- 1274 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
YALNIZ YAŞAYANLAR
YALNIZ YAŞAYANLAR
Yalnızlık; bazılarının kaderi, bazı kişilerin de yaşam tarzıdır. Hangi çağda olursa olsun, nadir görülse de; tek başına yaşam mücadelesi veren kişilerin, bir yerden başka bir yere giderken gördüğünüz terk edilmiş ulu çınarların, nice insanların, kum gibi mahlûkatların susuzluğunu giderdiği susuz kalmış olan çeşmelerin, sayıları az da olsa cadde üzerinde antikacı vitrinlerindeki tarihe damgasını vurmuş antik eşyaların dile gelip yaşadıkları çağları bize anlatsalar dediğiniz oldu mu?
Zaman zaman; toplumdan soyutlanmış dervişleri, antikacının sattığı eski eserleri, yıllarca yolcu kervanlarına konaklık yapmış ulu çınarları, yol kenarında kaderlerine terk edilmiş susuz çeşmeleri görünce, kalbimin sızladığını hissederim.
Yıl 1960. Didim kasabasının Altınkum mevkisi. Denize kıyı olan bu yerde, haziran ayının yakıcı güneşi altında benden başka kimseler gözükmüyordu. Yarı sazlık, yarı bataklık olan bu yerde, uzak mesafelerde olsalar da tek tük binaların yapılmış olması, yerleşime açılmanın ilk örnekleriydi.
Yalnızlık ve susuzluktan bunalmıştım. Uzaktaki sazlıkların içinde, basit, el örmesi hasırdan yapılmış Yörük çadırını anımsatan yere doğru yürüdüm. Yaklaştıkça içimi, garip duygular kapladı. Uzaktan; “Kimse var mı?” diye bağırdım. Sesimi duyan çadırın köpeği, havlayarak üzerime yürüdü. Yabancı köpeklerden çekindiğim için, çadıra yaklaşamadım.
Geriye dönecekken, çadırın içinden bir ses, içeri girebileceğimi söyledi. Kendisini göremediğim ama sesini duyduğum kişiyi merak ettim. Kapıya çıkan güler yüzlü, babacan görünüşlü bir ihtiyar, beni çadırına buyur etti.
- Hoş geldin yabancı.
- Hoş bulduk. Bana biraz su verir misin?
İhtiyar, topraktan yapılmış su testisini gösterdi.
O zamanlar çok meşhur olan kola teneke kutusundan yapılmış su bardağıyla üç bardak su içtim. Teşekkür ettim. Sonra ihtiyarın bana göstermiş olduğu yer minderinin üstüne oturdum. Yaşını boşuna geçirmemiş olan ihtiyar, hemen konuya girdi.
- Hayırdır evlat, bu sıcakta ne ararsın?
- Amcamı arıyorum.
- Amcan kimdir?
- Tayyar hoca derler.
- Nee? Şu bizim derviş hoca, senin amcan ha?
- Evet. O, benim amcamdır.
- Hayrola, bir durum mu var?
- Hayır! Sadece amcamı ziyarete gelmiştim.
- Amcan sabahtan köye gitti.
- Ne zaman gelir?
- Bilmiyorum, belki akşama gelir.
- Öyleyse, ben gideyim. Amcama selâmımı söylersiniz.
- Yoo, bir yere gidemezsin! Hele biraz dinlen, amcan akşama doğru döner.
Pratik olarak göz ucuyla etrafı dikkatlice inceledim. Her şey tek kişilik olduğundan, misafir kalmaya pek niyetim yoktu.
- Amcamın kaldığı yer, nerededir?
- Beraber kalıyoruz.
Israrla gitmek istememe rağmen, ihtiyarın da benden daha fazla ısrarcı oluşunu, yalnızlığına bağlıyordum.
- Peki, kalayım ama sizin her şeyiniz kendinize göre. Ben sizlere misafirlikten ziyade yük olurum.
