıyordu bedenime. O sayfaları çevirirken, resimlere bakarken bana yabancılaşan duyguları sanki orada, oracıkta bulabileceğim duygusuna kapıldığımda; kendimle, dışarıyla, hayatımla ilgili her şeyden bağlantımı kesmiştim. Katalogun bana anlattığı yaşam, beni öylesine içine almıştı ki yıllardır kötülediğim bir ülkenin tanıtım bürosunda ne işin var sorusunu soracak birine, gördüklerinin hayal olduğunu söyleyebilirdim. Bu soruyu soracak birinin, gerçekte beni burada görmemiş olacağından o kadar emindim ki bunun doğru olabileceğine ihtimal dahi vermezdim.
Gördüğüm resimlerde farkına vardığım hayat beni öylesine büyülemişti ki sanki yıllardır oradaydım, o anı yaşamıştım ve orası bana öylesine tanıdık gelmişti ki huzuru, üzüntüyü, sevinci, endişeyi, korkuyu orada yaşamıştım. Birden kendime şaşırdım, aniden etrafıma baktığımda hiç kimseyi hissedemedim, etrafımdaki insanlar bana hiç bir şey ifade etmiyordu. Yeniden resimlere döndüğümde, yine aynı duyguları tekrar tekrar yaşamaya başladım. O an dizlerimde bir güçsüzlük belirdi, ayakta duramayacağımı fark ederek bir koltuğa oturdum. Daha önce hiç görmediğim bu resimlerin, içimde yaşattıklarını çözmeye çalışıyordum. Kimliklerini tanımlayamadığım bu duygular, yıllardan beri kıvrılıp yattıkları ücra köşelerinden, neredeyse içimi parçalayarak, her bir bağını kopararak gün ışığına çıkmaya çalışıyor, kendilerinin varlığını ısrarla hissettirmek istiyorlardı.
Hiç kimseye bir şey söyleyemeden katalogu kitaplarımın arasına alarak, kendimi dışarıya attım. İçimdeki heyecan tüm bedenimi sardığında büyülendiğim, tüm tarihine hayran olduğum Frankfurt caddelerinde bilinçsizce yürüyordum.
Bu şehirde yaşadığım anılar gözümün önünden geçmeye başladı. Hafta sonları heyecan içinde şehrin renkli tarihini görmek için, tranvay vagonlu Ebbelwei Ekspresi ile başladığımız şehir turunda, Römer’den hayvanat bahçesine gider, Main nehrini aşar, Ebbelwei mahallesine ulaşırdık. Bu şehir turunda tramvayda verilen meşhur elma şarabını alıp birbirimize içirmemiz ve bununla yarış yapmamız bizi çok eğlendirirdi. Okul çıkışlarında gittiğimiz Ebbelwei birahanelerinde geçirdiğimiz zamanlar, unutulmaz anılar yüklemişti hayatıma. Peki ya Elena ile el ele dolaştığımız Römerberg Meydanı ve bu meydandan geçerek ulaştığımız Nikolai Kilisesi, şehir merkezinde duran tarihi doku, şehrin meşhur çocuğu Gothe’nin sihirli dokunuşu ile bu şehre yüklemiş olduğu egzotik kokulu anıların hiçbir önemi kalmamış gibiydi şimdi.
Görünen sembolik hayatın ardında görünmeyen başka bir hayatın olduğunun farkına varmış, o bilinmeyen hayatla yaşadığım hayatın arasında bulunan güçlü duvarların, erimekte olduğunu hissetmiştim. Hiç tahmin edemediğim, bilemediğim ve filozof mantığıyla dahi bulamayacağım bir âlemin belirtileri zihnimde dolaşıp dururken, beynim bilinçsizce o yabancı yaşamın derin çizgilerini çizmeye çalışıyordu. Sanki bir masal kahramanının sihirli bir kapıyı açmasıyla bambaşka bir dünyanın kapıları açılmış, oradan yayılan ışık ve aydınlık tüm bedenime yayılarak, birden bire beni o âlemin yaşamına itmişti.
