Beş Yumurta
İkindi vakti okuldan eve dönen Kemal’i annesi sokak kapısında karşıladı. Sarılıp, öperken siyah önlüğünün sırılsıklam olduğunu fark etti. Telaşlanarak:
“ Ne bu halin evladım, niye böyle üstün başın ıslak, derslerinizi yağmur altında mı yaptınız,” dedi.
“Hayır anneciğim ders yapmadık. Öğle yemeğinden sonra okula gittiğimde bir kamyon dolusu kesilmiş meşe odunu gelmişti, onları kömürlüğe taşıdık hem de yağmur altında, o yüzden böyle ıslandım.”
“Hay Allah. Böyle iş olur mu ya. Üşütüp hasta olacaksın. Hiç mi dikkat etmedi öğretmenleriniz? Haydi, çabuk içeri gir. Hemen üstünü değiştirelim.”
Koşarak içeri giren Kemal, bir çırpıda ıslanmış çamaşırlarını değiştirdi. Sobanın yanına oturdu. Ne fayda ki titremeye başlamıştı. Sobanın sıcaklığında mayışıp, kendinden geçiverdi. Bir müddet sonra babası eve geldiğinde, Kemal’i soba yanında uyur vaziyette buldu. Usulca sokulup, yüzünü okşamak istedi. Kemal’in ateşi çıkmıştı. Durumu fark eden babası, hemen hanımına seslendi:
“Ne oldu bu çocuğa böyle, ateşler içinde yanıyor.”
“ Sorma Bey, parmak kadar çocuklara bugün okulda, yağmur altında odun taşıtmışlar, üşütmüş yavrucak.”
“Allah, Allah… Bakın şunların yaptıklarına yahu. Sen hemen bir nane-limon kaynatıver de içirelim çocuğa daha kötü olmadan.”
“Hazır, hazır Bey, kaynatmıştım ben ama uyuyunca, uyandırmak istemedim.”
“Beklemeye gerek yok hanım, getiriver sen, ben uyandırayım da içirelim sıcak sıcak.”
Babasının sevgi dolu sözleriyle gözlerini açan Kemal, kendisine verilen nane-limon suyunu yudumlayarak bitirdi. “Çok üşüyorum babacığım” diyerek yatmak istediğini söyledi. Annesi, yatağını hazırladı. Kemal’i kucaklayan babası, onu usulca yatağına yatırdı ve sıkıca üstünü örttü.
Kemal, ailenin üçüncü erkek çocuğuydu. Henüz beş yaşına girmişti ki kendini okulda buldu. Her nasıl olduysa, Hüsnü öğretmen eşinin tayinini geciktirmek için, okul yaşına gelmemiş onlarca çocuğu okula kaydettirmiş ve bu sayede yeni bir sınıf oluşturmuştu. Kemal’in sınıfında kendisiyle aynı yaşta olanların dışında, normal okul yaşında olanlar hatta bir önceki sene sınıfta kalanlar da bulunuyordu. Kısaca sınıf içinde Kemal’den üç-dört yaş büyük öğrenciler de vardı. Kemal okula başladığında hemen hemen okumayı çözmek üzereydi. Bunda ağabeylerinin de etkisi vardı. Az mı onları ders çalışırken rahatsız ediyor,”bende okumak istiyorum,” demişti. Nitekim Kemal, okulun daha ikinci ayında okumayı yazmayı çözmüş ve kırmızı kurdeleyi sol göğsüne takmıştı. Sınıf arkadaşları okuma fişlerini yazmaya öğrenirken Kemal gazeteleri bile okuyabiliyordu. Bu özelliğinden dolayı Hüsnü öğretmen Kemal’e daha başka bir gözle bakıyordu. Geceleri köy kahvesinde babasına Kemal’in okuldaki başarısını ve memnuniyetini gururla dile getiriyordu.
Geceyi kâh ateşler içinde kâh titreme nöbetleriyle geçiren Kemal, sabah uyandığında başucunda annesini buldu. Koca bir gece boyunca oğlunun yanından ayrılmayan annesi yorgun gözlerle ve endişeli yüz haliyle, oğlunun başını sıvazlayarak:
“Ah be oğlum ateşin hala çok yüksek, nasıl üşüttün bu kadar, hiç mi hasta olacağınızı düşünmedi öğretmenleriniz,” diye konuştu. Annesini duymazdan gelen Kemal, yattığı yerden doğrulmaya çalıştı. Annesi:
“Ne yapıyorsun evladım, yatsana yatağına.”
