YAŞAM ŞERİDİM (SON)
Kardeşlerime gelince, ortak taraflarımız varsa da hepimizin farklı dünyaları ve birbirine benzemeyen yapıları var. Hepimiz aynı ortamda aynı anne babadan eğitim aldık ve aynı şartlarda büyüdük. Ama hepimiz ayrı insanlarız. Bunun sebebini uzun süre düşünmüşümdür. (Bir kitaptan okuduğum kadarıyla insan eğitiminde beş önemli unsur var. Birincisi anne, ikincisi baba, üçüncüsü çevre, dördüncüsü okul, beşincisi globalleşen dünyada ki kültür. İlk iki unsurumuz aynı olsa bile özellikle üçüncü unsur olan çevre faktörümüz çok farklıydı.) Sanırım farklılığımızın temel unsuru takıldığımız arkadaş çevresi ve okuduğumuz kitaplardı. Farklı arkadaşların eğitim sürecine katılması bizi farklı kulvarlara götürdü. Ve asıl olması gereken, bizi farklı bireyler yaptı. Bu gün hepimiz birbirimizi görüp soruyorsak ta sanırım anne ve babamızın istediği kaynaşma ve beraberliği sağlayamadık. Yine anne ve babamızın bizim büyüdükçe sorunlarımızın azalacağı ve onlara daha az yük olacağımız düşünceleri de boşa çıktı. Biz büyüdükçe bizden sırtlandıkları sıkıntılar arttı. (Çocuklar hiçbir anne ve babanın gözünde büyümez, çocukları bile olsa çocuklarının, onlar hala çocuktur gözlerinde. Ve sorumluluğunu bilen bireyler olarak büyütemediklerinden çocuklarını, ömür boyu sorunlu birey olmakta çocukları. Ve bu sorunlardır onları yaşlandırıp ve öldüren. Bizde genellikle bu zaaflarından faydalanarak özgür irademizle yapmış olduğumuz eylemlerden dolayı sorumluluğunu tümüyle almamız gerekirken, altında ezildiğimiz olayların sorumluluğunu tüm aile bireylerine özelliklede anne babaya yüklemeye çalışırız.) Ve düşündükleri rahatlığa henüz ulaşmış değiller. Bundan sonra da ulaşacaklarını sanmıyorum.
Geçmişi düşünüp bu gün yaşadıklarımızla kıyasladığımda yaşam formlarının çok değiştiğini fark etmekteyim ( Öncelikle evimiz değişti. Avluda bulunan her şey temizlendi. Ağaçlar kesildi, tandır yıkıldı, kümes bozuldu ve yerlerine dört katlı bir ev yapıldı. Sanırım daha temiz bir eve sahip olmuşken, daha güzel ve huzurlu bir eve sahip olamadık.). Yaşamın her alanındaki ihtiyaçlarımız aynı olmakla beraber (yapay ihtiyaçlar hariç), yaşama bakış açımız ve yaşayış şeklimiz tümüyle değişmiş bulunmakta. Geniş aile yapısından (Bir evde birkaç aile yaşaya bilmekte idi. Baba, babanın evli çocukları hatta babanın kardeşleri gibi.) çekirdek aile yapısına, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş yapıldı, özellikle iletişim araçlarında büyük bir atılım yaşandı. Kullandığımız araçlar değiştikçe, yaşama bakışımız ve yaşam şeklimiz değişti. Ve bu toplumun her bireyini iyi ve kötü yönde etkiledi.
