- 879 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
TİLBE TİLBE KEZBAN TİLBE
Gecenin bir yarısı ağladı Kezban. Kusmak istiyordu ama midesinden, içinde hiçbir şey olmadığına dair sesler geliyordu. İçinde bir sürü hayvan beslediğini fark etti midesini ovuştururken. Gelen seslere bakılırsa şehla bakışlı, şirin, yeşil bir kurbağaydı şimdi içindeki ama mütemadiyen de zehirli bir yılandı. Evet, içinde bir yılan besliyordu ve bu yılanı en kötü zamanlarında beyninin içine salıyordu. Zehrini akıtsın daha çok acıtsın istiyordu. Belki daha çok ve başka başka acılar çekerse, kötü fikirlerin girdabından varlığını çekip alacak, manevi acısı maddi acılarla yer değiştirirse azıcık rahatlayacak; uzun süren hastalığının acılarıyla pişip olgunlaşmış, yazgısını kabullenmekten başka çaresi olmadığını nice sıkıntılardan sonra anlamış, en sonunda bu kabullenmişliğin ağırlığında huzuru yakalamış zavallı bir hasta gibi nekâhet dönemini mağrur bir sabırla karşılayıp kucaklayacaktı. Ama öyle olmadı…
Kezban yıldızlara baktı. Zühre göz kırpıyordu ama Kezban ne anlardı Zühre’den? Koca gökyüzü, bir dolu yıldız…Hiçbirinin adını bilmiyordu ve yine kızdı kendine, zaten ne bilirdi ki! Varlığının hiçbir sebebi olmadığını düşündü, ki bu da tam istediği etkiyi yaptı beyninde. (Demek ki yılan sıkı çalışıyordu. “Aferin”di yılana!) Babasının bünyesinde bir olasılıkken yanlışlıkla, hasb-el-kader, annesinin bünyesine düşmüş; değişmiş, dönüşmüş ve Kezbancık doğuvermişti dokuz buçuk saat süren sancılı bir mart gecesinin sabahında, saat onu bilmem kaç geçe…
Gecenin seslerini dinledi Kezban. Ezan sesi…Muhtemelen tüm günahlarının abdest suyuna karışıp ait olduğu yere, lağımın derinliklerine akıp gittiği sanrısıyla beş vakit vicdanını rahatlatma seanslarını hiç kaçırmayan yaşlı bir günahkar tarafından kurulmuş bir alarm sesi…Bir öksürük…Bir bebek vızıltısı…Bu gece kim bilir kaç spermatozoa gidip yumurtanın kapısını çaldı, kim bilir kaç hasb-el-kader bebek daha ana rahmine düştü, diye düşündü Kezban. Bu düşünce midesini bulandırdı ve bir daha yumurta yememeye yemin etti.
Kendi bebeğini düşündü...Henüz bir olasılık bile değildi bebeği…Sonra düşündüklerini düşündü Kezban; amma çok şey nasılda hızla geçiyordu aklından. Binlerce ıslah olmaz deli kulağının içine binlerce tutarsız sözcük fısıldıyor, hiçbiri birbirine eklenince bir cümle olmuyordu. Düşünceleri, yüzlerce şeridi olan dev bir otobandan hızla geçen araçlar gibi tam olarak seçilemiyor ve hiçbirini yol boyu takip etmek mümkün olmuyordu. Deliriyor olmalıydı. Kesin deliriyordu sonunda!
