- 560 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KIRGINIM HEM DE ÇOK KIRGINIM
(-Bu resime iyi bakın. Vatan için bacaklarını kaybetmiş gazilerimizin maçından bir görüntü-)
“Işık verirseniz, karanlık kendiliğinden yitecektir.”-Erasmus-
Günlerce basında ve televizyonlarda ekonomimizin değişim rüzgarları esmişti. Türk ekonomisinin can damarı olan ve Atatürk’ün kendi elleriyle kurduğu Sümerbank ve diğer kuruluşlarımız satılınca, tepkiler yükselmişti. Gerek muhalefet partilerinden gerekse Türk insanından yükselen sesler ise;
“Babalar gibi satarım…” gibi sözler ile karşılık bulmuştu.
Peki sonuç, ne olmuştu?
“Satıldı”.
Daha sonra askerlik için çareler düşünüldü. Boşalan hazine bütçemize kaynak arayışları başladı. Paralı askerlik belki bir çözüm olacaktı. Güneydoğu kan ağlıyordu terörden. Her Türk insanı vatani görevini seve seve yapacaktı. Yok öyle “rapor, mapor” almak ile askerlikten kaçmak, yakışır mı bizim erlerimize? Ve hafızalarımızı çekiçle çakılan vidaların en büyüğü sözler çakıldı.
“Askerlik yan gelip yatılma yeri değildir.”
Doğru yan gelip yatma yeri değil askere gitmek, asker olmak. Vatan toprağını beklemek ve gerekirse canını seve seve vermek gerek.
Şu bahar günlerimizde güzel şeyler düşünmek istedim. Yaşama dair en hisli aşk şiirleri yazmak istedim. Ama başaramadım. Belleğimden çıkan ve beni endişelere gark eden sözler gün ışığına çıkar gibi çıkıyordu. Ardından bir araştırma yazımda okuduğum anılar geldi. Karanlıkta kalan her söz düşmekteydi belleğimden. Hele birkaçı beni öylesine acıttı ki, bıraktım aşkı ve meşki, bıraktım havadaki baharı, bıraktım en güzel aşk hikayelerini.
Peki neydi beni acıtan? Gitti düşüncelerim o tarihlere…”Ne anneler varmış, ne evlatlar yetiştirmiş?” diye imrendiren, yüreğimi sızlatan imrenilesi sorular sordum kendime.
“…Bilecik İstasyonu’nda ise başka bir ana oğlunu askere uğurlamaktadır. Oğluna verdiği nasihat Müslüman Türk annesinin dini ve vatını için evladını şehit vermeyi bir mukaddes vazife bilişinin vesikasıdır:
- Oğlum, Hüseyin dayını Şıpka’da, babanı Dimetoka’da, kardeşleri Çanakkale’de yatıyorlar! Sen benim son yongamsın! Minarelerden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse sütlerim haram olsun. Öl de köye dönme. Yolun Şıpka’ya uğrarsa, dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma. Haydi Oğul! Allah yolunu açık etsin.
Ana nasihatlerini dinleyen oğluna son defa sarıldı, oğul anasının elini bir daha öptü, trene doğru yürüdü. Türk kadının bu yüksek ruh halini gören subay anaya yaklaşarak sordu:
- Ana, demek sizin ailenin bütün erkekleri şehit oldular ha? Ah oğul ah! Ne ailesi, ne sülalesi; elli yıl var ki, köyümüzün sokaklarında bir genç dolaşmaz oldu ve yine elli yıl var ki, biz gencimizi köyümüzün mezarlığına gömemedik, her biri, bir cepheye gönüllü gitti…
Analar yiğitlerini bir daha geri gelmeyeceklerini bile bile cepheye göndermiştir. Biri Osman’ını, diğeri Hüseyin’ini, bir başka anne ise Hasan’ını saçını kına yakarak vatanının ve dininin bekası için gözlerindeki yaşı yüreklerine akıtarak, ama bir o kadar da mutmain bir şekilde cepheye göndermiştir…”(A. Tahsin, “Harp ve Kadınlarımız”, Sabah, 24 Haziran 1331 - 7 Temmuz 1915, s. 3.)
