- 1053 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İŞARET DİLİ
İŞARET DİLİ
Eylül ayı, güz mevsimi olmasına rağmen, Ege sahillerinin en güzel günleridir. Buna aşina olan yerli yabancı gezginciler, tatillerini mutlak Ege sahillerinde geçirmek isterler.
Mevsimin duayenlerinden İngiliz John, her yıl olduğu gibi bu sezon da Ege’nin incisi Kuşadası’na geldi. Ne var ki bu gelişi yalnız değildi; beraberinde torunu Mary’ yi de getirmişti.
Mary, buluğ çağına yeni girmesine rağmen gelişkin vücudu, buğday sarısı kahkülünün gizlemeye çalıştığı deniz mavisi gözleri ile gizemli bir güzelliğe sahipti. Lakin tekerli sandalyeye mahkûm oluşu, çevrenin dikkatini çekmişti. O ise kendisini buruk duygular içinde seyreden kişileri görmezlikten gelerek, ilginç gördüğü manzaraların fotoğraflarını çekerek ölümsüzleştirmeye çalışıyordu. Belli ki bu gibi görüntüler ile özleşmiş.
O akşam, saygın bir otelde ikamet ettiler. Sabah kahvaltısından sonra çevrede bulunan kutsal Meryem Ana tapınağına gittiler. Ziyaret dönüşünde de bir araç ile Akbük koyuna giderek çadır kurmak için hazırlığa başladılar. Çevrede çalışan inşaat işçileri, onların pür telaş içinde uğraşlarını görünce, yardıma giderek bir çırpıda çadırı kurdular.
Mary’i tekerli sandalyeye mahkûm olmasından ziyade, tabiatın kucağında ve yaban ortamda oluşu, üzerinde şok yarattı. Oysa büyükbabası, ona bulunduğu ortam ve Türkler hakkında nice öyküler anlatmıştı. Ama o, nedense içgüdüsel tepki göstererek hırçın davranışlarını sürdürüyordu. Belli ki kendisine has sorunları vardı.
Bir insanın kendisini ikna edebilmesi için gözüyle görmesi, kulağı ile işitmesi, koku ve temas yolu ile de hissetmesi gerekmektedir. Sonrası kişiye has bir davranıştır.
O akşam John, yorgunluğa yenik düşerek hemen uyudu. O ise yanında getirmiş olduğu kitapları parmakları ile okşadı. Ama yeterli ışık olmadığı için okumaktan vazgeçti. Bir ara gözleri büyükbabasına ilişti. Onun rüyalar aleminde gezindiğini sezince, sürünerek dışarıya çıktı.
Mehtabın devasalığı, Akbük koyunu kaplamıştı. Yakamozların deniz üzerindeki danslarını, irmik gibi ince kumlarını, doğanın paha biçilemez bitkilerinden olan çam ağaçlarını bir arada görünce “Yerkabuğunun cenneti galiba burası!“diye iç geçirip yüreğini dinlemeye başladı. Arada bir çoban köpeklerinin kısık sesleri duyulsa da çevre sakinliğini koruyordu. Geçen süreç içinde alışık olmadığı iyotlu oksijen, ciğerlerini etkileyince kendisini kumların kucağına bıraktı. Gece boyu mehtap altında gözleri kapalı öylece kaldı. Muhtemelen sabaha yakın bir saatlerde denizden esen sert meltem tenine dokunmuş olacak ki ürperti içersinde çadıra girdi. Lakin bir türlü uykuyu yakalayamadı. O an, ailesi ile dostlarını düşündü. An geldi mavi gözleri buğulandı. An geldi pembe dudaklarından tebessümler uçuştu. Duyguları ile ikilem yaşarken, karşı kıyıda konaklanan balıkçılar, akşamdan denize bıraktıkları ağlarını toplamak üzere rast gele diyerek yola çıktılar. İyot sislerinin arasında bir siluet gibi birbirlerini takip ederlerken, motorların etkili gürültülerden John uyandı.
Mary, büyükbabasının ayaklandığını görünce, nevresim ile yüzünü gizledi. O ise torunun uyuyamadığını anlamıştı. Ama anlamazlıktan gelerek sessizce dışarıya çıktı. Şafak, morlaşmaya dönüşmek üzere idi. Defalarca derin nefes çekerek ciğerine iyotlu oksijen depoladı. Onun yaşamı ise buydu. Çevrenin kızıla dönüşmesiyle birlikte, canlılar için hayat yeniden başlamıştı.