Düşünceleri havada uçuşup dururken düşünebildiklerinin buzdağının görünen kısmı olduğunu düşündü Kezban. Buz dağının görünmeyen kısmı daha büyüktü değil mi? Bunu bilmeyen kalmamıştı. Orta zekalı orta sınıf aydınların her konuşmada mutlaka kullandığı bu paspas olmuş benzetme de midesini bulandırıyordu. İyi ki biri keşfetmişti bunu ve iyi ki biri de benzetmişti bir şeye! Bu buz dağının görünmeyen kısmını, o kısmın görünenden daha büyük olduğunu ilk keşfeden “bilim adamı”nı düşündü sonra. Gerçekten bilim miydi bu ve bu adam adam gibi bir adam mıydı? Hem derdi neydi buzla muzla uğraşacak? Karısı, çocuğu çoluğu, işi gücü yok muydu? Başı göğe mi ermişti “Anaa, bu buz dağı var ya? Bi de bunun görünmeyen kısmı var ha! Hem ora daha büyük biliyon mu laa?” deyince…(Bilim adamları İç Anadolu ağzıyla mı konuşuyordu yoksa Kezban, kezban olduğu için mi böyle hayal ediyordu?) Bunları düşündü ve güldü. Etrafında ne kadar çok buz dağı olduğunu, bunların her gün pantolonunu, eteğini giyip işe gittiğini, cıgara ziftlendiğini, patlıcan kızarttığını, maç izleyip çekirdek çitlediğini ama içinin bir yerlerinde varlıklarının görünmeyen kısmının daha büyük olduğuna inandıklarını ve bu inancın, vicdanlarını rahatlatıp yine aynı sıradanlıkla yaşamalarını kendilerine mazur gösterdiğini düşündü. Ve üzüldü bir an onlar adına. Ama ne üzülecekti canım! Kendisine üzülmeliydi Kezban! Hem gençti, hem kadındı, hem de yalnızdı. Yalnız!.. Yalın-ız… Yalın ve uz… Dersine iyi çalışıp ustalaşmalıydı gerçekten; yalnız bir kadın gibi davranmayı öğrenmeliydi. Madem bu yola çıkmıştı, oyunu kuralına göre oynamalı, oturup kendine üzülmeliydi! Madem artık yalnızdı ve de utanmadan bir de kadındı, o zaman tüm yalnız kadınlar gibi davranmalıydı. Ürkek olmalı, kimsenin gözünün içine bakmamalı, fazla gülmemeli, gülse de kahkaha atmamalı; kibirli ve çirkin bir kraliçe edasıyla kibar, sessiz ve sevimsiz bir tebessümle yetinmeliydi. Gözleri mütemadiyen buğulu bakmalı, dokunsan ağlayacak, üflesen düşecek gibi durmalıydı. Öyle fıldır fıldır gözler, ’aman bidaha mı gelecez dünyaya’lar, şıkıdım şıkıdımlar hiç yakışır mıydı yalnız bir kadına? Bunlara hakkı yoktu artık. Tüm haklarını, o beyaz perdelik kumaşa büründüğü gece, o yeşil gözlü adama devretmişti.
O yeşil gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Yada sev-me-di... Ama nasıl sevmemiş olabilirdi? O beyaz perdelik kumaş değildi ki ikisini de birbirine sarılarak ağlatan! O kabarık eteklerden daha kabarık bulutlar gelip konmuştu adamın gözlerine ve bu bulutlar gelecekte yaşanacak bembeyaz günleri temsil ediyordu yazara göre. (Ve belki ikisine de malum olmuştu o günlerin hiçbir zaman yaşanamayacağı da, ona ağlıyorlardı farkında bile olmadan.) Minik kadının ellerinden öptü adam, dudağını sarkıtıp bir yana -ki kadın, en çok bu dudak kenarı çizgisinde kaybolmuştu bir şubat gecesi, bilmem kaçıncı dakikasında gözyaşlarının bitmesinin- nasıl da bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamıştı, koca dev!