- Evlat, yaz günleri her yer döşektir. Sen böyle konuları da kendine dert edinme. İstersen denize git, istersen yat uyu. Benim biraz yapacak işlerim var.
Gerçekten sıcağın üzerimdeki etkisinden olacak ki gözlerim kapanmak üzereydi. İhtiyarın sözünü fırsat bilerek, çadırın içindeki iğreti yırtık hasırın üstünde serili el yapımı yer minderinin üzerine yatmamla uyumam bir oldu.
Aradan kaç saat geçtiğini bilmiyorum. Suratımdaki sıcak, ağır nefes; yerimden sıçrayarak kalkmama sebep oldu. İlk gördüğünde beni çadıra almak istemeyen, suratımı yalayarak uyandırmaya çalışan, belki de yaptığına nadim olan bu dost, ihtiyarın köpeğiydi.
Yaz günü olduğundan, akşam geç oluyordu. Sabah hafif bir kahvaltı yaptığımdan, şimdi kendimi doğuştan açmışım gibi hissediyordum. Ortalıkta ne amcam, ne de ihtiyar vardı. Bir ara tekrar gitmeyi düşündüm ama söz verdiğim için, ihtiyarı beklemek zorunda kaldım.
Güneş, dağların ardına gizlenmişti. Aç olduğumdan, yemek zamanının yaklaştığını da bildiğim için, ihtiyar dönmeden önce, akşam yemeğini hazırlamak istedim. Ortalıkta akşam yemeğini hazırlayabileceğim hiçbir malzeme yoktu. Midem kazınıyordu. İhtiyarlardan da hiçbir haber yoktu. İçimden kendi kendime; “Neden kaldım?” diye mırıldanırken, yanımda ya-tan köpeğin sarkık kulaklarının dikleştiğini gördüm. Yavaşça ayağa kalkan köpek, denize doğru koşmaya başladı. Bir millî yüzücü gibi denize atladı.
O ne? Köpek, kocaman bir balık tuttu.
Yerimden fırlayarak, köpeğin yanına vardım. Akşam yemeğin çıktı diye sevinçliydim. Yavaş yavaş köpeği okşayarak, ağzındaki balığı aldım. Diri balığı elde tutmak zordur. Bunu bildiğim halde, dikkatsizliğimden olacak, balığı denize düşürdüm. “Eyvah, akşam nafakamız gitti!” dememe kalmadan, köpek, ilk hamlede balığı tekrar yakaladı. Üzüntüm yeniden sevince döndü. Bütün yalvarmalarıma rağmen, ikinci kez yakaladığı balığı, bana vermedi. Belki de haklıydı. Çünkü balık onundu. Israr etmemin anlamı yoktu. Bana ters ters bakan köpek, çadıra doğru yürüdü. Ben de köpeğin peşinden gittim. İki bacağının arasına aldığı balığı, elinden nasıl alırım diye düşünürken, onu bana bırakan köpek, çadırdan dışarı çıkıp gitti.
Artık balık benimdi. Fazla zedelenmeyen balığı alarak, iyice temizledim. Takriben üç kiloyu bulan balığın iç organlarını köpeğe vererek karnını iyice doyurdum. Karnı doyan köpek, huysuzluğu bırakarak uykuya daldı. Vakit hayli geç olmuştu, ne amcamdan, ne de ihtiyardan bir haber vardı. Etrafı birkaç defa turladıktan sonra, çadıra döndüm. Beklemekten yorulduğum için, balığı pişirmeye karar verdim. Topladığım çalı çırpıyla ateş yaktım. Hava iyice karardığı için çadır direğindeki gemici fenerini yakarken, ocaktaki ateşin kıvamını bulduğunu gördüm. Yağı tavaya, tavayı da ateşe koydum. Bir yanda balık pişerken, öte yanda bir dizi hayaller kurdum. Balık da pişmişti. Çok aç olmama rağmen, ihtiyarları bekleyecektim.