John, portatif masa ile sandalyeleri çadır önüne kurdu. Eksik ihtiyaçlarını gidermek üzere köye doğru yola çıktı. Dostlarından olan Durmuş Kaptan, geldiğini öğrenmiş olacak ki onu yolda karşıladı. İki eski dost hasretle kucaklaştıktan sonra yarenlik yaparak yürüyüşlerine devam ettiler.
O dakikalarda Çoban Ali, bakmakla yükümlü olduğu koyunları, yaylım için anız tarlasına sürdü. İçlerinde yavru kuzular da bulunuyordu. Bunlardan birisi, doğum anında annesini yitirince, bakım görevi Ali’ye düşmüştü. Şimdi ise onun peşini bırakmıyor.
Ali, yetim ile çevreyi dolaşarak kumsala indiler. Deniz, düzeltilmiş çorak arazi gibi hareketsiz berrak görünüyordu. Kumların arasından yassı taş toplayarak, deniz üzerinde kaydırmaya çalıştı. Bu oyunu defalarca tekrarladı. Gözü biran yetimi aradı; fakat ortalarda yoktu. Telaşa kapılarak, yaylımda bıraktığı koyunların yanına gitti. Yaramaz, orada da yoktu. Şaşkınlık içinde tekrar kumsala döndü.
O ise şimdiye dek hiç görmediği bez çadırı keşfetmekle meşguldü. Çevresini birkaç defa turladıktan sonra açık gördüğü kapıdan temkinli bir vaziyette içeriye girdi. Onun göz-üyle her şey yaban idi. Koklayarak işe başladı. Ağzına layık bir tutam ot veyahut bir damla su bulamadı. Yastık üzerine serpilmiş buğday sarısı saçlar dikkatini çekince, onlarla ilgilenmeye başladı. Sanki sahibi ile tanışmak ister gibi bir hâl içindeydi. Ne var ki Mary, sabaha yakın saatlerde uykuyu yakaladığı için yüzünü kaplayan nemli nefesi hissetmedi. Bir mevta gibi uyumaya devam etti.
Ali, aynı dakikalarda yetimin muammalı kayboluşunu çözmeye çalışırken, gözü kumların üzerindeki taze izlere takıldı. Belli ki bu izler ona götürecekti. Buruk sevinç içinde takibe koyuldu. İzler, çadıra doğru ilerliyordu. Biran tereddüt edip dur-akladı. Orada kiminle veyahut kimlerle karşılaşacağını bilmediğinden dolayı, yüreğini heyecan kapladı. Biran vazgeçmeyi bile düşündü ama nafile idi. Bulmak istediği kendisi gibi nefes taşıyan canlı varlıktı. Üstelik doğum esnasında ilk yaşam sütünü o içirmişti. Dolayısıyla da onun manevi annesi sayılırdı. Çekinerek yoluna devam etti. Her attığı adım hedefe biraz daha yaklaştırıyordu. Nihayet çadıra birkaç adım kala durup tekrar düşündü. Kararını vermek üzere iken, kapı önünde iri yapılı John ile göz göze geldiler. Belli ki köyden yeni dönüyordu. Karşılıklı bakış malardan sonra kırık Türkçe siyle onu çadıra davet etti. İlk kez tanımadığı birisine misafir oluyordu. Peşinden içeriye girip gösterilen yere oturdu. Ne var ki güneşten loş ortama girince, ışık algılama yetersizliğinden etrafı siluet halinde görmeye başladı. Saniyeler arasındaki geçiş sürecinde loş ışığa alışarak, karşısında oturan kızı gördü. Üstelik telaş içinde saatlerce aradığı yetim kucağında idi. Biran onu kapıp kaçmak geldi aklına. Lakin utanç duygusu ağır basınca, düşüncesinden vazgeçerek bekleme sürecine girdi.
Mary, tanımadığı birisini davet ettiği için büyükbabasına sert tepki gösterdi. Belli ki mağduriyetinden dolayı beklemediği misafirden utanmıştı. Hâlbuki John, tatil sürecinde bir nebze de olsa onun yalnızlığını gidermek maksadıyla bu yolu seçmişti. Ama ne çare ki niyetini anlatamamış olduğun gördü.
Ali ise merakla onları seyrediyordu. Konuştuklarını anlamıyordu. Lakin olası bir pozisyonda, işaret dili ile anlaşabileceğini düşünerek bekleyişini sürdürmeye karar verdi. Ama ortada çözemediği gizemli bir hava esiyordu.