Burada değişen yaşamın iyimi kötümü olduğu tartışmasından ziyade, yaşam şeklimizin nasıl değiştiği, ve buradaki öncü kuvvetin nelerin olduğunu bilmek önemlidir sanırım. Eski yaşamımızı bir kaleye benzetirsek, zapt edilen bu kalenin, ele geçirilmesinde öncü kuvvetliği yapan faktörü tespit etmemiz gerekiyor. Bu öncü kuvvetin 1970’lerden sonra yaşamımıza giren, ve yaşamımızı kuşatma altına alan, yaşamımızı sonradan tümüyle değiştiren, geleneksel yaşam anlayışından modern yaşam anlayışına geçiş yaptıran en büyük faktörün TELEVİZYON olduğuna inanıyorum. Hepimizin gönüllü olarak evimizde misafir ettiğimiz televizyon, başka bir dünyanın penceresini evimizde açmış oldu. Ve bu pencereden bize ait olmayan bir kültürün, hiç görmediğimiz bir yaşamın ritüellerini, bize ait olmayan değerleri sunarak, fark etmediğimiz bir şekilde tüm yaşamımızı değiştirdi. Yine hepimizi 24 saat karşısında duran gönüllü birer köle haline getirdi. ( Önceleri köyden kente gelen köylülerin kılık kıyafetinden, konuşmasından tanınırken sonraları kimse kimseyi tanımaz oldu. Çünkü TV. Sayesinde köylüler kent yaşamını görerek kendilerini kentlilere benzettiler.) İşin tehlikeli ve korkutucu tarafı da burada yatmakta sanırım. Neticede TV. Bu günkü dünyadaki farklı kültürlerin ortadan kalkmasına bütün insanların hızla aynı kültürü yaşamasına sebep olmaktadır. Böyle giderse Afrika’daki bir kabile insanı ile büyük şehirlerde yaşayan bir insan arasında fark kalmayacak. İnsanlar hızla aynılaşacak ve aynı yaşantıyı yaşamaya başlayacak. Oysaki farklı kültürler insanlar arasında sağlıklı bir diyalog sağlamakla kalmayıp, insanların birbirlerini etkileyerek sağlıklı bir gelişmeye götürmektedir.
Metropollerde yaşayan o kadar insan kalabalıklarına rağmen, insanlar belkide insanlık tarihinin en büyük yalnızlığını yaşamakta bu gün. İnsanlar birbirlerini gerçek manada görmemek ve tanımamak için büyük çaba sarf etmekte ve tümü büyük yalnızlık korkusu yaşamakta. Bunun da en büyük nedeni insanlar arasındaki farklılığın ortadan kalkması, tüm dünyanın aynı kültürü yaşaması, ve mevcut kültürün (mevcut kültür güçlünün yaşayıp zayıfın yok olması üzerine işlemekte ve sanırım insanlar zayıf olduklarını bilmekte.) insanın yapısına uymamasından ( Öyle olmasaydı insanlar aynılaştıkça birbirlerine güvenleri artması gerekmekteydi) kaynaklandığını sanıyorum.
Burada tartışılması gereken bir meselede, bu sürecin doğal bir süreç mi yoksa birileri tarafından yönlendirilen bir süreç mi olduğudur. İşte ipler tamda burada kopmakta, ve yönümüzü insanlara dayatılan kültürün sahiplerine yöneltmekte. Bu da bizi gelişimini tamamlamış dünyadaki pazarlara ( Burada toplumları ikiye ayırmak gerekiyor; biri ihtiyaçlarını kendi üretimleriyle karşılayamayan, ürettiklerinin kalitesinin düşüklüğünden dolayı dünya pazarlarında pazarlayamayan, kendi gücüyle ayakta duramayan Pazar toplumlar yada tüketici toplumlar , diğeri de mevcut pazarlara ürettiği malı satarak, sattığı mallardan para kazanan, kazandığı parayı güce çevirerek dünyayı idare eden üretici toplumlardır.) mal üreten batı kültüründen başkası değil. Batı kültürü elindeki büyük gücü ( Batı öncelikle bilimi tartışılmaz bir din haline getirerek, Bilim ve Bilimsel yöntemler kullanmaktadır.) kullanarak, mevcut kültürleri yok etmek için elinden geleni yapmakta, ve tüm insanları aynı tip yaşayan insanlar haline getirmeye çalışmaktadır.
Yine burada şu soruya da cevap vermemiz gerekmekte: Batı bu yola neden başvurmakta ve neden insanların aynı tip yaşantı yaşamasına ihtiyaç duymaktadır?