Bir ara çardaktan dışarı çıkıp etrafı dinledim. Her yer zifiri karanlık, ortalık da ölüm sessizliğine bürünmüş gibiydi. Pişirdiğim balığı yemek istiyordum ama ihtiyarlar aklıma geldikçe, iştahım kaçıyordu. Benim koruyuculuğumu yapan köpek havlamaya başladı. İçime düşen korkuyla irkildim. Acaba gelen kimdi? Bir dost mu, bir düşman mıydı? İçimden, bildiğim bütün duaları okuduktan sonra, gelenlerin bizimkiler olmasını çok istedim. Aradan bir müddet geçti, gelen yok. Sessizlik gene devam ediyor.
Köyümü düşündüm. Çocukluğumda birçok kedi ve köpek yetiştirmiştim. Hele köpeklere daha düşkün olduğumdan, bütün mimiklerini, hareketlerini iyi bildiğimden, her figürün ayrı bir anlamı olduğunu da biliyordum. Köpek sadakatlıysa, insandan farksız davranır. Gelenin dost olduğunu biliyorsa, havlaması yumuşar, kuyruğunu sağa sola sallar. Eğer gelen düşman ise, havlaması sertleşir, kuyruğunu da apaşarasına saklar. Yanımdaki köpeğin davranışlarını da okuyabiliyordum. Geçen günlerimi düşünürken, köpek, ani hareketle havlamaya başladı. Merakla yerimden kalktım, etrafı dikkatlice kontrol ettim. Kimseler yoktu.
Gece yarısı neredeyse bitiyordu. Huzursuzluğum doruk noktasına ulaşmıştı. Yalnız olduğum için çok ürkek davranıyordum. Saniyeler dakikalara, dakikalar da saatlere devrediyordu. Neticede gidenlerden de hâlâ bir haber yoktu. Az önce dışarı çıkan köpek döndü, tekrar içeri girerek gelip yanıma yattı. “Yalnızlık Allah’a mahsus.” derlerdi, bunu o gün daha iyi öğrendim.
Yanımda can yoldaşım vardı. Köpek de olsa, canlıydı. Onunla konuşuyordum. Beni iyi dinliyor, kulaklarıyla konuşuyordu ama gene de anlaşabiliyorduk. İkimiz de uykuya dalmıştık. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum, şiddetli bir fırtına ile karışık çilenti başlamıştı. İçimden, yağmur yağmasın diye dua ediyordum. Çadırın olduğu yer yüksekteydi ama, etrafı alçak ve sazlıktı. Kendi kendime yağmur yağarsa ne yaparım diye düşünürken, bir anda denizden gelen şiddetli bir yağmur başladı. El yapımı hasır çadırın bize hiç faydası olmadı. Yağan yağmur üstümüzden geçti. Sanki sudan çıkmış fareye dönmüştük. Daha kötüsü; çadırın etrafı suyla dolduğundan, karaya çıkmak çok zordu. Çadırın olduğu yer mini ada gibiydi. Yağan yağmur suları beni çadırda mahsur bıraktı.
Yağmur dindi. Her yer ıslaktı. Islak elbiseler içinde üşümeye başladım. Sönen ocağı odunlarla doldurdum. Direkte asılı olan gemici fenerinden odunların üzerine biraz gaz döktüm. Kısa zamanda alevlenen odunlar kıvamına gelmişti. Üzerimdeki ıslak elbiseleri çıkartıp kuruttum. Benimle bir gündür kader arkadaşlığı yapan köpek de ıslandığından, ateşin yanına yaklaştı. İkimiz birlikte ısınmaya çalıştık.