Koşmaya başladım içimdeki heyecanın büyümesiyle, koşuyordum hiç kimseye aldırmadan, çocukluğumda yakalamaya çalıştığım ama bir türlü yakalayamadığım masal dünyasına doğru. Koştukça tarihin en büyük katliamlarına beni tanıklık edecek bir korku kapladı içimi, peşimdeydi bırakmak bilmiyordu bir türlü ve o anda gözlerimin önüne serilen bedenler hissettiğimde, içim titremeye, ürpermeye, terlemeye başladım. Karşımda aniden arabamı bırakmış olduğum otopark belirdi. Arabama doğru koştuğumda, bu lüks arabamın bir metalden ibaret olduğunu, geçmişle gelecek arasında kuracağım yeni dünyamda hiçbir yerinin kalmadığı duygusuna kapıldım. Arabaya binip hareket ettiğimde, bir bilinmezliğin yollarına çıkmış olduğumu ve bu bilinmezliğe götürecek yeni yönleri bulmaya çalıştığımı anladım.
Farkına dahi varmadan Elena’nın evinin önüne geldiğimde, çıkmış olduğum bu belirsizlik yolculuğuna sanki onu da beraber götürmek ister gibiydim. Başımı direksiyona dayadığımda içimde ne zaman, ne şekilde patlayacağı belli olmayan bir yanardağ oluşmuştu. İçimde biriken bu duyguların anlamını bulmak için bir mucize arıyordum ve belki de bu mucizeyi Elena’dan bekliyordum. Gücümü toplayarak kapının önüne geldim, zili çaldım. Elena’yı görmek istediğimi söyledim ve büyülü gözleriyle sevimli gülüşüyle o çıktı karşıma. Ona sabahki bakışımla bakmak istedim, gözlerindeki içtenliğini hissederken, yaşamıma mucize gibi giren varlığıyla bakmak istedim. En güçsüz anlarımda onun varlığında bulduğum gücü hissetmek istedim o an.
Elena yüzümde oluşan karmaşık duyguları ve şefkat eksikliğini fark ederek bana doğru koştu. Elimden tuttuğu an, iki ayrı gerçeklik arasında bölünmekten korkan ruhumun, ürkek davrandığını hissettim. Gözlerime baktı ve endişelenmiş haliyle:
-‘Sana ne oldu böyle?’ dedi.
-‘Bilmiyorum Elena,’ dedim.
Bunu söylerken düşüncelerim adeta ikiye bölünmüştü, bilincimin bir yanı büyük bir ustalıkla olanları anlatmak isterken, diğer yanı hiçbir şey bilmiyormuşçasına sesini dahi çıkaramıyordu. Hayatta en çok sevdiğim kişi olan Elena’nın yanında, karınca yuvası kadar karışık olan beynimdeki düşüncelerimi açıklayacak kelimeler bulamıyordum.
O anda Aristo olmak istedim, kurduğu mantık bilimine uygun olarak ruhumun halini anlatabilmek için, ama hayır, onun bilimi dahi anlatamayacaktı bunları. Hayatımı sorgulatan düşüncelerimin cezası olarak ölüme mahkûm olmak istedim, Sokrates gibi. Bu sayede benliğimin derinliklerinde, onları koparırcasına acı çektiren karmaşalardan kurtulacaktım. Ya da Diyojen olup, hiçbir şeye umursamadan, hiç kimseye hesap vermeden, sokaklarda geçirmek istedim tüm hayatımı.
Elena ne yapacağını şaşırmış halde adımı söyleyip dururken, onun endişeli sesi benim için, kendine gelemeyen baygın bir hastanın duyduğu uğultulardan daha ileri gidemiyordu. Oysa ona hiç bir şeye değer vermediğim kadar değer verirdim. Onun benim hayatımdaki tartışılmaz anlamını her fırsatta anlatmak için, onu yanı başımdan ayırmaz, onun anlattığı her şeyi, her kelimeyi filozof dinlemek kadar değerli bulurdum.