Bunun cevabı, ikinci dünya savaşından sonra yerle bir olan dünyanın inşası için büyük fabrikalar kurarak sanayileşme devrimini gerçekleştiren batı toplumunun, inşasını tamamladıktan ve iç pazarı doyurduktan sonra üretim fazlası mallarını pazarlama ihtiyacında yatmaktadır. Kapitalist sistem mal üretmek, üretilen malı tüketmek ve tekrar mal üretmek döngüsünün devamlılığını sağlamaya dayanmaktadır. Büyük fabrikalarda mal üretilecek, talep edilen yerlere verilecek, talep edenler onu tüketecek, üretenler tekrar üretecek ve bu sonsuza kadar devam edecek. Sorun talebin bittiği noktada başlamakta. Üretilen mallara talep olmadığında ellerinde kalan mallar yüzünden üretim duracak ve sistemin iflasına neden olacak. İşte talebin bitmemesi ve üretimin devamlılığı için toplumlara konforlu bir yaşam sunmanın yolları arandı. Yaşadıkları kültürü dünyanın üzerinde yaşayan her insana benimsetme yolları arandı. Kendi yaşamlarının dünyanın en doğru ve her kültürün kendi düzeylerine çıkması için çalışması gerektiğini toplumlara benimsetme yoları arandı (Batı toplumları özellikle Pazar ülkelerden getirip yetiştirmiş oldukları aydın kesimi kullanarak büyük bir iş becerdiler. Ülkelerine dönen aydınlar toplumlarına yaşamış oldukları kültürün ilkel ve gelişmesi gereken bir kültür olduğunu benimsettiler. İnsanlarımız bunu benimsedikten sonra kendi kültürlerinden ve yaşantılarından iğrenerek aşağılık kompleksine kapıldılar. Batı kültürünü körü körüne taklit etmeye başladılar Kendi toplumsal iç dinamiklerini bir kenara bırakarak şekilsel değişimlerle çağdaşlaşabileceklerine inandılar. Buna rağmen batı toplumlarının yaşadıkları toplumsal hastalıkları ve buhranları yaşayıp, onların ulaşmış olduğu refah düzeyini hiçbir zaman yakalayamadılar.). Tam da burada TV. Devreye girdi. Sonralarda ise teknolojik gelişmelerle beraber bizi etkileyen başka unsurlarda devreye girdi.( gazete, dergi,internet,…vb.) Bunun yanında dünyanın her yanını bir anda da aynı düzeye getirme niyetleri yoktu. Çünkü teknoloji çok hızlı gelişiyor, en son ürettikleri bir öncekini çöp haline getiriyordu. Bu teknolojik çöplerini Pazar toplumlara teknolojik harika olarak sunup satmaya başladılar (Örneğin kendileri renkli televizyonlar kullanırken, bize ellerinde çöpe dönmüş olan siyah-beyaz televizyonları sundular. Herkes siyah-beyaz televizyon aldıktan sonra piyasaya renkli tv. Sundular. Söz konusu teknolojik eklemelerde hiç bitmedi).
Önceleri yadırgadığımız bu kültürü izleye izleye benimseyip yaşamaya başladık ( İnsanın sık sık gördüğü şey, onun hiç şaşırmamasına sebep olur; hatta, onun nasıl oluştuğunu bilmezse bile.) . Hiç kullanmadığımız malzemeleri çağdaşlık ve modern olma adına evlerimize doldurmaya başladık (Bizim kültürde yemek yer sofrasında yenir. Oysaki modern yaşam adına, salonlarımızın büyük bir yerini işgal eden hiç kullanmayacağımız 12 kişilik yemek masaları aldık. Evlerimize eşya doldurdukça insanları dışarıya çıkarmak zorunda kaldık. Önce misafir kabulünü azalttık, sonra evin hayvanlarını kapı dışarı ettik.Daha sonra evin nine ve dedesini attık. Oda yetmedi evin bireylerini azalttık. Bu arada unuttuğumuz bir şey vardı; çevremizdeki insanları azalttıkça, insanlık değerlerimizi de o oranda kaybettik.). Toplum olarak konfor hastalığına bulaştık. Bu da bize büyük bir emek israfına neden oldu. Artık teknoloji ve modern yaşamın hızına kendi ellerimizdekilerle yetişemiyor geleceğimizde kazanacaklarımızı da yani geleceğimizi de taksit karşılığı alınan mallara satmak zorunda kaldık. Çünkü gelişme sonsuza kadar devam edecek, ve benim mutluluğum, sonsuz olan ihtiyaçlarımı en son teknolojik ürünlerle karşılamaya bağlı olacak. Mutluluğu tam bulmuşken yeni çıkan teknolojik harika mutluluğumu elimden alacak. İşte modern dünyanın bana sunduğu üstün kültür, ve bu üstün kültürün taklitçileri olan mutsuz bireyler.