Tamamen dinen yağmurdan sonra, rüzgâr esmesini bırakmış, deniz çırpınmaktan yorulup uykuya dalmış, ortalık koyu bir sessizliği yaşarken, ocağın yanında yatan köpek, yerinden mermi gibi fırlayarak, suya dalıp kayboldu. Olanlara bir anlam veremedim ama çadırda da yalnız kaldım. Aradan saatler geçmesine rağmen köpek de dönmedi. Yaşadığım bunca hayatıma, bir anda meçhul fikirler saplandı. Ne yaparım, nereye giderim diye yorum yaparken, ihtiyarla köpeği, suyun içinden çıkıp gelmez mi? Karşıma gelip bir heykel gibi duran ihtiyarın perişan vaziyeti dikkatimi çekmişti.
Kendisine ne olduğunu sorduğumda, beni duymuyormuş gibi davranıyordu. Olduğu yerde taş heykel gibi duran ihtiyarı, kucakladığım gibi ateşin yanına oturttum. İhtiyara bir şey olmuşa benziyor ama acaba nedir?
Bir müddet ateşin karşısında oturduk. Henüz ihtiyar, bir kelime bile söz etmedi. Ben konuşmak istiyordum ama, ihtiyarın konuşması daha uygun olacağından, önce onun konuşmasını bekleyecektim.
Sabaha bir kaç saat kalmıştı. Yaşadığım bir dizi kabus nihayet bitiyordu. İhtiyarın susmasına daha fazla dayanamadım.
- Hey ihtiyar, sana neler oldu?
Sesimi duyan ihtiyar, derin uykudan uyanır gibi;
- Bana ne oldu? Dedi ve bayıldı.
Bir iki sarstımsa da, ihtiyarı ayıltamadı. Bazıları kocakarı ilaçlarına inanmaz olabilir, ben inanıyordum. Bu inançla derhal bir soğan bulup ikiye bölerek ihtiyarın burnuna tuttum. Kısa zaman içinde soğan tesirini gösterdi. Yavaş yavaş kendine gelen ihtiyarın ilk sözü; “Ben neredeyim?” oldu. Yattığı yerden doğrularak oturdu. İlk aradığı sigarasıydı. Ceplerini karıştırdı, ıslanmış yarım paket üçüncü sigarasını buldu. İçilemeyecek duruma gelen sigarayı ateşe attı. Dengesiz hareketler yapmaya başlayan ihtiyara sordum:
- Ne arıyorsun?
- Sigaran var mı?
- Ben sigara içmem.
- Şu sandığın içinde sigara olacaktı. Alır mısın?
- Derhal!
İhtiyarın her sözü, benim için bir kanundu. Sağ salim geriye dönüşü, beni çok sevindirmişti. Titrek parmakları arasına kıstırdığı sigarasından birkaç defa derin nefes çektikten sonra, sanki dünyaya yeniden gelmiş gibiydi. İhtiyarın bu durumunu gördüğüm için kendisi gibi ben de mutluydum. Uzun süren bir gecenin stresi ve yorgunluğu, bütün vücudumu yavaş yavaş sarmaya başladı. Benim bu halimi gören ihtiyar, bıyık altından gülerek;
- Seni çok üzdüm. Beni affedebilir misin? dedi.
İhtiyarın salimen dönüşü, benim için önemliydi. Bu isteğimi Allah kabul ederek, onu geriye gönderdi. Yapacak başka işim de olmadığından hemen uyumak istiyordum. Oysa ihtiyar da benimle konuşmak istiyordu.
- Evlat, oturup da seninle iki kelam laf yapamadık.
- Evet, sayende konuşamadık.
- Senin uykun var. Sandığın içinden bir iki minder al, üstüne yat. Ben köyden ekmek alıp geleyim.
- Hayır, sen otur, ben gideyim. Sen bir gidiyorsun, dönmeyi unutuyorsun. İkinci kez seni bekleyemem.
- Hayır evlat. Sen benim misafirimsin. Sana da acz vermek istemem.
Yaratılışından inatçı olduğu belliydi ki yalnızlığı seçmişti. Benim ısrar etmem boşunaydı. Alış veriş için köye giden ihtiyarın söyledikleri doğruydu. Gerçekten çok yorgundum. Acilen uykuya ihtiyacım vardı. Sandıktan aldığım minderlerin üstüne kedi gibi kıvrılıp uyudum.
