- 886 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BEYAZ BASTON
BEYAZ BASTON * Abdullah Ziya Kabak
October 18th, 2008, posted by aziyakabak
Nihayet uzun maraton sonucu üniversiteli olmuştu. Yurda müracaat etmesine rağmen, kontenjan dolu olduğu için beklemeye alındı. Babasıyla birçok özel yurtları gezdiler. Lakin istedikleri gibi bir yurt bulamadılar.
Baba, nedense büyük şehrin gizeminden korkuyordu. Aslında, hayıflanmada haklı olduğu bir yığın sebepler vardı. Yurt sırası gelinceye kadar, gözü arkada kalmayacak bir yer bulmak zorundaydı. Koşuşturmaktan yorgun düştüler. Oğlu ile İzmir’in meşhur yerlerinden biri olan kordon boyu semtine gittiler. Denize nazır bir kafeteryaya oturmak istediler ama yer bulamadılar.
İzmir, Ege bölgesinin batısında yer almasının avantajı, kış aylarında da ılık geçmesidir. Eylül, batılı müdavimlerinin vazgeçmediği bir aydır. Bu nedenle, kordondaki kafeteryalarda yer bulmak oldukça zordu. Baba oğul, iç içe girmiş çay bahçelerinin arasından geçerlerken, nihayet boş bir masa buldular. Eylül ayının sıcağından olacak, ter içinde kaldılar. İki soğuk gazoz siparişi verdiler. İki yürek, gazozla söndürülmeye çalışıldı. Baba huzursuzdu. İzmir’e geleli üç gün olmuştu. İşlerden dolayı köye dönmek zorundaydı. Güneşin batışı, Karşıyaka ile Alsancak limanları arasında çalışan vapurları, onlarla beraber gelgit yarışına katılan beyaz martıları, Karşıyaka’nın körfeze yansıyan renkli ışıkları, İzmir’in paha biçilmez güzelliklerinden sadece birkaçıdır. Bu güzel görüntü, onların üzerinde iz bırakmış olacak ki saatin nasıl geçtiğini anlayamadılar. Otele gittiler. Yorgun düşmüşlerdi. Erbay, başını yastığa koyar koymaz uyudu. Baba ise sabah köye dönmek zorundaydı. Mutlak olumlu yahut olumsuz bir çare bulmalıydı. Düşünmekten sabaha dek hiç uyumadı. Sabah olmak üzereydi, aklına bir fikir geldi. Düşüncesini mutlak gerçekleştirmeliydi. Sabah oldu. Valizleri toplayıp oteldeki danışmaya teslim ettiler. Erbay, babasına panik ataklığını sordu, ne var ki cevap alamadı. Susmak zorunda kaldı. Baba, cahil olsa da o bir babaydı. Onun sözü geçerliydi.
Baba oğul, üniversiteye yakın bir karakola gittiler. Erbay, hâlâ babasının ne yapmak istediğini çözmüş değildi. Şaşkın bakışlar arasında babasını takip ediyordu. Semt karakoluna vardılar. Onları kapıda nöbetçi karşıladı:
- “Buyur, bir isteğiniz mi var?”
- “Yetkili bir memurla konuşmak istiyorum.”
Nöbetçi polis, onları amirine götürdü. Komiser, orta yaşlı babacan görünümündeydi.
- “Buyurun, ne istiyorsun?”
- “Beyim, sizden yardım istemeye geldim.”
- “Ben size nasıl yardım edebilirim?”
- “Bu delikanlı benim oğlum, ellerinden öper. Üniversiteyi kazandı. Yazılmamıza rağmen yurt çıkmadı. Bazı tavsiyelere uyarak, birkaç özel yurt gezdik. Ama uygun birini bulamadık. Ben her zaman, büyük kentlerin gizeminden korkmuşumdur. Bu nedenle sizin tavsiye edebileceğiniz güvenilir bir otel istiyorum. Yurt çıkıncaya kadar bir oda tutacağım.” dedi.
Komiser, ilk defa bir babanın böylesine içten talebine ret etmek istemiyordu. Çünkü şimdiye dek karakola, böyle bir talep için gelen kimse olmamıştı. Komiser, onların talepleri karşısında duygulandı. Birkaç oteli telefonla aradı. Devamlı verebilecek tek yataklı odaları olmadığını söylediler. Umudunu yitirmek üzeriyken, aklına yalnız yaşayan bir aile geldi. Onları iyi tanıyordu. Telefonla aradı. Durumu izah etti. Talebeye kefil olduğunu söyleyince, yaşlı aile, kabul etti. Komiser, onları polis aracı ile verdiği adrese gönderdi. Onlar, karakoldan ayrılırken, komisere teşekkür edip gittiler. Saatler sonra, yaşlı aile ile tanıştılar. Her iki aile, birbirleri ile çabuk kaynaştılar.
Ev, üç katlı; üstelik bahçe içindeydi. Ev sahibi, onlara çatı katında bulunan tek odayı verdi. Baba oğul, yerleşmek üzere odaya çıktılar. Oda, tek kişi için düzenlenmiş mükemmeldi. Pencereden İzmir körfezi, mavi elbiseli görücü bekleyen gelin adayı gibi, bütün gizemiyle görünüyordu. Delikanlı, bir çırpıda valizdeki eşyalarını dolaba yerleştirdi. Babasıyla vedalaştıktan sonra ev sahibinin yanına indiler. Baba, oğlunu iki yaşlı bireye emanet ettikten sonra, yüreği rahat köyüne döndü.
