- 423 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Çünkü O Hata!
ÇÜNKÜ O HATA!...
Yağmur, usulca ağlayan bir çocuk misali yağışıyla, bineceğim otobüs durağının bankında oturuyor ve esen rüzgarla zaman içerisinde ıslanıyordum. Ama bu ıslatış, sanırım, beni ne denli bir yaklaşımla duygu-landırmış ki, benliğimde bıraktırdığı duygu seli, benim için sanırım hüzün-lü bir ağlayıştan daha hüzünlüydü... Sanki o an için usuma yerleşen bir tüm-ceyle, bu düşünceye yakınlaştım. Namık Kemal’in “Vaveyla” adını verdiği şiirindeki (Haykırış), “Nevha” (Ağıt), kümeleri gibiydi... Yağmur, ince ince bu yağışıyla sanki ağlıyor ve hatta haykırıyordu. Giden bir sevgilinin arkasından gözyaşı döken, ya da haykırarak ağlayan diğer bir sevgili gibi...
İşte tam bu sırada ben, otobüs durağında, bineceğim otobüsün gel-mesini bekliyordum. Bir an, caddenin orta yerinde bir gürültü duydum. Bu, bir at arabasıydı. Ve üzerinde bir çocuk. Arabayı ise, çocuğun babası olarak tahmin ettiğim, 45-50 yaşlarında bir adam kullanıyordu. Oysa, at arabasına koşulu olan ve zavallı atlar, her an, sanki oraya çökeceklermiş gibi bitap düşmüşlerdi. Çünkü, en azından bana göre ve edindiğim izlenim böyleydi. Arabaya koşulu atlar, çok yorgun oldukları hallerinden açıkça belliydi.
Kendi durumunun ve atların durumunu bilen, at arabasının sahibi, elinde bulunan kırbacı havalandırıp, şaklatıyordu. Ama bu kırbaç, atlara bi-le değmiyordu. Atlar, sahibinin yaptığı bu kırbaç sesleriyle, bitap bir hale düşen vücutlarını, sahiplerinin emirlerine ve arabayı, götürmek istediği yere kadar götürmek zorundaydılar... Çünkü hep aynı ödülle, sahiplerinin az bir yemle boyunlarına astığı, yem torbasıyla... Bu nedenle bir an önce sahiple-rini dinleyip, ya eve, ya da sahiplerinin yönlendireceği başka bir işe gide-ceklerdi...
Oysa ben, başka bir işe gitmeden, adeta bu atlardan, eve kadar da-yanmalarını diliyordum. Üstelik bunu, sanırım atların sahibi de istiyordu. Çünkü, bir ara at arabasını durduran adam, arabadan aşağıya inip, atlarla dertleşti. Adeta onlara, artık yorgunluktan iyice bitap düşmüş atların yanına giderek, onları biraz okşadı ve eve kadar dayanmaları için yalvardı. Adeta, benim düşüncemi duymuş gibi...
Evet, eve kadar onları götürecekti, götürmesine ya... Acaba, evde, yorgunluğunu giderebilecek miydi. Kim bilir, zavallı atlar... En azından, başarılarından dolayı, sahibinin ödül niyetine verebileceği az bir yemle, acaba karnı doyabilecek miydi. Hatta, sahibinin karnı doyabilecek miydi...
Çocuk, at arabasının bir köşesine çömelmiş, babası ise atların ko-şumlarını eline almış, ayakta duruyordu. Durmadan yağan yağmur ise, san-ki tüm acımasızlığıyla, bardaktan boşanırcasına yağıyordu... Ve güzel ül-kemin, güzel insanları ama şartları kısıtlı, bu imkanlarda olan şanssız insan-ları, durakta bekleyen benim önümden geçip...gittiler. Ve ben onlara, bir şeyler yapamamanın ezikliğiyle, salt onlara baka, baka... Geçip...gittiler...