Gördüklerimin, hissettiklerimin benim benliğimdeki şok edici dalgası tüm bedenimi kavrarken ve ben bunlar karşısında yaşadıklarımı kendime dahi tercüme edecek kelimeler bulamazken, Elena’ya anlatacak nelerimin olabileceğini düşünüp durdum.
-‘Sen hasta mısın?’ dedi, endişeli bir şekilde.
-‘İnan bilmiyorum Elena’ diyebildim.
Söyleyebileceğim bir şeylerin olmadığını düşünerek usulca elini bıraktım. O anda orada bulunmak bana öylesine kasvetli duygu yaşattı ki konuşamadan dışarıya çıktım ve kendimi arabanın içinde buldum. Elena bana doğru koşuyordu, arkama bakmadan hızlıca hareket ettim. Onu orada bırakırken tüm değerlerini kaybetmiş birinin, daha neleri kaybettiğini algılamadan önce hissettiği, rahatlamış hali vardı bedenimde. Kaybettiğim şu an ki hayatım mı, geçmişim mi yoksa geleceğim miydi bir türlü karar veremiyordum. Biran yalnız kalmanın anlaşılmaz korkusuna kapılarak sarsıldım, kendimi sakinleştirmeye içimdeki titremeyi yatıştırmaya çalışıyordum. Kalbimin yerinde duramayacak kadar çırpınışı her yanımdan hissediliyordu, sanki çok ağır bir çekiç darbeleriyle vurulmuş gibi, bedenimin her yanı sızlıyordu. Vücudum en kavurucu sıcağı, en dondurucu soğuğu aynı anda yaşıyor, sıcaktan terlemeyi ve soğuktan titremeyi birbiri ardına yaşıyordu.
Yılların içinde büyüttüğü tüm sorunları çözmeye çalışan bir dâhinin, bu çözülmezlikleri unutmak için uyumak istemesi gibi, uyumak istedim, hem de günlerce. Evin önüne geldiğimde parkın kapıları açıldı. Albert’a anahtarları verip içeri girdiğimde, salona dahi bakamadan yukarıya çıktım. Odama girdiğimde kitapları masaya bıraktım ve kendimi yatağıma attım. Üzerimi örttüm, biran önce uyumak ve beynimi bu düşüncelerden kurtarmak istiyordum. O anda kapı çalındı:
-‘Yemeğe gelmiyor musun?’ dedi annem.
-‘Hayır anne, uyumak istiyorum,’ dedim.
Annemin sesini yabancı bir ses gibi, ilk defa duyuyorum hissine kapıldığımda korku sardı her yanımı, uyumak istiyordum biran önce, bu ana ait hiçbir şey hatırlamadan kalkacaktım sabaha. Yaşadıklarım bir kâbustu ve bu kâbustan sabah uyandığımda kurtulacaktım. Kendimi kaybettiğimde dumanlar içinde bir savaş gemisi gördüm, Nazi işareti taşıyan askerler vardı, etrafımda koşuyorlardı ve bomba sesleri, silah sesleri, bağrışlar duyuyordum. O anda kapıdan sesler geldi:
-‘Oğlum Elena geldi,’
-‘Peter, Peter,’ diyerek, bağırıyordu Elena.
-‘Uyuyorum Elena, bir şeyim yok, yarın konuşuruz’ diyebildim güçlükle.
Hâlbuki o anda yanımda mutlaka Elena’nın olmasını ister, ona sarılır, ondan güç alırdım ama çağıramadım onu ve içimin titremesini anlatamadım ona. Narkoz yiyen bir hastanın bilincini yitirmişliğini yaşarken, işte o katalogdaki resimler belirdi aniden.
