- 650 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hayat Irmağında Akmak
Hayat Irmağında Akmak
Bir yaz günü güneş etrafı ışıl ışıl yapmış. Sıcak ve sevimli yüzüyle gökyüzünden gülümsemekteydi. İçimde bir sevinç oluşmuştu. Bu sevinç ile birlikte kendimi doğanın kucağına bırakmış öylesine dolanıp durmaktaydım. Uzaktan ırmağın sesi duyulmaktaydı. Beni de kendisine doğru çekmeye başladı. Ha sahi siz ırmak dediğime bakmayın, aslında küçük bir deredir. Ama o kadarda küçük değil hani! Yağışlar çoğaldığı vakitlerde sesini çok uzaklardan işitirsiniz. Öyle bir gürler ki yer yerinden yarılır sanırsınız. Taşırdığı suları gördüğünüzde şaşırırsınız. Bu kayaları dere nasıl taşıdı diye… Derenin kenarına geldiğimde etrafa şöyle bir göz gezdirdim. Sonra gözlerimi kapattım, etrafı dinlemeye başladım.
İnsanlar zamanla hayatın ne kadar kırılgan olduğunu fark edip, hayatın bir oluş, bir bozuluş için de olduğunu görüyor. Dün mutluluk yaşayanlar, bugün ise mutsuzluğun gölgesinde; hayatlarını tamamlamamış duygulara kapılarak başka limanlara yelken açıyorlar. Hep bir arayış içinde… Ama aradığı dinginliği bir türlü bulamıyor. Her baktığı yer, o aradığı yer değil. Güneşiyle ısındığı, gölgesinde serinlediği, kovuğunda konakladığı ağaç değil.
Gurbetin omuzlarına yüklediği yük karşısında ezilip, ağırlığını kaldıramadığı zaman ‘’sonsuzluk ülkesinin tahtına sahip olmadığını’’ anlıyor. Bu sahipsiz yalnızlıklarla kıvranırken içinde melankolik duyguları kıpırdıyor. Mazisinin dimağlarında bir fotoğraf karesinin nakışlarını hatırlıyor. Hafızasının mahzenine sıkıştırdığı, sandukasının kapağını açtığında, çocukluğunun ülkesindeki güneş etrafını aydınlatır. Ama içini bir hüzün de kaplar. Artık çocukluluğunun ülkesine dönemeyecekti; orası uzak ülkeydi. Uzak yakın değildi. Ama olsun orası mazisindeki sıcak eviydi. Buradaki her şeyin bir anlamı vardı. Oradaki derenin, ağaçların, kuşların, çiçeklerin, böceklerin, esen rüzgâr bir şeyler ifade ediyordu. Mutlaka dönmeliydi mazisindeki evine.
Dere mırıldanıyor mu ne?
Kulak kabarttım.
—Bunca zamandır neredeydin?
—Özlettin kendini
Birden irkildim, içim ürperdi, gözlerimi açtığımda etrafta kimse var mı diye kontrol ettim. Yoksa birisi bana oyun mu oynuyordu?
Ama etrafta kimsecikler yoktu, sadece derenin şırıltısı gelmekteydi. Ayakkabılarını çıkardım, pantolonumun paçalarını sıyırıp, o berrak, soğuk derenin sularına soktum. Birden anılar canlanmaya başladı.
—Bak! Orada büyük bir alabalık yakalamıştın.
—İşte orası da dereyi kesip balık yakaladığın yer.
Derenin neresine baksam bir anım gözlerimin önünden geçip gidiyordu. Bu düşüncelerle birlikte derenin sularını yararak derenin daha yukarısındaki bizim tarlanın kenarındaki göl olan kısmına kadar yürüdüm. Her zaman yaptığım gibi o kayanın üzerine biraz zorlanarak çıktım. Şimdi dere buradan bir başka gözüküyordu. Derince bir nefes alarak içime çektim, bir daha çektim, bir daha… Doyamıyordum o mis gibi kokulu temiz havaya…
Çömelerek kayanın üzerine oturdum. Bir sağıma bir soluma bakıyordum ki fark ettim. Bu kaya çok farklı idi. Bazı yerleri griydi, bazı yerlerin de granit damarları vardı. Kaya düz değildi. Elimi üzerinde gezdirdiğimde girintilerin ve çıkıntıların olduğunu anladım. Yer yer. kurumuş yosunlarla kaplıydı. Yosunlara şöyle bir dokunduğumda içinde bir şeyler kaçışmaya başladı. Eğilip daha dikkatli baktığımda tarif edemeyeceğim küçük böcekler vardı. Benim kayam aslında küçük değilmiş; içinde kocaman bir dünya barındırıyormuş.
