- 702 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Gülümsemeler
Kurban Bayramının üçüncü günüdür. Bayram yaza rastlamıştı .
Pınarbaşı’nda çınarların ve güneş ışığını yere düşürmeyen ağaçların arasında, barajların denizi andıran sularında,Tekir yaylasının sık çamlıklarıyla buz gibi çeşmelerinde,Döngel Mağarası çevresinde serinlemek de vardı; ama oralar hem uzak hem de aileler için sakıncalı olurdu.
En büyüğünün yaşı yirmiyi geçmeyen gençler ne yapıp yapıp sepetli bir motosiklet bulur, motorun sepetiyle arkasına tıka basa doluşurlar. Bir motora on kişinin bindiği olur. Gelmek isteyenlere asla gelme denmez . Hafta içinde kimi tarım işçisi, kimi terzi çırağı ya da kalfası ,dondurmacı,semerci, bakırcı… hepsinin ortak yanı haftalıkla çalışmaları. Aldıkları üç beş kuruşun yarısını anne-babasına verip geriye ne kaldıysa onunla ortaklaşa et, kömür,ekmek, domates , yeşil biber ve yanına da birkaç bira alıp düşerler yola. İçkiyi yeni yeni tadanlarla bu alabildiğine yeşilliğin cazibesine uyarak bira sayısını fazla kaçıranların , çevrelerindekilerinin de eğlencesini bozması alışılagelmiş davranışlarındandı... Bu nedenle çoğu aile hafta sonu onların gittiği yere gitmez. Onlara en güvenli yer Atatürk Parkı’dır.
Karabulut da ailesiyle parka gelmişti. Suskundu. Koyu siyaha çalan gözlerinde bir öfke yoktu bu kez. Siyah koyu saçlarına tarak kullanmazdı. O sabah da saçlarını parmaklarıyla düzeltmişti. İnce ve gerili yay gibi duran kaşlarının altındaki çukur içindeki gözlerinde uzun siyah kirpikleri birbirine uyum sağlıyordu. Burnu kesik biçimde ve dudaklarının kıvrımları da sanki resimlerde uzakta uçan kuşların kanatlarını çizen ressamların elinden çıkmıştı. Ayna karşısında söylediği doğruydu,“filinta gibiyim "..
Kendine bir soru sorulmadıkça susuyordu . Bakışlarını kardeşinin oğluyla şakalaşıp duran büyük kızında topladı. On altısına girmiş olan büyük kızı bu içinde bulunduğu ortamdan memnundu.. Boyu şimdiden kendisini geçmişti. Gözlerinin yapısı kendisine çok benziyordu. Yüzünün biçimindeki hatlar çok düzenli ve yerli yerindeydi. Onu artık erkeklerin bakışlarından korumak gerektiğini düşündü. Çünkü burada on altı yaşına gelen bir kızın artık evlenmeye de hazır olması gerekirdi. Ama bu kız, okumak istiyordu. Tıpkı amcasının yaptığı gibi bu çevreden kurtulmanın tek yolu okuyup bir işe girmekten geçiyordu. Karabulut kızının okuma isteğini bildiği için kızı isteyenlerin olduğunu çıtlatanlara basardı küfürü. Bunların başında da karısı gelirdi. Ona yalnız küfür değil, dayak da atardı. Yaşamını çıkmaza girdirdiğini düşündüğü bu kadını başından çoktan atacaktı ama buna çocukları engeldi. Onların da kendisi gibi babasızlık acısını tatmalarını istemiyordu.
Parkta boş masa bulamayınca yere oturdular. Nazlı, yaşamının en büyük talihsizliğiydi. Kocası Karabulut’un kendine baktığını görünce tedirgin olmuştu. Yine bir hata yaptığını ve bunun sonunda bir ceza çekeceğini yaşadıklarından öğrenmişti. Bunun korkusuyla çocukların yere açtığıı sofra bezini çekiştirip ”Böyle olmaz gurban olduğum .Aha bak şöyle olacak.. şöyle şöyle.” diyerek bir yandan sofra bezini düzeltiyor , öte yandan yan gözlerle Karabulut’un hala kendisine bakıp bakmadığını kontrol ediyordu .Konuşacak başka bir söz bilmeyen biriymiş gibi “şöyle .. şöyle ya şöyle olacak.. şöyle…”. Uzun boyuna uygun bir de gövdesi vardı. Göbeği çıkmış ve bakımsızdı. Konuşunken gülümsemeye çalışır, o zaman da ön dişlerindeki çürük ortaya çıkar, bu haliyle oldukça zavallı görünürdü. Yaşı kocasından altı yaş büyüktü. Ürkek ve gizli bakışları hep Karabulut’taydı .