Bir ara ileride, fakültenin birinde doktor asistan olduklarını, kulak misafiri olduğum konuşmalarından çıkarttığım iki bayan, aslında kulak misafiri teriminden öte, mecbur bir dinleyiş desem yerinde olur. Çünkü bu iki bayan, çevresine pek aldırış etmeden, konuştukları belirgin ve yüksek sesle ortama, söylemleriyle adeta ışık tutuyorlardı. Önemle üzerinde dur-dukları, dün gece, bir dizide olanlardı!... Hatta bayanlardan biri, anlatımını diğer arkadaşına yaparken, o dizide yer alan hemen bütün aktörlerin, elbette ki aktrisler bu anlatımların dışında, sırasıyla isimlerini sıralıyordu... Ve sanki, o şahsiyetleri adeta yaşıyormuşçasına... Ve karşısındaki ise, sanki onun, o bilim dünyasına adım atmış genç bayanın, diyalektik bir konuşma yapıyormuşçasına, dikkatle arkadaşının anlatımını dinliyordu. Hatta daha da ileriye giderek, bilim dünyasında olmasının varsıllığını koruyarak, ekin sahibi biri olduğunu tanımlayıp, insan olduğunu belirterek, insan sınıfına girdiğini, yani artık bir tür insancık olmadığını anlatmaya çalışıyor, bunun içinde adeta çabalıyordu. Kısaca, az önce at arabasıyla geçen insancıklardan değildi. Ve bu konuşmaları duyan, durakta bulunan insanlar, şaşkınlıkla, bu iki bayanı dinliyor ve onların, kendileri dışındaki insanlara ne gözle bakabildiklerini, hele bilimsel bir insanın yozlaşmasını üzülerek seyrediyorlardı. Ve salt, benim gibi seyrediyorlardı... Oysa onlar, çevrede bulunan, ülkemin güzel insanlarına pek aldırış etmeden, insancık olarak gördükleriyle alaylı konuşmalarına devam ediyorlardı...
Bu kez, bir başkası dikkatimi çekti. Kendisine, elinde bulunan birkaç kitap ve anlatımlarıyla, belirgin bir şekilde okumuş edası veren bir insan... Ünlü bir yazarımızın, en son yayımı olan bir kitabından söz ediyor-du. Ne haddine, onu eleştiriyordu bile!...
Oysa, at arabasını süren insanlar ne yapmaktaydı... Kim bilir... her-halde birileri, o zavallı insanların durumlarını düşünüyordur!... O insanların durumunu çok iyi bilen insanlarda vardı. Vardı ama, onlara elinden gelebil-se nice yardımlarda, iyiliklerde bulunurlardı, kim bilir. Ama o insanlar, ça-resizlerdi. Ancak... kendi yağlarıyla kavrulma misali...
At arabasını süren, giriştiği ekmek mücadelesinde, kendisinin yete-bildiği yere kadar, yetemezse çocuğuna bırakacağı mirasla yollarına devam edebileceklerdi... Belki de, ne çocuğu ve kendisi devam edemeyecekti...
Ve şimdi ise, kaderini kendisinin çizmediği bir dünyada yaşamaya çalışıyordu. Ve o, hem kendisine, hem de insanlara, kimi insanların düşün-dükleri gibi, insancıklara soruyordu. Soruyordu ama, sorduğu sorular hep yanıtsız kalıyordu... Ama bazı insanlar, bir şeyler söyleyebilmiş olabilme-nin ve duygusal davranabildiğini belirtircesine, alaycı tavırlarıyla, bu zaval-lı insanlara bir düşünce, bir akıl veriyorlardı. Verebildikleri yanıt ise, bu dünyada, bu zavallı insanların olmaması gibi, alay içeren bir düşünceydi. Ve diyorlardı ki... Çünkü o hata!...
Evet, onun yeryüzünde oluşu bile bir hataydı!... Hataydı, ama ne yapsın olmuştu bir kere. Olmuştu ya...
Mustafa GÖKÇEK
YORUMLAR
At arabasını süren, giriştiği ekmek mücadelesinde, kendisinin yete-bildiği yere kadar, yetemezse çocuğuna bırakacağı mirasla yollarına devam edebileceklerdi... Belki de, ne çocuğu ve kendisi devam edemeyecekti...
Üstadım,bakmakla görmek arasındaki farkı çok güzel
belitmişsiniz.Helal olsun sizin gören gözlerinize...
Küçük denilen şeyleri çıkartıp işlemiş ve adeta hayat dersi
vermişsiniz vurdumduymaz insanlara...
Kalemin her zaman daim olsun efendim..
Saygı ve sevgilerimle.
Selamlar...