Başımı geriye doğru çevirerek bizim tarlaya doğru baktığımda, güneş ışıklarını içine hapsetmiş koyu görünümlü, yaprakları kalın, dalları her yere ulaşmak ister gibi ince ama esnek olan ağaç var ya işte o Karayemiş ağacıdır. Bazı yörelerde Taflan da denir. Olgun olunca yenir güzel bir tadı vardır. Ham olanları ağzımızı buruşturur.
Onun biraz ilerisindeki güneş ışığıyla parlayan yaprakları geniş, dalları gövdesi üzerinde bir şemsiye gibi açılan ağaç var, o da Ceviz ağacıdır.
Bak bak işte o da demir elması! Demir elması bu zamanda yenmez. Yenme zamanı güz sonu kış başındadır. Bu zamanda bu elmaya diş geçirmeye çalışsan, dişlerin elmanın üzerinde kalacak diye korkarsın. Bu yüzden ona demir elması denmiştir zaten…
Demir elmanın yanında sırım gibi gökyüzüne yükselen, heybetli görüntüsüne karşılık dallarının taşıma gücü zayıf olan ağaç var ya, ona da Kızılağaç deriz. Bu ağacı daha çok basit işlerde ki kerestesi için faydalanırız. Kuru dallarıyla sobayı tutuşturmakta kullanırız. Güçsüz olduğundan çabuk alev alan bir yapısı vardır. Bazen bahçe kenarlarını çevirmek için kazık yapımında kullanılır. Kazıklar olacak kısımlar hazırlanır uçları sivriltilir ve hafifçe ucu yakıldıktan sonra toprağa çakarız. Diğer kullanıldığı bir yer var ki senin sağlığında kullanılmaz, hep sen onu sağken başkası için kullanırsın. Biz ona mespaulupe deriz. Yani mevtayı mezara indirdiğimizde eğik olarak dizilen tahtalardır. Onun için bu ağaç bana hep ölümü hatırlatır.
Az daha kızılağacın etrafına dolanmış asmayı unutacaktım. Bu da bizim mis kokulu Kara Üzümümüzdür. Şimdi koruk halde bir aya kadar olur. Mis gibi kokular salar etrafa tadına doyum olmaz. Üzüm tanesini iki parmağının arasına alacaksın, hafifçe bastırıp ve ağzını açacaksın. Üzümün içi kabuğundan lup diye sıyrılarak ağzına düşer. Ağzının içinde bir sağa bir sola çevir, dilinin her noktası tadına varsın. Sonra bir başka tane daha…
Tam arkamdaki ise armutların şahıdır. Biz ona Ağa Armudu deriz. Koskocaman olur meyvesi, bir ısırık alırsın, dilin tadına doyamaz. Suları dudaklarından akmasın diye her damlasına sahip çıkarsın.
Ha şu da Gürcü Armudu dur. Böyle güdük olduğuna aldanmayın. Kışın bir daha bakın o da kendine gelmiş irileşmiş olur. Dış kabuğu serttir ama içi bir hoştur. Sakın ha bir damlasını bile ziyan etme.
Bu da paslı elma dediğimiz elmadır. Toprak renginde olduğundan ona paslı elma deriz. Bizim taktığımız bir isimdir, gerçek adını hiç bilmedim. Merakta etmedim doğrusu. Paslı elma dediğimde bizimkiler nasıl olsa biliyorlardı neyi kast ettiğimi.