Bir masa boşalınca hep beraber masaya yerleştiler..
Karabulut , “Yaşamımın tüm güzelliklerine güle güle dediğim gün.” olarak gördüğü bu kadınla evlenmesini anımsadı. Tiyatro sahnesindeki dekor gibi kerpiç,yıkılmaya yüz tutmuş bir ev vardı. Bu oyun yalnızca kendisinin izlediği tek kişilik bir oyundu. Sahnedeki oyuncular :kendisi,kardeşi,annesi, Nazlı, annesinin evlendiği ve nefret ettiği o adam ... Kardeşi liseyi kendisi de askerliğini bitirmiş. Polislik ve posta memurluğu sınavlarına girmiş, bunlardan birine gireceğini umuyor, umutla bekliyor . Geçici bir iş bulmuşlar. Yeni dikilen elektrik direklerini boyuyorlar . Üstbaşları boya. Boyayı çıkarmak için tenlerine sinen tiner kokusu...Nazlı, o günlerde yanlarına gelip gidiyor. Evinden gizlice getirdiği sıcak yemekleri Karabulut’a yetiştiriyor.. Nazlı’nın da hayalleri vardı. Karabulut’un koynuna girip onunla evlenmek.
“Bir de iki koduk mu besleyecekmiş.” diyordu annelerinin kocası. Bu nedenle annelerine yakın bir yerde tuttukları bu evde, iki kat yatak ve bir piknik tüple ikisi de yaşamayı öğreniyor ayakta kalmaya çalışıyorlardı.
Buralarda doğmamıştı .Bu çevreyle kendini bağlayacak bir ilişkisi de yoktu. Karabulut yalnızca annesinin yakınında olmak için buralar da değil miydi ? Bu ilçenin amansız olan kışında tir tir titrediği günlerde bile, annesinin “eve gelmemesini” istediği anda olduğu kadar bedeni asla buz tutmamıştı.
En az elli yıllık bir yapıda olan o kerpiç eve dönerken kendi ağlayışını görüyordu. Bir insanın kendi acı dolu yaşamını yine kendisinin izleyicisi olması bir tür yalnızlığın derecesinin güzel bir tanımıydı. Bu parkta birlikte olduğu ailesi eğlenirken o, bu yaşadıklarının içine dalmış kaybolmuştu. Sigarasını derinden çekerken iç çekişleri belli olmuyordu. Dudaklarından bıraktığı sigara dumanıyla o günleri gökyüzüne savurdu.
Hani insan yaşamında başkalarınca önemsiz görülen ama yaşayanın unutamayacağı günler vardır. O gün, o ağladığı gün, çaresizliğine, kimsesizliğine lanetler okuduğu o gün böyle bir gündü. O eski ve yıkık toprak eve gelmişti. Kardeşi iki yumurta haşlamış onu bekliyordu. Aç olmasına karşın yemek yiyemedi. Yaşadığı onca olumsuzlukların acısını çıkarmak için birini arıyordu. Ona bağırmak ,onunla kavga etmek, birilerinin canını yakmak istiyor. Yüreği burkuluyor, içine sancı çöküyordu. Kardeşinin sırtına birden bir tekme attı .Sövüyordu. Sonra öfkesinden kendi gömleğini yırttı. Kerpiç duvarı tekmeleyerek ağlıyordu. Bir süre sonra içindeki acısı akmış halde yatağına uzandı.