Beyazlar içine bürünmüş insanların ellerinin birini yukarıya birini aşağıya açmış şekilde, durmak bilmeyen dönüşleri, sessizliğin verdiği huzur içindeki denizde kayık yolculuğu ve yüksek tepelerde sıra sıra devası camiler, sonra insanların başlarından dökülen su sesleri, orada iri yapılı birinin insanların sırtına bastırarak bir şeyler sürmesi. Aniden başımdan aşağıya suların dökülmesi, içerisinin sıcak olduğunu hissetmem ve dilini anlayamadığım insanların konuşmalarının, gülüşmelerinin kulaklarımda çınlaması.
Saatimin zili ısrarla çalmaya başladığında, irkilerek uyandım. Artık ben olmak istiyordum, bu ülkeye, bu şehre, bu eve ve Elena’ya ait olan ben olmak istiyordum. Felsefe derslerinden zevk alan, filozofların bitmek bilmeyen çözüm arayışlarını, mantıklarını ve akıllarını okuyan, bunların içinde kendini huzurlu hisseden ben olmak istiyordum. Bu şehrin büyüsünden hiçbir zaman uyanmadan, onun gururlu tarihini olağanca yaşayarak, Main Nehri kıyılarındaki huzurda kendini bularak ve Main Tower’dan şehrin gizemini izleyerek yaşamak istiyordum.
Yataktan kalkıp üzerimi giyerken, aklıma başka hiçbir düşüncenin, hiçbir acının gelmemesi için ne gerekiyorsa yaptığımda, kendimi mutfakta buldum. Helga’nın kahvaltıyı hazırlamış olduğunu gördüm ve sandalyeye oturdum. Kafam eğik halde bir şeyler yemek istiyordum ama yiyemiyordum. Bir dilim ekmeği zor bitirdim, hala yaşadıklarımın etkisindeydim galiba. Ne oluyordu bana?
-‘Ne oluyor sana ?’ dedi aniden gelen annem.
-‘İyiyim anne merak etme’ dedim
-‘Elena dün akşam saatlerce buradaydı ve sen hep uyudun,’dedi endişeli gözlerle.
-‘Kendimi iyi hissetmemiştim anne,’dediğimde,
-‘Elenayı bir dakika bile yalnız bırakmazdın sen’ derken, merak içindeydi annem.
Cevap veremedim, cevap vermeye de gücüm yoktu. Aniden katalog geldi aklıma, hemen yukarıya koştum. Katalog masadaydı, bakıp bakmamakta kararsız kaldım, o âleme tekrar dönmek, o duygu karmaşasında kaybolmak istemiyordum. Fakat engelleyemediğim bir his vardı içimde. Kalbimin çırpınışları göğsümde, bedenimde, kasıklarımda ve hatta topuklarımda hissediliyordu. Katalogu elime aldım, hemen sayfalarını çevirdim. Korku ve heyecan ruhumu parçalarken, bedenimi de sanki ufak ufak zerreciklere ayırıyor, hiç bilmediğim yerlere savurmak istiyordu. O âlemde ki endişe, mutluluk, korku hala oradaydı ve bu bir türlü içinden gitmiyordu. Onlara baktıkça geride kalan bir hayatın sırlarının varlığını fark ediyordum. Bir yanım orada kalan değerlere yeniden kavuşma özlemi çekerken, diğer yanım oradaki yaşamın eksikliklerini tamamlayacak bir varlık olduğumu hissettiriyordu. Korkmuyordum artık, sahip olduğum bu hayatta bir şeylerin eksik olduğunu anlatan ve bu eksikleri başka âlemlerle tamamlamak gerektiğini hissettiren sır, merak, heyecan, kavuşma her neyse onu mutlaka bulmalıydım.