Aaa bak! Az daha unutuyordum ekşi elmayı! Adı aklıma gelince ağzımın suyu aktı. İyi bakım yapıldığında bir elma bir insanı doyurur. O kadar büyük olur meyvesi. Kabuğunu soy bir ısırık al ağzında mayhoş bir tat ile birlikte erir gider elma. Bunu bir de kuzinenin üstü ne koyup pişirerek yiyeceksin, ama sıcakken ye…
Bulunduğum yerden görebildiğim ağaçlar bu kadar. Ama sanmayın ki sadece bu meyve ağaçları var. Allah bu topraklara bereket vermiş, her şey yetişir evelallah!
Birden kendime geldim.
Ben ne yapıyordum?
Kendi kendimle konuşuyordum herhalde diyerek, gözüm kayanın üzerindeki çember şeklinde dizilmiş taşlara takıldı. Bakışlarımı daha fazla yoğunlaştırdığımda taşların içinde köz olmuş odun parçalarını gördüm. Demek ki başkaları da buraya gelip ateş yakmışlar. Ben de ateş yakmak için çalı çırpı toplamak üzere kayanın üzerinde doğruldum, dere kenarında ki çalı çırpıları toplamaya gittim. Kâfi derecede topladığıma kanaat getirdiğimde ateş yakmak için kayanın yanına gidip bir zahmetle üzerine çıktım. Önce küçük kuru çalıları çatı şeklinde dizerek cebimdeki kibriti çıkarıp yaktım. Ama dereden gelen esinti kibriti söndürdü. Bende sönen kibriti yere atıp, yenisini çıkarıp yaktım. Bu da söndü. Bir başkasını yaktım… Epey bir uğraştan sonra kibriti söndürmeden yakabildim. Ama gel şimdi de çalı çırpılar bana ihanet ediyorlardı. Tutuşmamak için aceleleri yok gibiydi. Neyse ki çalı çırpılar beni fazla yormadan tutuştular. Hemen üzerlerine biraz daha kalın olanları yine çatı şeklinde dizdim. Bunlarda yavaşça tutuştuktan sonra, üzerine biraz daha kalınca olanları dizerek ateşin o morlu kırmızı alevini seyre daldım. Alev büyüdükçe büyüdü, gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Epeyce yukarıda olan ağacın dallarındaki yapraklar alevin hiddeti ile kavrulup kıvrılıyorlardı. Birden korkuya kapıldım. Ya ağacın yaprakları yanında dalı da tutuşursa diye… Hemen elime bir kalınca dal alarak ateşi hafifçe dağıttım. Alevin o yükselişi artık geçmişti. Ateşi hafifçe havlayarak birkaç parça odun parçasını da üzerine koydum. Ateş kendi içinde yavaş yavaş yanmaya başladı.
Bir yandan ateşin sıcaklığı, diğer yanda da güneşin sıcaklığı gelmekteydi. Bu güneşli günde niye ateş yaktın diye soracağınızı biliyorum. Ama bizim oralarda her an güneş sevimli yüzünü saklayarak, soğuk yüzünü gösterebilirdi de ondan yaktım. Sabahleyin bir bakarsınız günlük güneşlik. Öğlen üzeri ve ya sonrası yağmur yağmur başlamış.
Bir zaman sonra dereden şıp diye bir ses işitim başımı dereye doğru döndürdüm. Derenin yüzeyinde suyun halelerini gördüğünde anladım. Bir alabalık yem için atlamış. Alabalık derenin akıntısının ters istikametinde suyun yüzeyine değen ve ya düşen böcekleri bekler. Yemi gördüğünde ok hızıyla yeme hücum eder yemi tutup yutar. Bu anı pek görenimiz olmaz ama suyu yardığı yerdeki haleyi gördüğümüzde bunun çıvarında alabalık vardır deriz.