Uykumda bazı tıkırtılar duyar gibiydim. Gözlerimi açmaya gücüm yoktu. Tam anlamıyla uyku, bütün vücudumu sarmıştı. Gerçek olan tıkırtılar rüyâ gibiydi. Gözümü biraz araladım. Köyden gelen ihtiyar, öğle yemeği hazırlıyordu. Açlığımı hissettim.
Yattığım yerden kalktığımı gören ihtiyar, sordu:
- Ooo, yeğenim! İyi uyudun mu? Kendini nasıl hissediyorsun?
- Çok iyiyim. Kendimi zinde hissediyorum.
- Yalnız adamın yaptığı yemekten yememişsindir?
- Doğrudur ama, yalnızlığı çok iyi bilirim. Yıllarca köyümden uzak, tek odalı bir evde kendim yapıp, kendim yedim.
Bu esnada ihtiyar, yemekleri tabaklara koyarken, ben de yer sofrasını hazırladım. İki aç kurt gibi sofradaki yemeklere saldırdık. Sofrada ne kadar yemek varsa, tabak sıyırmaca bitti. Ben sofrayı kaldırdım. İhtiyar da yemek üstü sigarasını yaktı. İkimiz de yemek telaşından yorulup, sessizliğin içinde hayâllere daldık. Bir ara gözüm, ihtiyarın suratındaki kırışıklara takıldı. Kendi kendimle soru cevap oyunu oynar gibi, kırışıkları sayıyordum. Her çizginin bir hatırası olduğunu ve zamana damga vurduğunu bilerek, sorular sormak istiyordum ama, cesaret de edemiyordum. Nihayet kendimi toparlayarak, sordum:
- Dün akşam nerede kaldınız? Beni çok korkuttunuz.
- İnsanoğlu her istediğini elde edemiyor.
Yeniden bir sessizlik başladı.
- Sen kimsin, niçin burada yalnız yaşıyorsun?
- Adımı boş ver. Niçin yalnızım? Bazı insanlar vardır topluma kendisini uydurmak ister, bazıları ise kendisi uymak istemez. Bu iki tipleme de toplumdan soyutlanır.
- Sen, hangisindensin?
- Orasını karıştırma. Kendi hayatımla da senin kafanı karıştırmak istemem.
Gerçekten inatçıydı. Aynı zamanda basit bir kişi olmadığı da belli oluyordu.
- Ailen var mı?
- Bir zamanlar vardı.
- Şimdi yok mu?
- Her şey bitti. Herkes kendi yolunda ve kendi hayatını yaşamaya devam ediyor.
- Çocukların var mı? Ziyaretine geliyorlar mı?
- Evet, bir oğlum, bir de kızım var. On yıldır birbirimizi göremiyoruz.
- Niçin?
- Yerimi bildirmedim. Özlediğim zaman bulundukları yere gidip, uzaktan görür gelirim.
İhtiyarın son konuşması beni sarsmıştı. Ben evli değildim ama ayrılığın ne demek olduğunu çok iyi biliyordum. Çünkü ben yıllarca ailemden ayrı kalmıştım. Bu nedenle ihtiyarı çok iyi anlıyordum.
- Seni sorularımla üzdüğümü biliyorum. Senden varsa kusurum, özür dilerim.
- Hayır evlat. Ben de zaman zaman dertleşmeye ihtiyaç duyarım. Seni bu nedenle misafir etmiştim.
Bu konuşmalardan sonra ihtiyarın gözlerinin sulandığını gördüm. Bana ağladığını hissettirmemek için, sigaramın dumanı gözüme girdi, diyerek yalan söyledi. Yalan olduğunu bildiğim halde, inanmış gibi davrandım. Belki de kendisine göre haklı sebepleri vardı. İhtiyarı üzdüğüm için konuyu saptırmak istedim:
- Dün akşam nereye gittin?