Kitaplarımı alarak dışarıya çıktım, yürümek istiyordum caddelerde ve sokaklarda. Bu şehri yeniden tanımak ve yeniden yaşamak istiyormuşçasına görkemli tarihini yeniden soluyarak, tüm benliğini içime çekerek, her anının güzelliğini tekrar tekrar bedenime yaşatarak dolaşmak istiyordum.
‘Ben evrenden koptum! Yitirdim benliğimi, Tanrıların gözdesiydim oysa. Sınadılar beni’ demişti Goethe, bir kızın kendi dudaklarından öptüğünde. Ona hayrandım ve Frankfurt’lu olmasından hep gurur duymuştum. Kafasında ulusal düşüncelerin meşalesini yaktığı bu şehirde, Almanların Alman oldukları ile övünmeleri gerektiğine inanmış ve Fransız edebiyatını boykot etmesinden dolayı, Almancadan başka dil kullanmamıştı.
‘Şairi anlamak isteyen onun ülkesine gitmelidir’ dediğinde, ince ve mağrur bir ruhun bütün duygularıyla acı çeken bir varlığı yani insanı; tek başına ümitsizliğin en son derecesine götüren o acılar kâbusunu tasvir etmek istiyordu. ‘Aklın bütünüyle bozulmaması ve ölümün bir zorunluluk olmaması için toplumların yara içindeki zehrini dökmesi gerekir’ demişti.
İçimdeki zehri dökmeliydim, buna zehir mi denmeli yoksa beni kurtaracak panzehir mi bilemiyorum ama nasıl olacaksa bunu içimden atmalıydım, o beni zehirlemeden. Bu arayışımın yolu nereden geçerse geçsin bu sırrı keşfetmeliydim. İçim içime sığmıyor yeni maceralar yeni keşifler yapmak isteyen kâşifler gibi yerimde duramıyordum.
‘Tanrı, insanı yeryüzüne acı çekmesi için gönderdi’ dediğinde Nitzsche, insanın tüm yaşamını durmadan döndürülen kum saatine benzetir. Bu caddelerde düşünerek yürürken kum saatine benzettim hayatımı. Babamın tüm ısrarına rağmen ekonomi, işletme okuma isteğine sırt çevirdim, onun işyerinde yönetici olmak istemedim.
Benim bu hayatı sorgulama isteğim, Sokrates’in ‘sorgulanmamış hayat hayat değildir’ demesinden mi kaynaklanıyor bilemiyorum ama sorgulamalarla başladım hayata. O sorgularımın hiç bitmesini istemediğimden olsa gerek felsefede buldum kendimi. Filozoflar insanların yaşadığı bu evrende, sorgulama yapacakları değerleri her zaman bulacaktır. Mutlu olan insanın mutluluğunu, toplumdaki yerini, acısını, merakını sorgulamak ve cevabını araştırarak akıl mantık süzgecinden geçirip sistemli fikirler haline getirmek en büyük görevleridir.
Yaşadığım bu hayatta bu şehirde ailemin yanında her şeye sahip, her olanakları elde edebilen bir Alman olmanın verdiği gurur ve idealizmle hayat sürdürmek, benim bu hayatı sorgulama isteğimi hiçbir zaman yok etmedi. Her zaman içimde bana yabancı duyguların bulunduğunu hisseder, bir gün onları ortaya çıkartarak oturtamadığım hayat taşlarını, mutlaka yerine oturtabileceğimi düşünürdüm. Yapılması imkânsız gibi görünen bu görevi ve bedenimin kavuşmak istediği gerçekleri, gizlendikleri yerlerden ortaya çıkaracak olan, içimdeki felsefeci ruhum olacaktı.