Dere öyle berrak akıyordu ki dipteki taşları tek tek sayabilirdim. Derenin yüzeyinde pek çok nesneler geçip gitmekteydi. Bazen bunlar yaprak oluyor. Bazen bir dal parçası, bazen de meyveler oluyordu. Bunlar akıntıyla birlikte aşağıya doğru akmaktaydılar. Biraz önce ateş yakmak için yaktığım ama tutuşmayan kibrit çöpünü derenin içinde gördüm. Kibrit çöpünün suyun yüzeyinde kalma mücadelesi çok ilginçti. İlgimi çekmeye başlamıştı. O esnada etrafıma kulak kabartım. Derenin sesiyle birlikte doğa kendi senfonisini çalmaktaydı. Bu muhteşem koreografi, olağan üstü ses adeta beni büyüleyip içine hapsetti.
Derenin başlangıcı neresiydi?
Ya bittiği yer neresiydi?
Ben bu derenin neresinde bulunuyordum?
Sadece bildiğim derenin belli bir kısmında yer aldığım. Ne başlangıcını ne de sonunu göremiyordum. Ama bu benim için sorun teşkil etmiyordu.
Derenin sakin bir koyunda, bir kayanın yanı başına sokulmuş, suyun hafif dalgaları arasında bir yukarı, bir aşağı inerek suyun yüzeyinde süzülürcesine durmaktaydım. Etrafımdaki hareketlilik benden uzakta olup bitmekteydi. Arada sırada dalganın şiddeti artsa bile kayanın dibindeki güvenli yer beni korumaktaydı. Dalgaların şiddeti artmaya başladı, kayanın dibinden yukarılara doğru çıkmaya başladım. Kaya beni tutmak istedikçe dalgalar da hırslanarak beni almak istiyorlardı. Birden bir dalga beni bulunduğum yerden koparıp aldı.
Önceleri hafifçe yalpaladım. Bir sağa bir sola ve kendi etrafımda dolanmaya başladım. Çok kısa bir süre sonra bu duruma alıştım. Dere beni yumuşakça kucaklamış, sevip, okşamaktaydı. Derenin kucağının sıcaklığı benim başımı döndürmüş şekilde etrafıma bakmaktaydım. Sevincimden çığlıklar atmaya başladım. Artık bende hareket halindeydim. Etrafım alabildiğince geniş düzgün bir yerden geçiyordum. Gözümün gördüğü her yere gitmek istiyordum ama derenin akıntısına kapılmış o nereye doğru akarsa bende o yere doğru gitmekteydim. Sonra akıntı beni kıyıya doğru sürükledi. Etrafımızda küçük taşlardan pek çok vardı. Kimilerine sürtünerek hızım kesildi. Beni küçük bir gölün içine doğru sürükledi. Etrafım irili ufaklı taşlar ile çevrilmişti. Burası sakin sığ bir yerdi. Derenin dalgalarının ritmine ayak uydurarak hareket etmeye başladım.
Burada epeyce kaldıktan sonra sıkılmaya başladım. Etrafım hiç değişmiyordu. Bir dalga beni kucaklayıp kaldırdı, taşların üstünden aşırarak beni yeniden akıntıların üstüne bıraktı. Akıntının bulduğu yolda ilerlemeye başladım. Artık yeniden hareketli hale gelmiştim. İçime bir sevinç doldu. Sevincin uzun sürmedi. Çünkü akıntı beni kıyıdan sürüklüyor, her taşa sürtülmekte, sürtündükçe bir türlü hız kazanamıyordum.
Birden akıntının hızı artmaya başladı. Beni de kıyının sıkıcı durumundan kurtarıp açıklara sürükledi. Artık akıntının hızı iyice artmaya başlamıştı. Akıntı hızlandıkça ufuk çizgimi kaybetmiştim. Bu hızla bir yerlere çarpmamak için hep önüme bakmak zorundaydım. Önümde belirsizlikler çoğalmaya başladığında beni endişelere sevk etse de bundan bir başka haz almaya başladım. Bu durumdan dolayı endişeleneyim mi, yoksa sevineyim mi diye düşünürken, yanı başımda koskocaman bir kaya belirdi. Kayanın yanında bulunan küçük bir anafor beni çarpmaktan kurtardı. Hafifçe sendeleyerek akıntının yolunda daha hızlı bir şekilde devam etmeye başladım ki…
—O da ne?