Evet, bu ana oğluna kısa dönem askerlik bedeli ödemedi. Bu ana tam teşekküllü bir hastaneye gidip oğluna “sakatlık” raporu almadı. Bu evlat ana kuzusu değil miydi? Vatan sözcüğünü düşündüm. Neydi sözlük anlamı?
Vatan, bir kimsenin doğup büyüdüğü; bir milletin hakim olarak üzerinde yaşadığı, barındığı, gerekirse uğrunda canını vereceği topraktır.
Vatan, topraklarından başka deniz ve hava sahalarını da içine alır. Gemiler ve uçaklar temsil ettikleri vatanın bayraklarını taşır. Bu bayrağı tek başına çekmiş olarak dolaştıkları zamanda o gemi ve uçak “vatan” sayılır.
İngiliz generali Hamilton, topraklarımıza adım atmış ama attığı anda kabus yaşayacağı tarihi ana da tanık olduğunu şu sözlerle ifade edecekti.
“Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker görmedim. “
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır/Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Demişti bir şair.
Vatan toprağı altında binlerce şehidimiz yatar. Hatıraları ile o vatan kutsal sayılır. Her Türk Çanakkale’ye gitmeli, görmeli ve orada canlı yaşanmış bir kanlı tarih var. Binlerce şehit yatmakta, yaşları 12 olan onbaşı rutbesi alan çocuk askerlerimizin kanları ile al yıldızlı bayrağımız dalgalanıyor.
Hele bir şehidimizin ölmeden önceki anlattıkları ellerimin titremesine neden oldu. Yazımı yazamadım bir süre. Buyurun size iki yaşanmış tarihi bir anı:
Çanakkale savaşında Kahramanca savaşan Türk askeri,düşmanlarını bile kendine hayran bırakmıştır. Bu savaşta bir kolu ile bir ayağına kaybeden bir Fransız Generalinin ülkesine döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırası şöyledir:
"Fransızlar Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirler. Hiç unutmam Savaş sahasında dövüş bitmiş yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamıyacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk asker kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
-Niçin öldürmek istediğin düşmana yardım yapıyorsun ? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
-Bu Fransız asker yaralanınca cebinden yaşlı bir kadının resmini çıkardı, birşeyler söyledi. Anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedimki, o kurtulup anasının yanına dönsün!..
Bu asil duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaranın yanaklarımdan süzülen yaşları dondurduğunu hissettim, çünkü Türk askerini göğsünde, bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikiside öldüler.”
İkinci anı:
“Yer Seddülbahir ve Conkbayır. Tarih 1915. Adı Mehmet Çavuş. Bu kahraman bir Anadolu çocuğu, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalayıp, karşı tarafa fırlatarak zarar karşı tarafa olurdu. İngilizler bir süre sonra bunu anlamış olacak ki, bombaları birkaç sayı saydıktan sonra atmaya başladı. Mehmet Çavuş’un bombayı yakalamaya çalışması ile bomba patlıyor ve sağ eli bileğinden kopuyor. Bu yiğit delikanlı vazife şuuru ile hastaneden tabur kumandanına şöyle bir mektup yazıyor:
“Sağ kolumu kaybettim, zarar yok, sol kolum var. Onunla pek ala iş görebilirim. Beni müteessir eden yine kıtama iltihak edip düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Hastahaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affedeniz muhterem kumandanım.."
Ağladım…Ağladım…Ağladım…
Ağladım çünkü, kırgın yüreğim…
Vatan toprağı üzerinde yaşayan sapa sağlam aslanlar gibi erkek çocuklarına “sakattır, askerlik yapamaz” raporunu alan insanlara kırgınım.
Kırgınım çünkü, altında binlerce isimsiz yatan şehitlerimizin bize emanet ettiği yerler “babalar gibi satarım” diyerek satılmaktadır…
Kırgınım çünkü, savaşa girmeden “Gazi” ünvanı alan ve haklarından yararlanan bizi temsil eden milletvekillerimiz başımızda.
Kırgın olma hakkımı kullanıyorum.
Emine Pişiren/Bursa/11.04.2009