O yeşil gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın. Rahata acıktı kadın. Oysa rahattan bıkmıştı yeşil gözlü dev ve elveda deyip minnacık kadına girdi üç paralık bir fahişenin kolunda; bahçesinde ebruli, kamelya açan –kim bilir kaç kamyoncunun her yerde ezilmenin, hor görülmenin ve hatta görülmemenin öfkesiyle eğriltip büğrülttüğü, ağzının salyalarıyla ve daha bilmemneleri ile kirlettiği o iki büklüm, o kokuşmuş yatağa açılan- üçüncü sınıf bir otel odasına…
Kezban ağlama, hep karalar bağlama! Nasıl olsa bu da geçer! Hem “Gözyaşı ile ödenen bedel tuzlu suyla geri verilmez.” demiyor muydu en sevdiğin yazar? Ondan iyi bilecek değilsin ya, Kezban’sın işte! Tuzlu suyu düşündü Kezban. Tuzlu su…Tuz ve su… İkisini de severdi. İkisi de olmazsa olmazdı. Ne farkı vardı gözyaşından bunların? “Tuzlu su” dedi ve kendi gözyaşını tattı deli Kezban. Tuz ekmek hakkı bilmeyen o yeşil gözlü dev bu gözyaşlarının bedelini ödesin istedi. “Nankör!” dedi içinden, “Nankörsün sen!” Sonra bir kahkaha attı Kezban, yine tutamayarak içindeki histerik kadını. Teyzesi geldi aklına: “Nankör kör kedi!” deyivermişti bir gün biri için de Kezban ne gülmüştü. Hem nankör hem kör, ne? Ha ha ha! Eee, Kezban aklı işte, ancak şimdi şimdi anlıyordu teyzesini. Teyze, zekiydi. Kimseye lüzumundan fazla kızmak, kinlenmek istemiyordu. Çünkü biliyordu; kinlendikçe yüreği daralacak, aldığı her nefes göğüs kafesine fazla gelecek, olmadık yerlerde gereksiz bir hatıra gelip burnunun direğini sızlatacak, gözü intikamdan başka bir şey görmeyecek, hirbir şey görmeyince de kör kör yaşayıp, kör kör ölecekti. Biliyordu… Bu teyze zeki kadındı vesselam! “Nankör kör kedi!” diyordu, nankörlüğünü körlüğüne veriyordu kedinin. Kör kedi ne yapsın, hep hor görülmüş, pist denmiş, taş atılmış arkasından, kimse sevmemiş zavallıyı, sevgiye aç! Eee, karnı da aç, ne bilsin ekmek tuz hakkını? Ama nankör kör kedi o! Ha doğru ya, kör kedi! Zavallı kedi, cici kedi. Hadi bari, affettim gitti!
Yüzündeki manasız kocaman beni, kafasına geçirdiği yünlü bir battaniyeyi andıran boz kahve renkli atkısı, bindallı şalvarı, mes üstüne giydiği, ilk ve son moda, siyah lastik papuçlarıyla daha zekiydi teyzesi Kezban’dan… Kezban kezbandı işte! İki üç fakülte bitirse, master doktora yapsa, hatta yarın öbür gün o fakültelerin birinde, cafcaflı ön adları ve fazla kilolarıyla koltuğunu hakkıyla dolduran koskoca bir hoca olsa da “kezbanlık” akacaktı eteklerinden… Başına gelen her fenalıkta kendini yargılayacak, suçlu bulacak ve asacaktı. İntikam yeminleri edecek, sonra hiçbir halt edemeyecek, talihine edecekti…Yine aynı geceyi, kendi “Kırmızı Pazartesi”sini düşünecek –ki hiç kimse, hiçbir pazartesi günü onunki kadar kırmızı bir acı yaşamamıştı- o gece hiç yaşanmamış olsa nerede, nasıl, ne yapıyor olacağını hayal edecekti.