Bu yazılanların tümü kendimi tanımak amacıyla, kendime sorduğum “Ben kimim?” yada “Biz kimiz?” sorularına verdiğim cevapların altından çıktı. Eğer sizde yaşadıklarınızdan memnun değilseniz ve kim olduğunuzu merak ediyorsanız, mutsuzsanız, başarısızsanız yada tam tersine mutluysanız ve başarılıysanız ve bu durumunuzu merak ediyorsanız, bunun cevabının tümü geçmişinizde yatmakta. Geçmişinizi irdelemeden, yaşadığınız aileyi, yaşadığınız çevreyi, yaşadığınız toplumu ve yaşadığınız insanları tanımadan, onlardan ne aldığınızı ve onlara ne verdiğinizi bilmeden “Ben kimim?” sorusuna doğru bir cevap veremeyeceksiniz. (Tarih boyunca insanların bu soruyu kendilerine sormalarının nedenini de irdelemekte fayda görüyorum. Sanırım bu sorunun temel gayesi, kişinin kendini tanımlaması ve yaşamını anlamlandırmasıdır. “Ben kimim” sorusunu soranın hedefi “Ben ne olacağım yada Ben ne olmalıyım” sorularına cevap aramaktır. Yaşamını anlamlandırmak ve önüne bir hedef koyarak belirlemek, kişiye kim olduğunu sordurur. Kim olduğuna karar verdikten sonra, ne olması gerektiğine inanıyorsa, ona göre bir strateji belirleyip, gayesi doğrultusunda hareket eder insan. Kim olduğunu, ne olması gerektiğini bilen ve yaşamının bir gayesi olan insan mutlu olabilir. Ayrıca her an değişen bir “Ben”le karşı karşıya olduğumuzu bilmekte de fayda görüyorum. Hedefe doğru gidilen yolda, hedefine yaklaşan yada hedefinden uzaklaşan bir “Ben”le karşı karşıyayız. Her insanın yaşam süresinin sınırlı olduğu düşünülürse, aynı yerinde kalan “Ben”in de ziyanda olduğu görülür. Bundan dolayı her zaman hedefine doğru daha ileriye atılmanın yolarının aranması gerekmektedir. )
Yaşamımızda ilişkiye girdiğimiz her insan, her nesne, her canlı, kişiliğimizin oluşumunda iyi yada kötü yönde büyük bir etki yaratır. Kişiliğimizi belirleyen şey kesinlikle yaşadığımız ilişkilerdir. O halde kişiliğimizdeki iyi ve kötü yönlerin kaynaklarını öğrenmenin yolu geçmişimize dönüp neler yaşadığımıza bakmakta saklıdır. En azından, “Ben yaşadıklarımdan ve kişiliğimden memnun değilim” ve “Değişmek istiyorum” diyenler, geçmişlerine ve tarihlerine dönüp baksınlar. Yaşamlarına giren her insanı irdelesinler, insanlardaki değişim mucizesinin anahtarı ilişkilerde gizlendiğini görsünler. Değişimin anahtarı daha önce yaptıklarımızın değiştirilmesinde saklı olduğunu kavrasınlar. Toplumsal ve bireysel değişimin anahtarı, bugüne değin yapıla gelenleri değiştirmekte saklıdır.
NOT :BU YAZI 1999 YILINDA YAZILMIŞTIR