“Anne! Okula geç kalıyorum. Hem fişlerimi de yazamadım, kalkmam lazım.”
“Hele sen yat bakalım, bu haldeyken okula nasıl gideceksin. Hele bir baban gelsin, sanırım seni doktora götürmemiz gerekecek.”
Kemal’in ailesi geçimlerini çiftçilik yaparak sağlıyorlardı. Ayrıca iki tane de sağmal inekleri vardı. Kendi ihtiyaçlarının dışında kalan sütleri satıp ek gelir elde ediyorlardı. O günlerin şartlarında çiftçilik işlerinde atları kullanıyorlardı. Kemal’lerin iki atı vardı, zaten 350 hanelik köyde toplasan ancak 5 ailede traktör çıkardı. Elektrik yoktu. Su ihtiyaçlarını da dereden karşılıyorlardı. Bahçelerinde her türlü sebze ve meyve yetişiyordu. Sobalarında yakacak olarak da tezek kullanıyorlardı. Kemal en çok tezek yapımını ve kuruyunca nasıl yanıcı olduğunu merak ediyordu. Bu yüzden defalarca babasını soru yağmuruna tuttuğu olmuştu. Babası; “Allah’ın hikmeti işte oğlum,” diyerek geçiştiriyordu.
Elinde boş süt kovası ile hızlı adımlarla eve gelen Kemal’in babası bahçede endişeli gözlerle hanımını aradı. Fırına ekmekleri atmakta olan annesini gördü.
“Hanım nasıl oldu oğlan, bir değişiklik var mı?” diye sordu.
“Yok bey hala aynı, ateşi yüksek, kahvaltısını da etmedi. Midem bulanıyor diyor. Okula gidemedi diye de üzülüyor yavrucak.”
“Hemen sen Kemal’i hazırlayıver de bir an önce şehre gidip onu doktora göstereyim.”
“Peki bey, hemen şimdi hazırlarım. Hele sen de bir üstünü değiştiriver, bak paçaların çamur içinde.”
Çarçabuk annesi tarafından giydirilen Kemal sobanın yanında babasının hazırlanmasını bekliyordu. Ayakta duracak hali yoktu. Doktora gidecek olmasından da az biraz korkuyordu. Babasının “hadi oğlum gidiyoruz” dediğinde heyecanı iyice arttı. Çekingen minik eliyle babasının elini tutarak yola koyuldular. Köy meydanına geldiklerinde minibüsün durakta yolcu beklediğini gördüler. Babası tarafından minibüse bindirilen Kemal koltuğa oturup beklemeye başladı. Şoför kahve önünde çay içiyordu. Eliyle babasını çağırdı ve ona da bir çay söyledi. Bu sırada yolcular teker teker gelip minibüsü doldurdular. Çaylar bitince şoför şöyle bir minibüsün içine göz attı. Hemen hemen doluydu. “Ya Allah bismillah” deyip aracı çalıştırdı ve yola koyuldular.
Yaklaşık otuz dakikalık yolculuktan sonra şehre vardılar. Minibüsten babasının elini tutarak inen Kemal’in korkusu iyice artmıştı. Birkaç ara sokaktan sonra babası:
“İşte geldik oğlum. Doktorun muayenesi burası,” dedi.
Dar bir kapıdan girip merdivenlerden ikinci kata çıktılar. Kapıda doktorun adı yazıyordu. Kemal bir bakışta doktorun adını hecelemeden okudu. “Doktor Engin.” Babası okuduğunu duyunca sevindi ve gururla Kemal’in başını okşayarak “aferin sana oğlum, aferin” dedi.
İçeri girdiler ve muayene sırasının kendilerine gelmesini beklediler. Kemal önündeki sehpanın üzerinde bir sürü dergi gördü. Merakını çekmişti. Alıp okumak istedi. Bu sırada hemşire “buyurun sıra sizde efendim” diye seslendi. Hep beraber kalkıp doktorun yanına girdiler.
Doktor Engin, şehrin en iyi doktorlarından biriydi. Her yaştan hastası vardı. Özellikle köylüler tarafından çok seviliyor ve takdir ediliyordu. Kırk yaşlarında, gözlüklü, güleç yüzlü, konuşkan, sevecen biriydi. Kemal’i görünce oturduğu masadan kalktı, neşeli hareketlerle yanına yaklaştı ve sordu:
“Hoş geldin delikanlı. Adın ne senin bakalım?”
“Kemal.”
“Aferin Kemal, gel bakalım şuraya beraber oturalım.”