- Senden ayrıldıktan sonra, akşam yemeği için balık tutmak istemiştim. Benim gibi ihtiyar olan kayıkla, ikinci koy dediğimiz yöreye gittim. Balıkçılardan öğrendiğim bazı havzalar olduğundan çabuk balık tutmak hevesiyle sahilden açığa, havzaların olduğu yere gitmiştim. Ne olduysa orada oldu.
Yeteri kadar balık tutmuştum. Tam dönüş hazırlığına başlarken, deniz bir anda kabarmaya başladı. Bunca yıllar eskitip bu güne geldim, denizin on dakikada dev dalgalara ulaştığına, ilk kez o gün şahit oldum. Fırtına bir taraftan, şimşek ve yağmur öte taraftan. Benim gibi ihtiyarın kurtulması bir mucizeye bağlıydı. Etraf zifiri karanlık olmuştu. Devamlı kürek çekiyordum. Bir ara sonumun geldiğini hissettim. Etrafımda, kendimden başka kimse yoktu. Denizin üstü, yıldırım tarlası gibiydi. Birisinin benim çok yakınıma düşmesinden sonra, korkulu anlar yaşıyordum. Üst üste çakan şimşeklerin ışığından, denizin azgın dalgalarını görebiliyordum. Denizin ortasında, azgın dalgalar arasında, yapayalnız, nereye kürek çekeceğimi bilemediğim için her şeyi Allah’a bırakmıştım.
Dalgaların azgınlığından, kayığım birkaç yerinden su almaya başladı. Dolan suyu iki elimle boşaltmaya uğraşırken, kürekleri denize düşürdüm. Yapabileceğim bir şey yoktu. Deniz ortasında, dalgalar arasında, elim kolum bağlı, kadere teslim olmaktan başka ne yapabilirdim?
Yarısına kadar suyla dolan emektar kayık beni terk etmeye hazırlanıyordu ki, girdabına yakalanmamak için, onunla he-lallaşarak kendimi azgın dalgaların kucağına bıraktım. Bundan sonra yönümü belirleyerek kurtulmak için yüzmeye çalışacaktım. Kısa tereddütten sonra var gücümle dalgalarla boğuşmaya başladım. Aradan saatler geçti. Görünürlerde kara yoktu. Mücadelemden vazgeçmeden kulaç atıyordum. Yavaş yavaş takatim kesiliyor, nefesim daralıyordu. Bir an ölümü hatırladım. Tüm geçmişim gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Bu sırada yağmur ve rüzgâr da kesildi.
Ben hâlâ denizdeydim. Hayatta kalma mücadelesi verirken, birileri, benim gibi denizin zulmüne uğramış olmalı ki, yanımdan gelip geçti. Can havliyle bağırmama rağmen, sesimi ona da duyuramadım. Kendi eksenimin etrafında döndükten sonra, uzakta bir karaltı gördüm. İlk defa ölümden kurtuluş sevincini yaşadım. Bu sefer kulaçlarımı, hedefe atıyordum. İyi yüzme bildiğim için boğulmaktan kurtulmak üzereydim.
Öte yandan her gün denizde yüzüyormuşum gibi kendime telkinde bulunuyordum. Kulaçlarım yavaşladı ama, hedefim belliydi: Kurtulmak. Art arda kulaç atıyordum. Çok uzaklardan motor sesleri duyuluyordu ama, yanımdan geçseler de beni görmüyorlardı.
Artık hedefimi ayan beyan görebiliyordum. Şimdi daha hızlı kulaç atıyordum. Bu işe kendimi öylesine kaptırmışım ki, son kulaç atışım kaya parçasına rast gelerek elimi kesti. Elim kanlı da olsa, nihayet kurtulup karaya çıkmıştım. Etraf aydınlanmıştı. Yarı baygın, yarı ayık saatlerce kendime gelmek için, ölü gibi yattım. Kendime gelince de hemen çadıra döndüm.
Gerisini biliyorsun.