—Ne oluyor? Akıntı çok şiddetli.
Birden yüksek bir yerden aşağıya doğru düşmeye başladım.
—Aman Allahım! Neredeyim?
—Dibe batıyorum! Burası çok karanlık!
—Nefes alamıyorum! Nefes almalıyım!
—Işık… Işık yukarıdan geliyor. Yukarıya çıkmalıyım. Hadi biraz daha gayret kurtulacaksın.
—Oh be hayat varmış! Az daha boğulacaktım.
Boğulmama ramak kalmıştı. Talihim varmış dipteki anafora kapılıp yukarıya çıkamamakta vardı. Neyse bu tehlikeli durumdan kurtulduk.
Bak ileride bir kayanın dibinde akıntı dibe doğru batıyor. O kayaya çarpmadan tutunabilirsem biraz dinlenebilirim.
—Ama dikkat etmeliyim, kayaya yaklaştığımda, ona dokunur dokunmaz kendimi hızlıca geriye atmalıyım ki, ikinci dokunuşum yumuşak olsun. Bu şekilde kayaya tutunabilirim.
—Evet, işte tam bu şekilde!
Burada biraz dinlenip yaşadıklarımı gözden geçirince; hızı kontrol edemediğimiz de, hızın kontrolüne girip güç durumlara düşebileceğimizi öğrenmiş olduk. Bundan sonra hızımı kontrol edebileceğim akıntılara doğru gitmeliyim.
İleriye doğru göz gezdirerek; durum değerlendirmesi yaptım. İlerde iki yönden gelen akıntı birbirine karışmaktaydı. Sağ tarafa doğru gidersem daha sakin yol alabileceğimi düşündüm. Yalnız sol yönden gelen akıntı daha güçlü idi. Sağ taraftaki akıntının üstünden akarak sağ akıntıyı dibe doğru biraz batırmaktaydı. Bu noktaya geldiğimde bir sıçrama yapmam gerekirdi. Ve ya burada üst akıntıya kapılmamak için biraz daha fazla gayret göstermem gerektiğine kanaat getirerek yola koyuldum.
Tam bu nokta beni epeyce uğraştırdı. Uzaktan bakıldığında ayrıtılar pek gözükmemekteydi. Yanına yaklaştığımda sol akıntı yüzeyden dalgalar şeklinde gelmekteydi. Dalgalar derenin suyunu kabarttığından doğal bir set oluşturmaktaydı. Hızlı bir şekilde sol akıntıyı yarıp sağ tarafa geçmek istesem bile sol akıntının dalga boyunun yüksekliği ve şiddeti çok fazla olduğundan bir türlü yaramıyordum. Her denememde sol dalgalar beni biraz daha aşağılara sürüklemekteydi. Dibe doğru dalıp sağ akıntıyı yakalarsam bu üst akıntıdan beni korur onun ritmi ile sağ taraftaki sakin sulara erişebilirdim. Ama bunun bir tehlikesi de vardı. Dibe daldığımda hiç çıkamadan batmakta vardı. Ama olsun denemem gerekiyordu. Ve yapmaya kara verdim. Gözümü kararttım dibe doğru daldım.