John, konuyu daha fazla tartışmanın gereksiz olduğunu saptayarak, çelişkili düşünceler taşıyan bir sıfat ile dışarıya çıktı. Onu da beraberinde getirmekle ne kadar düşüncesiz davranarak gaf yaptığını geç te olsa anlamış gibiydi. Aslında Mary, kaprisli başına buyruk bir yapıya sahipti. Başına ne geldiyse dik kafalı oluşundan gelmişti. Ailesinin onca ikazlarına rağmen, arkadaşlarına uyum sağlayarak, motosiklet yarışına katıldı. Oysa ilk çıkışta mükemmel bir atak sergilemişti. Fakat dakikalar ilerledikçe kontrolünü kaybederek bareyerlere çarptı. Kazayı gören onca kişi, onun yaşamından umut kesmişti. Lakin erken müdahale sonucu tekrar yaşama döndürüldü. Hastahanede uzun süre tedavi gördükten sonra tekerli sandalye ile eve döndü. Aradan onca mevsimler geçmesine rağmen, nedense yürümemekte direniyordu. Oysa ameliyat, oldukça başarılı geçmişti.
John, onun yaşadığı psikolojik baskıdan kurtulabilmesi için beraberinde getirmişti. Üstelik bu tatilin ona yararlı olacağına da emindi.
Ali, onların aralarındaki geçen tartışmayı kavrayamadığı için kuzuyu almak üzere hamle yaptı. Ne var ki Mary, onu sıkıca bağrına basarak, mavi gözleri siluet halinde vermem diye adeta yalvarıyordu. Ali, mavi gözlerin yalvarışı karşısında adeta şoka girdi. Kısa suskunluktan sonra konuşmayı denedi. Ama anlatamadı. Çünkü o Türkçe bilmiyordu. Mary, karşılık vermeye çalıştı; lakin Ali İngilizce bilmiyordu. Dolayısıyla iki yaban, birbirlerini anlayamayınca susmak zorunda kaldılar. Bu defa, gözler devreye girdi. Ali, mavi gözlerin derinliklerine ulaşmaya çalışırken, Mary de Ali’nin üzüm karası gözlerinin karanlığında, kendisini arıyordu. Dakikalarca yüreklerinin sevgi dili ile konuştuktan sonra avuçlarının içine birbirlerinin isimlerini yazarak tanıştılar.
Ali, işaret dili ile kuzunun kendisine ait olduğunu anlatmaya çalıştı. Mary, onu anlamış olacak ki, aynı işaret dilini kullanarak, onun geçici olarak yanında kalmasını istedi.
Ali, onu arzusunu kırmamak için istemese de yetimi ona bırakarak oradan ayrıldı. Lakin bir çift mavi göz, yüreğinde onunla beraber gitti. Sabaha dek hiç uyumadan onu düşündü. Üstelik ilk kez bir kıza bu denli yakınlık gösteriyordu. Mary de geç saatlere kadar, hayat hikâyesini yetime aktararak bir nebze olsun rahatlamaya çalıştı. Sabah erken kalkarak, kahvaltı sofrasını hazırlayıp büyükbabasına sürpriz yaptı. Üstelik ilk kez neşeli gözüküyordu.
John, hazırlamış sofradan ziyade onu, yaşam ile yeniden barıştığını görünce, çok sevindi. Bu ani değişikliğinin sebebini düşünmeye başladı. Aklına ilk gelen kucağındaki kuzu ol-du. Lakin kuzunun, insan üzerinde bu denli etkili olacağına in-anmıyordu. Kısa beyin cimlastiğinden sonra kerameti doğanın gizemli yapısına bağlayarak, kendisini ikna etti. Ama nedense Ali’nin varlığını düşünemiyordu. Günlerden sonra ilk kez neşeli bir atmosfer içinde kahvaltı yaptılar.
John, onun üzerindeki bu olağan üstü değişikliğinin sebebini, nedense öğrenmek istemedi. Çünkü tekrar düne dönecekmiş gibi bir his vardı yüreğinde. O nedenle geçmişi hatırlatıp yargılamak yerine, yanıtsız dinlemeyi yeğledi.
Mary, sarf ettiği cümlelerinin satır aralarında, ebveyenlerinden özür diler gibi bir görüntü sergilese de kendisiyle yeterli derecede ilgilenmediklerinden dolayı da onları sorgulamaya çalışıyordu.