Direk boyama işi bitince birkaç gün içinde zaten az olan kazandıkları bu üç beş kuruş da tükenivermişti. Sabahleyin erkenden kalktı .Çaydanlığı piknik tüpüne koydu. Çay kaynayana kadar beklemeden bir sigara yakmak istedi ve cebindeki sigarasının da bir tane kaldığını gördü. Gözleri odada geziniyor, bu gün bir ekmek ve sigara parasını nasıl çıkaracağını düşünüyordu. . Odanın kerpiç duvarlarının kireçleri solmuştu ,onlara bakıyordu. Duvardaki küçük cam pencereden az bir ışık girdiğinden oda insanın içini karartıyordu.
Gözleri yerde yatan kardeşine kaydı. Uyuyor muydu yoksa yatakta öyle uzanıp düşünüyor muydu ? Bunu bu loş ışık yüzünden anlayamadı. Kardeşine yaptıklarından dolayı onun gönlünü almak istemişti ama “ Ya uyuyorsa ”, uyandırmak istemedi. Dışarı çıktı.
Garsonun masaya getirdiği çayla geçmişin o acı dolu düşüncelerden kısa bir süre uzaklaştı. Çayına attığı şekeri karıştırırken yeniden düşünceye daldı. O şimdi yeniden geçmişteydi. Şimdiki gibi o sabah da çay içmiş, son sigarasını yakıp sokağa çıkmıştı. Öğleye kadar gezinmişti. Bir yığın sıkıntıların içinde bir de sigarasızdı. Yeniden eve doğru gitmek istedi. Yolda bulduğu iri bir izmariti eğilip aldı ve yaktı. Yolda postacıya rastladı . Postacının yüzünde bir gülümseme sezdi. Heyacanlandı. Postacı, karabulut’u öteden beri tanırdı. Yoksa sınav sonuçları mı… Yanına iyice yakalaştığında “Karabulut taahhütlü mektubun var. Bölgeden geliyor. Haydi gözün aydın. Müjdemi isterim. Sınavı kazanmışsın. Seni çağırıyorlar.” dedi.
Karabulut ,yaşamın en kötü günlerini yaşadığını sandığı böyle bir günde içinin mutlulukla dolduğunu anımsadı. Asık suratına birden bir mutluluğun dudaklarına doğru yayıldığını fark etmişti. Az önceki içtiği izmariti, iş derdini ve açlığını, annesinin eve beni görmeye gelme demesini, her şeyi bir anda unutmuştu. Sevinç içinde postacıya sarılıp “Sağ ol . Sağ ol canım kardeşim, sağ ol!”demişti.
Haberi kardeşine ulaştırmak için eve gidişini, yeni bir umudun sevincini anlatışını anımsıyordu.
Parktaki çay bahçesinin masasında oturmuş, bir hanımefendi gibi garsonların “Başka bir isteğiniz var mı?” diye sormalarından oldukça mutlu olan karısı Nazlı’ya baktı. “Benim bitmeyen karanlığım.”dedi içinden. Bu bakışta, gözleri öfke doluydu. “Nereden bilebilirdim ki bu içimi umut ışığıyla aydınlatan haberin benim yaşamımı sonuna kadar karanlığa döndürecekmiş.” diye geçirdi usundan Annesine dönüp baktı. Bu yaşlı kadına o gün bu haberi vermek için sanki uçarak gitmelerini yeniden yaşıyordu. Ah Nazlı,hayatımın dikeni Nazlı!
“Nazlı’yla evleneceğim kardeşim. Başka bir çarem yok. Benim gibi çulsuz birine başka kim gelir? Haydi gelen oldu diyelim, bende evlenebilecek bir kuruş bile yok. Bu yüzden evleneceğim...”
Nazlı’nın Ailesi evde kalmış bu kızı bir bohça gibi Karabulut’un koluna takıp bir bilinmeyene doğru uğurlamışlardı.
Parkta çayının son yudumunu içmek için bardağı kaldırdığında gök yüzündeki maviliği gördü. Sanki yıllarca başını yere kaldırmamış, gökte mavi bir gökyüzünün olacağını unutmuştu. Geceleri yaşayan bu insan, gündüzleri ise gökyüzünde yalnızca başına geçen bir ateş topunun dönüp durduğunu ve sanki ekmeğine göz dikmiş bu güneşin dışında huzur verici bir güzelliğin olmayacağını düşünürdü .Ama şimdi ikindi saatlerinde bu mavi gök yüzünü görüp kendisi için yabancı olan bu maviliğe şaşırmış gibiydi. Çünkü onun için tek renk vardı :” kara”. Karanlık onun için yaşamının bir parçasıydı. O, kendisini olduğu kadar mavi sarı, yeşil kısacası tüm diğer renkleri de avucuna almıştı . Gerçi kardeşiyle konuştuğu o günlerde henüz diğer renkler kendisine uzakta olsa bir yerlerde duruyordu.