Biz felsefecileri eleştirmesinde ne kadar haklıymış Nitzsche. ‘Gerçek felsefeci hayatı bizzat yaşayarak, öğüterek ve birebir onunla yüzleşerek felsefe yapmalıdır, bunun ötesi kavram kargaşası sıkılaşmadır’ demişti. Oysa ben dünden beri yaşadıklarım karşısında onların derinliğine kaynağına inmeden ve gerçeği yakalamadan, içimdeki belirsizliklerle dönüp durmaktayım. O katalogun içindeki resimlerin temsil ettikleri simgelerin ve bana anlatmak istedikleri o ülkede gizlenmiş gerçeklerin neler olduğunu bulmalı, bunun etkisiyle gördüğüm rüyaların gizemini yakalamalıydım.
İçimdeki arzular ve duygular hızlıca renk değiştirmeye başlarken, ben heyecanla hızlandım. O ülkeye olan merak duygusu çoğaldıkça, resimlerdeki huzur veren denizin, beyaz elbiseler içinde dönen insanların bana iletmek istediklerini anlamaya çalışıyordum. Bana iletilmek istenenlerin benim senelerce sorgulamalarla boğuştuğum, bana acılar veren, beni endişelendiren ve bulundukları yerlerden çıkaramadığım değerler olduğunu anlamaya başlıyordum. İçimdeki değerleri sorgulatarak, adını dahi duymak istemediğim bir ülkeye,
görmek dahi istemediğim bu insanlara doğru koşturan gücü ve içimdeki bana yabancı duyguları oralarda keşfetmeye iten sebebi bulmalıydım. O ülkenin insanlarını bulmalı ve onlara sormaydım; Gördüklerim bu şehirdeki anılarımı ve benliğimi nasıl sorgulatıyor? Onları nasıl yabancılaştırıyor?
Okula girdiğimde sınıfın önünde Elena’yı gördüm, beni görünce bana doğru koştu. Elimden şefkatle tutarak hiç bir şey söylemeden, gözlerime neler oluyor dermişçesine baktı. Ben ise gözlerine bakmadan, aniden o soruyu sordum:
-‘Bu okulda Türk var mı Elena?’
-‘Anlamadım’ dedi şaşırarak.
-‘Türk var mı?’ diye yineledim.
-‘Türk mü?’derken, gözlerini açarak bana bakıyordu.
-‘Evet, Elena Türk,’ dediğimde, onun böyle bir soruyu benden hiçbir zaman beklemediğini, o nedenle de anlamakta zorluk çektiğini anımsadım o an.
-‘Sen kendinde misin?’ sorusu bile, sorularımın ciddiyetine inandıramadı kendimi.
-‘Bilmiyorum Elena, inan ki bilmiyorum, sen sınıfa gir, ben birazdan gelirim’ derken, sesim o kadar kısılmış haldeydi ki bunu ben dahi zor duyabildim.
Devamı Bölüm 2: Türk’lerle Tanışma
Devamını kişisel sitem firatayhan.com adresinden takip edebilirsiniz
YORUMLAR
Benim bu hayatı sorgulama isteğim, Sokrates’in ‘sorgulanmamış hayat hayat değildir’ demesinden mi kaynaklanıyor bilemiyorum ama sorgulamalarla başladım hayata. O sorgularımın hiç bitmesini istemediğimden olsa gerek felsefede buldum kendimi. Filozoflar insanların yaşadığı bu evrende, sorgulama yapacakları değerleri her zaman bulacaktır. Mutlu olan insanın mutluluğunu, toplumdaki yerini, acısını, merakını sorgulamak ve cevabını araştırarak akıl mantık süzgecinden geçirip sistemli fikirler haline getirmek en büyük görevleridir.
Bir yabancının gözüyle yazılmış anlamlı bir yazı okudum.Daha ilk cümlelerde kendimi öykünün içerisinde bul-
dum.Kalemine ve yüreğine sağlık.
Yazı oldukça akıcıydı.Cümleler,sıradanlıktan uzak ve oldukça zenginleştirilmiş.Ruh tahlilleri,yazıyı güçlendirmiş.
Sanki roman okuyorum gibi bir duyguya kapıldım.Bu yazarın
yazdıklarını takip etmeliyim...
Selamlar...