O esnada Ali, koyunları kardeşine bırakarak eve döndü. Evde kimsenin olmadığını görünce, babasının tıraş takımlarından yararlanarak, ilk kez henüz çıkmamış sakallarını temizledi. Bayramlık elbiselerini giydikten sonra, aynanın karşısında dakikalarca saçlarına limon suyu ile şekil vermeye çalıştı. Lakin havanın sıcaklığından dolayı su gibi ter içinde kalınca, giysilerini değiştirip evden ayrıldı. Söylemek istediklerinin provasını yaparak kumsala ulaştı. Onları baş başa konuşurlarken görünce, rahatsız etmemek için yolunu değiştirmek zorunda kaldı. Oysa Mary, onun gelişini görmüştü. Dolayısıyla da ona sürpriz yapmak üzere ilk kez kalkmayı denedi ama başarılı olamadı. Fakat onun rotasını değiştirip uzaklaştığını görünce, sevgiyle yeşerttiği onca duygular birden anlamını yitirdi. An öncesi buseler dağıtan o güzel gamzeler, biranda umutsuzluğa dönüştü.
John, onun bu halini görmeye alışıktı. Ama yüreğinin yaşam arzusu ile yanıp tutuştuğunu ilk kez görüyordu. Hâlbuki işgüzarlık taslayarak, değişikliğinin sebebini doğaya bağlamıştı. Oysa onu tekrar yaşama bağlayan öğe, Ali’nin varlığından kaynaklandığını görünce rüzgârdan dağılan saçlarını düzelterek: “Onu sana getireceğim!”dedi.
Ali, koyunların yanına yaklaşmak üzereyken John’un sesini duyup beklemeye başladı. Dakikalarca konuştuktan sonra beraber çadıra döndüler.
John, onun savunmasını Mary’ye aktardı. Lakin gamzelerinde kümeleşen öfke bulutları bir türlü dağılmak bilmiyordu. Belli ki onun davranışına çok kızmıştı. Kuzu, onlara nispet soytarılık yapmaya başlayınca, iki genç gülme krizine girdiler. İki genç, bu süreci iyi değerlendirerek tekrar işaret dili ile konuşmaya başladılar.
Mary, kırıcı olmamakla beraber, onu tatlı sert eleştiriyordu. Oysa Ali, yeni yetişmekte olan yağız bir köy delikanlısı idi. İlk kez bir kız ile arkadaşlık kurmaya çalışıyordu. Üstelik ona karşı nasıl davranacağını da bilmiyordu.
Mary, onu bu çileden kurtarabilmek için hayatından bazı kesitler aktarmaya başladı.
Ali, bütün benliği ile onu dinliyordu. Anlatım sırası kazaya gelince, mavi gözler siluetleşip akmaya başladı. O ağladıkça, Ali’nin yüreği daralıyordu. Sonunda dayanamadı parmakları ile onun gözyaşlarını silmeye çalıştı. Mary, böylesine bir ilgiye alışık olmadığı için duyguları bir tuhaf oldu. Çünkü ilk kez kendisi ile yürekten ilgilenen birisine rastlamıştı. Üstelik bu bir yabancı idi. Kendi gözyaşları ile ıslanmış, toprak kokan nasırlı parmakları avuçlarında tutarak, pembe dudaklarına götürüp defalarca öptü. Ali, onun bu davranışı karşısında, tanımadığı bir duyguya kapılarak ter içinde kaldı. Belli ki o da sevdalanmıştı. O gün akşama dek beraberce doyasıya eğlendiler.
Ali, yaşadığı onca güzellikleri annesine anlattı. Ne var ki ebeveynleri, köylünün dedikodusundan çekindikleri için onu alelacele İzmir’de oturan yakınlarının yanına gönderdiler.
Mary, olanlardan habersiz, sevdalı yüreği ile sevdalısının yolunu beklemeye başladı. Onu beklerken, kültürfizik çalışmalarını da ihmal etmiyordu. Tek isteği, sevdiklerini ayakta karşılamaktı. Günü, onu beklemekle geçirdi. Ama gelmediğine de üzülmedi. Çünkü o yanında olduğu süreç içinde kültürfizik çalışmalarını ara vermek zorunda kalıyordu. Onun yokluğundan faydalanarak çalışmalarına hız verdi. Üçüncü günün yarısına geldiğinde, küçük çocuklar gibi ilk adımını attı. Dördüncü gününde de uyuyan kaslar tamamen faaliyete geçerek yürümeye başladı. İlk icraatı, yıllardan beri özlemini çektiği yüzmek oldu. Saatlerce yüzdükten sonra akşam yemeği için büyükbabasına mükemmel bir sofra hazırlayıp beklemeye başladı.