Bu parkta geçmişe gidip gidip geliyordu. Bir ara parkta açmış olan kırmızı güllerin ayrımına vardı . “Yaralı gönlüme benziyor.” diye düşündü. “Onunla ayrı olan tek yönümüz, onu herkes görüyor ama benim yüreğimi kimse görmüyor”.
Posta dağıtıcısı olarak görev yapışını anımsadı. Sıcak ve bunaltıcı gecelerinde alkol onu sendeleyerek yürüttüyse de genç olan bedenini uyuşturamamıştı. Alkolün adı nazlı’ydı. Nazlı’yı alkolle unutmak istiyordu. Onu alıp nikah bile yaptırmadan bir kat yatakla koluna takmışlar, öylece göndermişlerdi. Bunun nedenini anladığında artık çok geçti. İşe başladığı ilk gece onunla yatmış ve acı bir gerçeği o ilk gece anlamıştı. Bu kadının saflığından yaralanmışlar, bakire değildi Nazlı. Ama hiç bir güvencesi olmadan arkasına düşüp gelen bu aptal derecesindeki kadına acımış ve geri göndermemişti .O artık kendisi için bir dert ortağıydı.Eve geldiğinde sıcak bir yemek bulacağı bir aşçı ve kirlilerini yıkayacak bir çamaşır makinesiydi. Bir gece unutmak için içmiş Nazlı da kadınlığın istemiyle yatağına girmişti. Nazlı hamileydi. Sonra onun içkili gelişlerinde hamile kalmaları sürmüş iki kız iki oğlan doğurmuştu. Her doğurduğu çocuk Karabulut’u kendine bağlamanın bir yolu olduğunu komşuları akıl vermişti ona. Baba oldukça kendisini bağlayan bu kadına, yaşama duyduğu tüm öfkeyi yansıttı Karabulut.. Çocuklarını hiç bir zaman kendisinin babasızlığı gibi babasız bırakmayacaktı. Zaman zaman alkolü bırakıp yaşamını çocuklarına adamak istediğinde bu kadının olmadık bir davranışına kızıyor ve yeniden içiyordu. Alkollü gecelerde içindeki salıverdiği hayvanın besini bu kadın olmuştu. İnsanların çıkarcılığına , kendine dayatılan alın yazısına, ayın sonunu zor getirdiği ücretinin yetersizliğine duyduğu tüm öfke, onun bedeninde oluşan çürük ve şişlerle herkese “hayır” demesinin imleriydi. Nazlı’nın yemek yapmak , elde çamaşır yıkamak ve dert arkadaşlığı görevlerine yenisi eklenmişti : dayak yiyerek Karabulut’u rahatlatmak.
Postacı Karabulut, mektupları gideceği yere teslim etmek yerine onları bir kenarda yırtıp atıyor,böylece kazandığı zamanı bir köşede alkolle geçiriyordu. Herkese içinde bulunduğu durumu anlatmak istiyordu ama herkesin kendine göre bir derdi vardı ve onun anlatılacaklarına kimsenin kulak asmadığını görmüştü. Yalnızdı. Yaşadığı her şeyi sıkıntı olarak düşünüyor, o sıkıntıları anlatacağı birileri de olmadığından Nazlı’nın yanına koşuyordu . Alkolsüz zamanlarında yanına gelip ve kendisiyle dertleşmek,konuşmak isteyen kocasının sözlerinden zaten hiçbir şey anlamayan Nazlı, her zaman bozuk bir plak gibi “He öyle gurban olduğum.”diyor ve dayak olayının başlayacağını sezdiği anda da bir komşusuna sığınıyordu. Ta ki o içkiden sızana kadar.Ama bunların hiç biri morluklardan onu kurtaramadı.