“Tamam”
“Söyle bakalım Kemal, okula gidiyor musun?”
“Gidiyorum.”
“Birinci sınıfta mısın?”
“Evet.”
“Okulu ve öğretmenlerini seviyor musun?”
“Seviyorum.”
“Büyüyünce ne olmak istiyorsun Kemal?”
“Öğretmen”
“Peki Kemal, ne şikayetin var bana söyleyebilir misin?”
“Bazen üşüyorum bazen de sıcaklıyorum. Ara sıra midem de bulanıyor. Ayakta durmak bile istemiyorum. Yoruluyorum. Sanki nefes alırken boğazım acıyor.”
“Tamam Kemal, şimdi giysilerini bir çıkar bakalım.”
Babasının da yardımıyla Kemal’in üst giysileri çıkarıldı. Bu esnada Doktor Engin masasında tahta kaşığa benzer bir şeyler aldı ve kafasına da el feneri gibi bir alet taktı. Kemal’e yaklaşarak muayene etmeye başladı. Öncelikle koltuk altına derece koyarak ateşini ölçtü. Daha sonra boğazına, kulaklarına baktı, göğsünü, sırtını dinledi. Bir de çekiç gibi bir aletle dizlerine vurdu. Bu Kemal’in çok hoşuna gitmişti. Dizlerine hafif hafif vurulurken Kemal’in ayakları istemeden dizlerinden oynuyordu. Gülümsediğini gören doktor:
“Hoşuna mı gitti?”
“Evet.”
“Peki Kemal, giyinebilirsin artık.”
Kemal, yine babasının yardımıyla giyindi ve yerine oturdu. Masasına oturan doktor reçeteyi yazmaya başladı. Babasına dönerek:
“Efendim, Kemal iyice üşütmüş. İğne yazıyorum yirmi tane, sabah ve akşam vurulacak. Vitamin veriyorum, bir bardak suda eritilip içilecek günde iki defa. Ateşi için de şurup veriyorum, her yemekten sonra birer ölçek içilecek. Bu şurup aynı zamanda bademciklerine de iyi gelecek. İki üç gün okula gitmemesi iyi olur, aksi takdirde hastalık ilerleyebilir.”
“Sağolun, Doktor Bey”
Doktor Engin, tekrar Kemal’e dönerek:
“Peki Kemal, geçmiş olsun bakalım. Umarım çabuk iyileşirsin. Ayrıca okula gidemeyeceksin diye üzülme, okumayı birkaç gün geç öğrenirsin ama sen akıllı bir çocuğa benziyorsun, arkadaşlarına çabuk yetişirsin,” deyince Kemal yıldırım gibi cevapladı:
“Ben okumayı biliyorum akıllım, asıl arkadaşlarım şimdi bana yetişecek,” dedi.
Beklemediği bu cevap karşısında şok olan doktor tekrar sordu:
“Gerçekten mi, aferin sana yahu. O halde sana bir soru sorayım bakalım bilecek misin?”
“…”
“Sorayım mı, hazır mısın?”
“Evet”
“Beş yumurta beşi beş kuruştan kaç kuruş eder?”
“Yirmibeş kuruş”
Doktor Engin, bu cevap karşısında olgunlukla gülümsedi, babasıyla göz göze geldi, sükûnetle başını salladı ve Kemal’e dönerek:
“Aferin oğlum aferin sana. Cevabın yanlıştı ama bu yaşta, daha birinci sınıfın ikinci ayında beş ile beşi çarpacak kadar kerat tablosunu biliyorsan seni gözlerinden öpmek istiyorum,” dedi.
Kemal kendisini Doktor Engin’in kucağında bulduğunda yanlış cevap vermenin hırsından ağlıyordu ama yanlışı neydi onu anlayamamıştı. Beş kere beşin yirmibeş ettiğini çok iyi biliyordu.
Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Kemal sağlığına kavuştu. Aklını kurcalayan bu soruyu doğru şekilde algıladığında cevabı kendiliğinden buldu. Öğrendiği ve ders aldığı en önemli şey, soruyu dikkatli dinlemek ve doğru anlamaktı.
Ferzan TOMRUK
Hayatım 1000 Öykü
YORUMLAR
Yaşamın taaa kendisi de bu felsefe üzerine kurulu değil mi ki..?
Ya çok iyi anlayacaksın / ya da hayatta da sınıfta kalacaksın.Sadece okul yaşamında değil,sivil yaşam da bunu gerektiriyor.
-Kaleminize bin sağlık irdelenen konular çok zarif bir dil tek şu var biraz uzun ???
-