John, dostlar sofrasından çakırkeyif olarak ayrılıp çadıra döndü. Mary, her zaman olduğu gibi onu sandalyede oturarak karşıladı. Ama duyguları içine sığmıyordu. Bu oyununu da-ha fazla sürdüremeyeceğini anlayınca, yerinden kalkarak boynuna sarıldı. John, içkinin etkisiyle şoka girip dakikalarca nemli gözler ile onu seyretti. Gördüğüne bir türlü inanamıyordu. Oysa uzun zamandan beri bu mutlu anı bekliyordu. Sonraki geçen süreç içersinde, dede torun, kahkaha sesleri arasında dans etmeye başladılar.
Mary, büyükbabasının kolları arasında adeta yürüyemediği yılların acısını çıkarırcasına bir kelebek gibi dans ediyordu. Büyükbabası, onun tükenmek bilmeyen enerjisinin karşısında pes etmek zorunda kalarak, bir eşya gibi kumların üzerine kendisi bıraktı. O gece geç saatlere kadar, gelecek günlerden söz ederek geçirdiler.
Mary, sabah denize açılmak üzere olan balıkçı teknelerinin motor gürültüleri ile uyanıp çadırdan dışarıya çıktı. Çevre sakinliğini koruyordu. Yıllarca özlemini çektiği güneşin doğuşunu ilk kez görüyormuş gibi bir başka anlam içinde seyretmeye koyuldu. Avrupa’nın metropol kentlerde yaşamanın dezavantajlardan birisi, tabiatın nimetleri ile güneşin varlığından uz-ak kalınması idi. Işık kümesi dağların zirvesinden çevreye aksedince, deniz kızıla bürünüp yakamoz tarlasına dönüştü. Görünen manzara, tabiatın çizdiği mükemmel tuvallerden birisi idi. O, şeffaf giysiler içinde kumsalda hoyratça gezinirken, teknelerdeki balıkçılar, onu fark ettiler. Kimileri el sallarken, kimileri uğursuzluk getirir diye bakmak istemediler.
Mary, sevdalı yüreği ile kumsalda sevdalısını beklemeye başladı. Bu bekleyiş üç gün sürdü. Ne var ki geçen süreç içersinde sevdalısı gelmediği gibi ne bir haber, ne de kendisi gelmişti.
John, torunun üzüntüsüne dayanamayınca, Ali’nin evine gitmek mecburiyetinde kaldı. Onu Ali’nin küçük kardeşi karşıladı. Çocuktan al haberi dedikleri gibi konuyu kendisini karşılayan çocuktan öğrenip çadıra döndü. Mary, heyecan içinde büyükbabasının dönüşünü bekledi.
John, çocuktan öğrendiklerini torununa en ince noktasına varıncaya kadar aktardı. Gerçeği öğrenen Mary, gözyaşlarını tutamadı. Verdiği ani karar ile İngiltere’ye dönmek istedi. John, onun isteği doğrultusunda çadırı söküp yolculuğa hazır hale getirerek, araç bulmak üzere köye gitti.
Mary, aslında gitmek istemiyordu. Çünkü o noktada yaşama dönmüş, aşık olmuştu. Lakin araya aile baskısı girince, yapacak bir işlem, söylenecek bir söz kalmamıştı. Türkleri, Tür-klerden daha iyi biliyorlardı. O, özüyle konuşurken, büyükbabası bir araç ile geldi. Kısa zaman içinde yükleme bitti.
Mary, son kez kalıcı bir anı olarak çevreyi kare kare anımsamaya çalıştı. Karelerin karanlık dehlizlerinde yüreğinin sevdalısını arıyor gibiydi. O yaşanmış anları tekrar hatırlamaya çalışırken, büyükbabasının sesi ile kendisine gelerek araca bindiler. Araç, manevra yaparken Mary, aracın kapısını açarak dışarıya fırladı. Büyükbabası ile şoför, şaşkınlık içersinde onu seyrediyorlardı.
Mary, çantasından çıkarttığı boş zarfın içine bir avuç deniz kumu koyarak ağzını yapıştırdı. Sonra kumların üzerine oldukça büyük bir kalp çizdi. İçine de Ali’nin ismi ile kendi isminin baş harflerini yazdı. Son kez çevreyi gözetleyerek sevdalısını aradı ama nafile idi. Tomurcuk sevgi, cehalet kurbanı olmuştu…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.