Abla kızım kadın kızım, diye severdi teyzesi Kezban’ı. Kezban önce abla oldu gerçekten, sonra kadın. Ama hep minicik bir kızdı, kimse bilmiyordu! Kendi özel tarihinin kokuşmuş sayfalarını, beyninin kıvrımları arasına gömebilmeyi başardığında yine minicik bir kız olmayı umuyordu. Ama bu hiç olmayacaktı. Teyzesi bunu da biliyordu. Koca dayağından yamulmuş burnu, bu pis kokuları hemen alıyordu. Ve biliyordu ki bu kokular bir kere sindi mi insanın üzerine, kolay kolay çıkmıyordu. Kezban, teyzesine bir kez daha hayran kaldı. Yaralanıp nasır tutmaktan artık daha çok bir pençeyi andıran elleri, çocuk mezarı koca ayakları, kalın bilekleri, dört çocuk büyütmenin yorgunluğuyla karnına kadar inmiş göğüsleri ve iki belik kınalı saçları ile teyzesi, bizim süslü Kezban’dan çok daha “kadın”dı. Ve hatta sabah sporu, duşu, makyajı, uzun tırnaklı zarif elleri, ince ayak bilekleri, güzel bacakları, süt beyaz pürüzsüz teni; tüm bunlar yetmiyormuş gibi ev işlerindeki mahareti, insan ilişkilerindeki muvaffakiyeti ve kafasına her koyduğunu yapmasını sağlayan çelikten iradesiyle, her göz göze gelişlerinde Kezban’a, hayatta ne kadar başarısız olduğunu ve ne çok hata yaptığını hatırlatan sevgili anneciğinden bile daha “kadın”dı teyzesi.
Kendi etmiş kendi bulmuştu Kezban, kimseyi suçlamıyordu aslında. Ama herkes hata yapabilirdi değil mi? Herkesin hayatında bu kadar silinti-kazıntı bulunabilirdi. Yeter ki hataları insanın boyunu aşmasın, diyordu Kezban. Durdu, düşündü, kendini yokladı, tren yolundaki küçük tarlaya teyzesiyle birlikte diktikleri vişne ağacından bile kısaydı boyu ama daha hataları boyunu geçmemişti çok şükür! İstihkakını doldurmamıştı daha. Böyle düşünüp içini rahatlattı Kezban. Çünkü hiç tanımadığı sakallı bir adamın fotoğrafını tutuyordu elinde... Kezban’ın mitoloji dersinden tek aklında kalan ve bu kısıtlı bilgiden mütevellit en sevdiği şaman olan "Şaman Çoçukus" zannettiği; kendisine kamlık edip yaralarını sağaltacağını, onu bu amansız hastalıktan kurtaracağını ümit ettiği ve sırf bu yüzden en gizli yaralarına dokunmasına izin verdiği adam, “kıllı siyah bir örümceğe benzeyen”* elini masanın üzerine koymuştu. Şaman Çoçukus değildi ama çocuktu bakışları biraz. En çok da, başka bir gezegenin etrafında dönen uydu idi aslında. Son günlerde azıcık yörüngesinden sapmıştı, işte o kadar! “İnsanları kırmaktan imtina ederim.” demişti bir keresinde adam, Kezban da imtira etmişti bu sözden ama söylememişti o an…
☼ ☼
“Aman Kezban!” dedi göklerden bir ses: “İler tutar yanı yok bunun! Dur, yapma! Dur Kezban , yine mi hata?” Kesif bir duman sardı her yanı, göz gözü görmez oldu. Duman dağıldığında anladılar ki Kezban çoktan yok olmuştu ortalıktan…Bir daha da gören olmadı…
“Kezzab”tı Kezban durur muydu? Kim bilir ne haylazlığa koyulmuştu çoktan! Sonra, o her şeyi doğru yapsa kim üzülecek, kim kırılacak, kim yıkılacak, kim dağılacak? Haydi herkes evine! Tozlar tozlara küller küllere vesaire vesaire… Kezban ait olduğu yere! Bir yumurtanın kabuklarının içine…
23/06/2006, Antep.
*Nazım Hikmet: Karıma Mektup
Uz: Usta, mahir, tecrübeli.
İmtina: Çekinme, geri durma.
İmtira: Şüphe etme, şüphelenme; tereddüt.
Kezzab: Çok yalan söyleyen, pek yalancı.
YORUMLAR
Harika tek kelimeyle harika...Ben uzun yıllardır edebiyatla ilgileniyorum ve gerçekten çok etkilendim.İmgeler o kadar güzel ve derinden etkiliyor ki; bir an kendimi Kezban gibi hissettim. Bana bunu hissettirdiğiniz için öncelikle teşekkür ederim. Umarım yazmaya devam edersiniz, kaleminiz daim olsun. Kaleminize gönlünüze sağlık...