Yaşamının şu anında bunları düşünüp susuyordu.Parkta gezen çocuklarına, kendisine sadece korkuyla bakan ve yaşlı bir kadına dönmüş karısına, oğlunun suskun duruşunda mutsuzluğunu sezen yaşlı annesine baktı. İçinden geçenleri dışa vurabilmesi için suskun dilini açacak alkol gerekliydi. Bu alkol, bacaklarında yaralar oluşturmasına karşın yine de bilemediği bir yığın acının açtığı o içindeki yaraların tek ilacıydı. Canı şu an o kadar alkol istiyordu ki kendini zor tutuyordu. Misafir gelmiş kardeşinin ve ailesinin gitmelerini bekleyecekti. Susuyordu.
Parkın gülleri ,çay bahçesinin çevresindeki su, insanların yaz sıcağında bir bayram gününü burada dindirmeleri... hiçbiri onu ilgilendirmiyordu. Bir tutuklunun kendini görmeye gelenlere, onlar üzülmesin diye yüzüne takındığı gülümsemeler ve gittikleri zaman sanki kırmak için demir parmaklıkları tutanlar gibi o da bu görüşme saatinin bitmesini bekliyordu.
Akşama doğru parktan çıktılar. Kardeşi arabasına bindi, kardeşinin çocukları ise motosikletin sepetine. Maraş’ın o kesme taşlarla yapılmış yokuşlu yollarından bedenleri yorgun bir biçimde eve geldiler. Akşam kardeşi ve ailesi gideceklerdi. Ama bir Kurban Bayramı tüm aileye bu kadar güzel gelmemişti. Karabulut kimseyi kırıp incitmemişti. Susmuştu ama biraz sonra içeceğini düşünüp gülümsedi. Nazlı belki de dayaksız ve küfürsüz ömrünün en uzun günlerini yaşamıştı. Çocuklar amcalarının ve ailesinin yanında bir ailede olması gereken huzuru ve mutluluğu bulmuştu. Anne iki çocuğunun yanında ve yan yana olmasının yanı sıra asıl Karabulut’un alkolden bu birkaç günde olsa uzak kalmasının mutluğundaydı. Herkes mutluydu. Herkes gülümsüyordu. Yıllarca özlem duyulan bir aile ilişkisi sonunda birkaç gün de olsa gerçekleşmişti. Bu gülüşler bu mutsuzlara vuran büyük ikramiyeydi. Bir kaç gün için olsa da.
YORUMLAR
"En az elli yıllık bir yapıda olan o kerpiç eve dönerken kendi ağlayışını görüyordu. Bir insanın kendi acı dolu yaşamını yine kendisinin izleyicisi olması bir tür yalnızlığın derecesinin güzel bir tanımıydı. Bu parkta birlikte olduğu ailesi eğlenirken o, bu yaşadıklarının içine dalmış kaybolmuştu. Sigarasını derinden çekerken iç çekişleri belli olmuyordu. Dudaklarından bıraktığı sigara dumanıyla o günleri gökyüzüne savurdu."
===
Eskimis dunlerin, yeni gunlere ekilen huzunlu manifestosu... Yazar, hikayenin baskahramanini gerek ismi, gerekse ruh hali itibari ile øyle bir renge boyamis ki; gencligin gerceklesmemis, o toz pembe hayallerinin uzerine cøken "karabulut" misali...
para SIKINTISI ve kulturel aile caprazligi icinde gecen bir genclik, ardindan, isminin Nazli olmasina ragmen, ona asla naz yapma luksu olmayan zavalli bir kadin... Hayatinin sanssizligi diye betimledigi Nazli, belkide Karabulut'un hayattaki en buyuk sansi... fakat bunu anlayabilmesi icin sigara dumani ile sadece gecmis gunleri degil, ruhundaki karabulutlari da gøkyuzune savurup dagitmasi gerek belki de kimbilir...
ince bir roman tadinda, akici, kisi ve cevre tasvirlerini okurken gøzumun ønunde canlandirabildigim, baslik ve sonuc itibari ile, yazarin "gulumsemeler"i finalde hangi cumlede birlestireceginin heyecani ve merakiyla sonuna geldigimi anladigim mukemmel bir anlatimdi.
feyz aldim bu yazidan.
tebrik, sevgi ve saygimla.