- 1022 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
Ben -XIII- Tanrım...
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Gece yarısını az geçe, tam uyumak için son hazırlıklarımı yapıyordum ki, kapısı açık olan balkonun camından bana bakmakta olan parlak bir çift gözle karşı karşıya kaldım.
Ciddiyim! Şaka falan değil bu. Kaldım!...
Kelimenin tam anlamı ile hem de. Dondum kaldım!...
Tamamıyla kıpırtısız bir bedenle ve buna tezat, beyin ve yürek faaliyetlerimin son radde çalıştığı ufak bir bocalama arası sonrası, nerede olduğumu kendime hatırlatmam evresini de geçirdikten sonra; derin bir nefes aldım ve bildiğim tüm duaları okumaya başladım.
Tanrım! Şu an ben dördüncü kattayım...
Balkonumda gözleri böylesi parlayan kim olabilir ki?
Hem de gecenin bu saati...
Pardon, parlayan gözlerin gece mesaisi yapamaz adlı kuralı olduğunu da nereden çıkardım şimdi ben? Sanırım saçmalıyorum!...
Lakin hala karşımda kıpırtısız bana bakmakta olan gözler var!
Son zamanlarda uzağı görmekle ilgili problem yaşıyorum doğru. Fakat bu karşımdaki gözler, benden en fazla beş orta boy adım mesafesi uzaklıkta.
Keşke monitörün ışığı dışında, odanın da ışığı açık durumda olsa idi...
Biliyorum keşke demek için daima geç. Sadece temenni idi benim düşüncem. Işıktan korkar mı acaba sorusunu da geçiyor içimden savunma amaçlı, kabul ama gayem onu daha net görebilmek şu şartlarda.
Korkuyor muyum, bilmiyorum? Hani şu olabilme olasılığına duyulan inanç yok gibi şuan bende sanırım.
Sadece düşünüyorum.
Birde ‘’tüm hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti.’’ Derler ya, benimde olasılıklar sonrası olabileceklerin ihtimalleri geçiyor gözlerimin önünden. Bir tanede değil, üç beş tanesi bir arada daracık beynimin akım kablolarıma aşırı yükleme yaparak, yan yana, hatta birbirleri ile yarışarak, koşuşturarak geçiyorlar. Gözlerimin önünden mi bilmem ama ciddi geçen bir şeyler var burada. Ucundan kıyısından yakalamak lazım sanırım bir ikisini. Yoksa birazdan, ben de kaçmaya başlayacağım bir yerlere.
Neresi olduğu o kadar önemli mi? Ya da ben kaçarsam o parlak göz gerçeği ortadan kaybolacak mı? Ya arkamdan kovalarsa beni?
Ah... durun! Yakaladım işte şeridin birini...
Zombi istilası mı yoksa bu gözlerin sebebi?
Karanlıklar kraliçesiyim ya, kraliçelerine saygılarını iletip ve bir kurban sunacak olan zombi elçisi bu kesin. Umarım kurban ben değilimdir. Eğer kurban ben isem; umarım fazla acı çektirmeden işini bitirir...
Öyle bakmayın bana! Acı eşiğim çok düşük ne yapayım? Olacağın önüne geçemem ki ben!...
İşte bir olasılık şeridini daha yaka paça yakalıyorum. Mantıklı, mantıksız hesabı yapmadan, olabildiğince gırgırına vurarak olayı, beyin ve yüreğime giden damarlarımın hararet seviyesini normale indirgemeye çalışıyorum; kendimce kendimi rahatlatıyorum.
Zombi olasılığı hala canlı yan tarafta; herhangi bir kımıldama olayına ve mantıksızlığı ispat edilene kadar beklemeye alındı.
Hemen yeni bir sahne kuruldu meydana ve sunucu olduğunu söyleyen şaklaban tipli hırpani kılıklı adam başladı bağırmaya kulağımın dibinde.
-Kurt adam teorimi size sunmaktan mutluluk duyarım efendim.
Sesi o kadar tiz ki, canım acıdı resmen.
Bir dakika!
Sanırım bu ses karşısında canı acıyan bir ben değilim!...
Üstelik meydanda kayboldu, sahnede, şaklabanda...
Hem, bu ses bir martı çığlığı... Hatta martıların çığlıkları.
Her neyse, sesi boş verin!...
Karşımda duran parlak göz hareket etmeye başladı!
Harry Potter da bulunan ev cini olma ihtimali nedir bunun?
...
Tanrım!
Bana bu güne kadar yaşattığın bu güzelim yaşam için teşekkür ederim.
Arada yarattığın kişilere karşı, özelliklede babama nankörlük yaptığım oldu kabul ediyorum. Beni affet!
Lakin seni daima sevdim ve beni her zaman sevdiğine sonsuz bir mutlulukla inandım.
Üzdüğüm çok kişi oldu. Özellikle beni üzenleri, vakti geldiğinde üzmekten çok büyük keyif aldığımı inkar edemem.
Suçsuz olan canlarımı sırf onların iyiliği için üzdüğümü, vakti geldiğinde benden bir buse bırakarak söyle kulaklarına lütfen.
Seni seviyorum. Beni sevdiğini biliyorum!...
...
Hey, bir dakika!...
Bu... Bu bir kedi....
...
İnsanın gerginliği sona erdiğinde verdiği nefes ile birlikte omuzlarında biriken kaç ton yükün kalktığını biliyor musunuz siz?
Şuan bunu ölçebilecek durumdayım.
Tabii önce, gerilmekten kasılmış kaslarımı, ani rahatlama sonrası geçirdiği sersemlik sonucu yere düşmeden yatağımın kenarına oturtup bir nebze olsun kendine gelebilecek gücü bulmasını sağlamalıyım.
Tanrım! Bir kedi imiş.
Kul ile Tanrı arasındaki sevgi ve sığınma yolunun en açık halinin korku zamanı olduğunun canlı şahitliğini yaşamış bulunuyorum. Kolay değil.
Ölümün, insan üzerindeki en büyük korku olduğu düşünüldüğünde, böylesi bilinmezlik içeren durumlarda Tanrı’ya inanma ve adını sıkça yinelememizin sebebi de ortaya çıkmış bulunuyor.
Düz mantık hesabı yaparsam yaşanan durum nezrinde: korkmuşum!...
...
-gel pisi, pisi....
-seni yaramaz kedi seni...
Şimdi bir sürü soru soracaksınız bana biliyorum.
Haklısınız da...
Yangın merdiveninden tırmanmış olmalı büyük ihtimal. Başka bir ihtimal aklıma gelmedi açıkçası.
Kucağımdaki sevgili sarı-kızıl kediye de sordum: cevap vermeme hakkını kullanıp, ‘’avukatımı istiyorum!’’ anlamına geldiğine emin olduğum mırıldanmasını dile getirdi sadece.
Haydi ama o kadar da acımasız olmayın. En az ben kadar o da korktu! İnanın bana.
Zavallı kedi...
Bilir misiniz? Kediler sadece sevgi gördükleri an, patilerindeki o yırtıcı tırnaklarını içeri çekerler. Tamamıyla savunmasız kalırlar, sevgi karşısında.
-Hey, sarı-kızıl afet! Birbirimize benziyoruz ne dersin?
Bu kadar yarenlik yeter. Kedi koktum...
Şimdi bu kediyi bahçeye indirmeli ve Tanrıma biraz daha şükretmeli...
4-6-7