Korkudan gözlerimi de kapatmıştım. Ama akıntının içine girdiğimde bir sıcaklık hissettim. Akıntı beni yumuşakça karşılayıp sarmalamıştı. Bunun üzerine gözlerimi hafifçe aralayıp, etrafa baktım. Dipten giden sağ akıntı çok sakin, kendinden emince ilerlemekteydi. Oysa soldan gelen akıntı yüzeydeki tüm soğuğu içinde barındırıyordu. İçimi nahoş duygular kaplamış, akıntının içinden hiç çıkmak istemiyordum. Sıcaklığı beni sarmış alev gibi yanmaktaydım. Suyun içinde yanma nasıl olur demeyin; yanıyordum işte… Artık boğulacağım diye bir endişem de kalmamıştı. Kendimi nahoş durumun içinde bırakarak, yolculuğumun tadını çıkarmak istiyordum. Bir zaman sonra sağ akıntı beni yavaşça suyun yüzeyine çıkardı. Nasıl çıktığımı fark etmemiştim bile… Artık sağ taraftaki durgun suların içindeydim. Bulunduğum durumdan zevk almak için hareketlerimi yavaşlatıp, etrafımı kolaçan etmeye başladım. Etrafımda irili ufaklı kayalar sakince duruyor. Her kayanın yanında benim gibi olanlar bulunmaktaydı. Çok az bir çaba ile bir kayanın yanına yanaşarak etrafındakileri incelemeye başladım. Biraz dinledikten sonra yumuşak akıntı ile birlikte diğer kayalarında yanına uğrayıp duruyordum. Her kayanın etrafında ayrı ayrı lezzetteki meyveler, değişik yapraklar, birçok ağaç dalları bulunmaktaydı. Bunlar etrafa mis gibi kokular bırakmaktaydı. Beni de kendimden geçiriyorlardı. Yavaşça hareket ederek bir büyükçe kayanın dibine yanaştım. Akıntı kayanın yüzeyine sürtünerek biraz dibe batmıştı. Bunun oluşmasıyla hafifçe bir dalga beni kayanın koyluk kısmına attı. Buradaki su berrak ve dairesel bir hareket halinde idi. O koyda kendi etrafımda suyun ritmiyle dönüp duruyordum. Su beni bir müddet kayadan uzaklaştırıyor sonra yeniden kayaya yaklaştırıp etrafında dönmemi sağlıyordu. Yanıma pek çok şeyler uğruyor, bazen yapışık olarak hareket ediyordum. Aradan bir süre sonra benim bulunduğum yere bir köpük geldi. Suyun yüzeyinden kayarcasına hareket ederek yanıma sokuldu. Bir müddet sonra beni içerisine aldı. Artık köpük ile birlikte hareket ediyorduk. Pek benim hareketim olduğu söylenemez ama birlikte dönerek hareket etmekteydik. Bir süre sonra köpük başkalarını da içine aldı. Artık birçok ile hareket etmekteydik. Su arada sırada da serinliyor soğuklaşıyordu. Suyun serinliğine aldırış etmeden hep birlikte hareket etmeyi sürdürdük. Bir zaman sonra suyun kaldırma kuvveti artı bizi kayanın yanından alarak küçük bir akıntının rotasına kapılarak hareket etmeye başladık.
Akıntıyla birlikte epeyce yol aldık. Birçok tanıdıkla yeniden karşılaştık, selamlaşarak, kâh onlar benim ardımdan, kâh ben onların ardından yolumuza devam ediyorduk. Akıntı bizleri iki büyük kayanın arasından akan yöne doğru hızlıca sürükledi. Bura da su o kadar hızlı akmaktaydı ki, su havadan uçarcasına yere düşmekteydi. Suyla birlikte ben de boşluktan aşağıya doğru düşmeye başladım. Zemindeki suya değer değmez beni dibe doğru çekmeye başladı. Yukarıya doğru çıkmak için bir gayret harcadım, ama nafile gücüm tükenmek üzereydi. Su her zerreme işlemiş, beni olduğumdan daha ağır hâle getirmişti. Ağırlığımın üstüme getirdiği yük çok fazla idi, hem de çok fazla yorulmuştum. Artık eskisi kadar mücadele de edemiyordum. Suyun ılık hali beni cezbediyordu. Suyun dibinden bir müddet daha yol alarak devam ettim. Bir noktaya gelince kendimi bırakıp gözlerimi kapattım.
Artık gürül gürül akan dereler boşuna neşeyle mırıldanıyor, güneş güleç gülümsemesiyle boşuna aşağılara bakıyor, kuşlar mutluluk şarkılarıyla boşuna cıvıldıyorlardı. Artık bunların hiçbirisine aldırmıyordum, eskisi gibi çevremdeki güzelliklere karşılık veremiyordum. Ama beni bekleyen başka güzelliklerin olduğunu bilerek, o güne kadar burada bekleyeceğim.
Sayfalara hayat vermek istedim, sayfalar hayatım oldu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.