3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
693
Okunma
Hanım, bu beyaz ayakkaılarını çok sevmişti. Kaç yeni ayakkabı alsa da,biraz rengi kaçmış,biraz da eskimiş olan beyaz ayakkabılarını onartıp yeniden giymek istiyordu. Kim bilebilir? Belki de ben çok beyenerek aldığım içindi bütün bunlar...
Beyaz ayakkabıları bir çanta içinde alıp,ayakkabı tamircisine getirdim. Dükkanın kapısı açıktı ve pasajda o an,kimseler yoktu. Eşik hizasına gelecek şekilde kırmızı kadife kaplı bir tabure yerleştirilmişti. Bu;" Yakınlardayım ve geleceğim" anlamına geliyordu. Belli ki,O’nun hırsızlık,uğursuzluk gibi dertleri yoktu. Her şeye rağmen insanlara güvenmeye devam ediyordu...
Çantanın içerisine bir not yazıp,kadife kaplı sehbanın üzerine bırakıp,kalan işlerimi yapmak üzere ayrıldım.
Tam iki saat sonra dönmüştüm. Selamlayarak içeri girdim.
Dükkan tam da bu işe uygun,altı metrekarelik bir yerdi. Bir köşeye monta edilmş televizyonda türkü çalınıyordu. Raflarda dizim dizim,tamir olmuş ve olacak ayakkabılar,rafın birinin tam orta yerinde, beş cantimetrekarelik Türk Bayrağı özenle yapıştırılmıştı,bir dikiş makinası,üzeri çok kalabalık minik bir tezgah ve arkasında dev cüsseli bir adam. Biraz ayakkabı ve sülisyon kokusu...
Dev cüsseli adam,bedenine uygun ama,biraz büyükçe başını kaldırıp,gözleriyle sordu?.. Gözleriyle dedim ya,kalın camlı iki adet gözlüğü nasılsa o kocamanyüzüne iliştirebilmiş. Belli ki biri yakın,diğeri uzak gözlüğü. Her nasılsa bana ikisinin tam orta yerinden,gözlüksüz alandan bakıyordu..O an,karşımda bir memlektin oturduğunu hissettim! Geçmişten geleceğe uzanan devasa bir memleket..Yakın tehlikeleri bilse de,kendine güvenen,aldırmaz gibi gözüken,tasasız bir memeleket...Kendisi memleketti ama,onun da bir kaygısı olmalı ki,o minik bayrağı oraya ilştirmişti. Belki,çok değil,birkaç yıl önce uğramış olsaydım o bayrak orada olmayacaktı bence.
Adam karşımda üçbin yıllık gibi dururyordu,hani şöyle çok yıllık kasketinden ayakkabılarına inceleseniz;her devirden bir parça bulmanız mümkündü üzerinde. Buna inat, o denli dingin bir havası vardı ki,hiç ölmeyecekmiş duygusu uyandırıyordu..Şehrin dağdağası,korna sesleri,yavaş yavaş canlanan pasajdan gelen kahkahalar,o na uğradığında toz zerreleri gibi dağılıp,kayboluyordu..O hiç tınmıyordu bile! Sadece ve sadece işini yapıyordu;ayakkabıların birini zımparalıyor,biririni yapıştırıyor,birine bağcık geçiriyor,ötekine nalça çakıyor..Bütün bunları öylesine ahenkle yapıyor ki,hiç eli ayağı dolaşmıyor ve kaygılanmıyor. Bir fotoğrafını çekmek nasıl geçti içimden ama,cesaret edemedim!...Halbu ki,imkanım da vardı.
Bir an,ezelden ebede akıp giden hayatımızda,galiba bizi bu memleket adamlar ayakta tutuyor diye düşündüm. Ruhlarımızı kontrol eden ermişler,aklımızı kontrol eden alimler,bizi hergün çimdikleyen siyasiler;bir bir gözlerimin önünden geçip gittiler..Dedim ki,bereketimizin kaynağını da,galiba bu insanlar sağlıyor. Küsmeden,konuşmadan,incitmeden..Ama,ibadet aşkıyla inatla çalışarak...
Bir zaman sonra,usulca başını kaldırdı;"Tamam efendi" deyiverdi. Bir eliyle çantamı uzatırken,diğer eliyle yeni bir işe koyuluyor ve yüzüme hiç bakmıyordu. Ben orada yok muşum gibi davranıyordu. Hani önceden hiç tanımamış olsam,"Ne nobron adam" derdim elbet.
Ama,biliyordum;o’nun ipek gibi bir kalbi vardı,En büyük aşkı,çokta kazanç getirmeyen bu işiydi. O, işi kadar aslında her şeyi çok seviyordu,hem de çok,deli gibi...Fakat bir özelliği ile tüm zamanların dışındaydı. O gösterişi ve riyayı,hiç ama,hiç sevmiyordu...
Son kez gözlüklerinin arasında ki boşluktan baktı,"iki kuruş efendi" deyiverdi...
İçimden,’Canın sağolsun üçbin yıllık memleket adam’ ayaklarımı daha bir yere sağlam basarak vedalaştım...