- 580 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ERKEN ÖLÜM
Ölümden konuşmak istiyorum dostlar. Haddim değil biliyorum lakin susmak gelmiyor içimden. Şu genç yaşında neyin karamsarlığıdır bu bre cahil demeyin bana. Hele bir okuyun sonra razıyım idama.
Günlerden bir gündü oturmuş hasbıhal ederken dostlarla, mevzu açıldı çıkıverdi ağzımdan; “Ölüyü bir yakın akrabasının yıkaması daha evlaymış, banim cenazemi de babam yıkar herhalde…” diye. O an düşündüm; o bembeyaz saçlı, ılık bakışlı, hem baba hem yiğit olan adama yakıştıramamışım ölümü. Ah o fikir yok mu? Kemirdi beynimi; eritti, bitirdi beni. Sonra düşündüm o bile bir gün ölecekse ne anlamı var şu dünyanın diye. Olmaz dediğim oluverdi, filmlere özgü sandığım, hayatın gözler önünden geçişi geldi başıma. Hayatıma dair zihnimdeki ilk sahnelerden biri geldi önüme.
Ekmek almaya gidiyordum. Kocaman siyahlı beyazlı, zindan gözlü bir köpek peyda oluverdi önümde. Nasıl koşmuşsam eve doğru kapının önünde düşüp kalmışım. Mahalle kadınlarını gördüm ayılır ayılmaz. Kimi nazar değmiş çocukcağıza diyordu, kimisi de üç harfliler musallat olmuş olmasın gardaaaş diye feryat ediyordu. Ne olduğunu hala idrak edebilmiş değilim ancak devrin köleleştirdiği biçareler güruhuna dair aklımda kalan ilk anım buydu belki.
Sonra ilkokul geldi. Hoca dayakları, güzel yazı dersleri, misket oyunları derken koşu yarışları, derken tiyatro sahnesi… Dereceler yaptıkça, alkış aldıkça dünyanın merkeziymişim gibi gelirdi bana. O zamanlar ne bileyim zaten hepimiz birer oyuncuyuz. Kurulmuş, keyfe, kedere göre değiştirilen bir senaryoyu oynuyoruz. Çocuk aklı işte…
Derken ortaokul, biraz dayak, biraz alkış, zorla beynime ittirilmeye çalışılan kurbağanın sindirim sistemi, suyun kaldırma kuvveti ve daha neler… Kitap okumayı, dış dünyadan soyutlanıp kendi dünyamı kurmayı sevdiğim ilk yıllar… Severek girdiğim Türkçe dersleri ve imrenerek baktığım Türkçe öğretmenlerim. Sonra bir sınava soktular beni ve kurbağanın sindirim sistemini bilemedim diye kazanamadın dediler. En çokta “boylu poslu maşallah iyi asker olur bundan” diyenleri hayal kırıklığına uğrattığıma üzülürüm. Kendi derd ü gamım billâh gelmez yâdıma…
El-hâsıl geldim liseye. Not ortalamam iyi diye “Süper Lise!” ye kayıt ettiler beni. Orada da beyaz saçlı adamın birisi İngilizce kasetler dinletip durdu bana. Bir şey anlıyor idiysem Arap olayım. Türkçe derslerinden Edebiyat derslerine terfi edebilmiştim nihayet. Şevk ile dinlediğim tek derste oydu zaten. Yaşar hocamı, Kadir hocamı, Murat hocamı, Dursun hocamı hala unutmam hala da severim. Molekülleri anlatan Mithat hocamda iyi adamdı aleyh-is-selâm, lakin o kadar elementi neden ezberletti bana hala anlamış değilim. Yaşar hocamın verdiği gazla girdiğim şiir okuma yarışmasında birinci oldum ya değmeyin keyfime. Büyük dağlar haddim değildi de tepeleri ben yaratmıştım sanki… Arkadaş çevremle bizdik padişahı otuz bin nüfuslu ilçenin ve kim bilir kaç grup bizim gibi düşünüyordu… Neyse şöyleydi böyleydi derken bir sınava daha soktular beni. Sözel zekân iyiymiş senin, hadi git Edebiyat oku dediler. O kadar sevindiğim başka haber hatırlamam. Sonunda tek dersim Edebiyat olacaktı. Hem kusursuz gramer öğrenecek hem kendi edebiyatımın geçmişini daha iyi tanıyacaktım. Ders notu haricinde yazılarda yazacaktım kusursuzca.
Vakit geldi, Kızılırmak ile vedalaşıp ders başı yaptım. Önce Osmanlıca dediler, sevdim. Arap harfli Türkçe metinler okutuyordu küçük boylu sürekli gülen hocamız. Sonra o dilde yazılmış bütün metinler çevrilmiş olan tarihi dilleri, tek amacı dersi bitirip parasını almak olan ayna kafalı, palyaço suratlı, borazan sesli bir adam eşliğinde öğrenemedik tabii olarak. Hani ben yazı yazacaktım, o yönde teşvik edilecektim? Kendi kendimi kandırmışım meğer. Elli kişilik sınıf mevcudunun neredeyse tamamı ertesi gün unutacaklarını bilerek durmaksızın ezber yapıyorlardı sınav haftalarında. Ben yine okudum, yazdım ama mutlu değildim. Büyük adam olacaktım ben.
Âşıkta oldum. Hem de derdimi açmadığım her gün biraz daha eriyerek yirmi beş kilo verecek kadar. Şiirler yazdım kendimce, sonra kavuştum ve sayısı pekte fazla olmayan sevinçlerimden birini yaşadım. Çanakkale Şehitlerini Anma Programlarında aldığım alkışlarda aradım mutluluğu, içine siyasi ideolojiler giren tiyatro topluluğunda bulamamıştım zira. Böylesine bir olaydan kendime mutluluk çıkarttığım için nefsimle mücadele verdim.
Çevremdekiler nasıl öğretmen olacağız diye bir telaşa kapıldı son zamanlar. Derslerde saçma sapan şiirler okuyan borazan sesli hocamız rektörlükte arkası var diye okuldan atılmıyordu, rektörle yüz yüze konuşmak neredeyse imkânsızdı. Koca adamlar insanların hayatından kendilerince bir oyun kurmuşlar ve özel üniversitelerde okuttukları çocukları devralıyordu ellerini. Bizim gibi yetişenler birkaç cılız buluş yapınca, gazetelerde ertesi gün unutulacak yazılar yazdıkça seviniyorlardı. Derin devlet diye bir şey çıkıyordu ortaya, başımızda ki kodamanların bile emir aldıkları yerler vardı, o emir verenlere de emreden başka kurumlar vardı ve bu kurumları kimse bilmiyordu. Bunlara rağmen özgürlük diye haykıran cılız sesler vardı. Kimse görevini yapmıyordu ve herkes her şey hakkında konuşuyordu. Bana gelince çoktan vazgeçmiştim büyük adam olmaktan.
Ne diyeyim? Vay ben ölmüşüm. Yarın öbür gün dirilirim belki…
TOPLUMCU YALANCI
YORUMLAR
hangimiz istediğimiz yönde eğitim alabildik ki.
ömrümüzün çeyreği okullarda geçti,hiçbir işe yaramayacak bir sürü ezberle dolduruldu beyinlerimiz.
üniversiteler bu halde olmasaydı elbette ki ülkemde birçokşey çok daha adam olurdu..
ve derim ki ,adam olmaya yeteneği olanlarda kendini mezara koyarsa,meydan kimlere kalır?...:))
saygı ve selamlar...