Erbay, akşam yemeğine ev sahiplerinin davetlisi olarak katıldı. Günün stresi, yorgunluk gafletini getirince, odasına çıktı. İlk kez, ailesinden ayrı, tek başına yaşamayı öğrenecekti. Yatağa uzandı. Yaşadığı o ana gelinceye kadar, bütün yaşamı gözünün önünden bir film gibi gelip geçti. Duygulu anlar yaşıyordu. Gemi düdüğü, düşüncesini sildi. Yüzünü yıkadıktan sonra, pencere önüne oturdu. Ömründe ilk kez, büyüleyici bir manzara görüyordu. İzmir körfezi, Karşıyaka semti ile Kordon boyunun ışıkları, körfez içinde adeta dans ediyordu. Onları, denize demir atmış gemilerin boncuk gibi dizilmiş ışıkları alkışlıyordu. Erbay, büyük şehrin birbirine girmiş ışıklarını, kendi yöresinin gökyüzündeki yıldızlar ile mukayese yapıyordu. Sonuçta şehrin ışıkları galip geldi. Manzaradan ayrılmak istemiyordu. Ama gözleri kapanınca uyudu.
Erbay, sabah erkenden okula gidip sınıfını öğrendi. Türkiye’nin her köşesinden, kendisi gibi onlarca talebenin geldiğini gördü. Eski talebeler hariç, yeni gelen talebeler, birbirinden kopuk olarak, sınıfa giriş saatini bekliyorlardı. Nihayet beklenen an geldi. Sınıfa girdiler. Kimse birbirini tanımıyordu. Belli bir dakikadan sonra, sınıfa bir hoca girdi. Kendisini tanıttı, okul hakkında bilgi verdi. Talebeler, bir süre sonra okuldan ayrıldılar,
Erbay, içine kapalı olduğundan, hiçbiriyle tanışamadı. Ev ile okul arası oldukça uzaktı. Hem yürüyecek, hem de etrafı tanıyıp öğrenecekti. Saat erken olmasına rağmen eve ulaştı. Geldiğini haber verdikten sonra odasına çıktı. Yürüyüş sonucu yorgun düşmüştü. Pencerenin önüne oturdu. Çevreyi gözlerken, karşı binanın penceresinde oturan kıza takıldı. Göz göze geldiler. Kız, bir melek kadar güzeldi. Genç, onu görür görmez kendisini bir tuhaf hissetti. İçini tatmadığı bir duygu kapladı. Kız ise devamlı ona bakıyordu. Arada bir tebessüm gönderiyordu. Genç, onun davranışından utandı. Gözlerini onun gözlerinden kaçırdı. O, hâlâ bir noktaya bakıyordu. Zaman zaman sarı saçlarını okşuyordu. Karşılıklı bakışlar, devam ederken, kız, perdeyi örttü. Erbay, onun bu tutarsız davranışını kabullenemedi. Pencere önünden kalkıp yatağa uzandı. Kendisine defalarca sordu, seviyor mu diye. Onun davranışına kızmıştı. Üzüntüden dolayı, uyuyup kaldı. Sabah gözlerini açar açmaz, pencereye koştu. Perdesi hâlâ kapalıydı. Görebilmek için dualar okudu ama göremedi. Onu düşünürken, okula giden otobüse zor yetişti. Otobüs, hınca hınç doluydu. Ayakta zor yer bulabildi. Bu gibi olaylar, büyük kentlerin yaşam tarzlarından birisiydi.
Erbay, kent yaşamına uyum sağlamayı öğreniyordu. O gün, onu düşünmekten akşamı zor getirdi. Gelen otobüsler, dolu geçiyordu. Ayakta yer bulmak bile mucizeydi. Erbay’ın, daha fazla beklemeye tahammülü kalmadı. İlk gelen taksiyle eve gidecekti. Birkaç dakika geçmedi ki boş bir taksi geldi. Ani bir refleksle taksiye bindi. Şoför:
- “Genç, nereye gidiyoruz?”
- “Alsancak!” dedi.
Şoför, yolcusuna uyarak yoluna devam etti. Trafik oldukça yoğundu. Sabırsızlıktan, kırmızı ışıkta inmek istedi. Şoförün onca ısrarlarına rağmen, adrese ulaşmadan yolun yarısında indi. Taksi birkaç adım ilerleyip durdu. Şoför, elinde ince uzun bir kutu ile aşağı indi. Erbay, karşıya geçmek için fırsat kolluyordu. Şoför, elindeki kutuyu ona verip uzaklaştı. Erbay, kutu benim değil demeye fırsat bulamadı. Olanlara da bir anlam veremedi. Kendisine ait olmayan bir kutu sahibi oldu. Hem yürüyor, hem de içinde ne olduğunu merak ediyordu. Uzun yürüyüş sonucu, eve ulaştı. Geldiğini haber verdikten sonra odasına çıktı. Kapıyı açar açmaz pencere önüne oturdu. Kızın penceresi açıktı. Ama kendisi yoktu. Onun yokluğunu fırsat bilip, bir çırpıda kutuyu açtı. İçinden, katlanmış beyaz bir baston çıktı. Evire, çevire inceledi. Şimdiye dek ilk kez böyle bir baston görüyordu. Doğup büyüdüğü yerlerde, ağaç bastondan başka baston görmemişti. Takside olanları ev sahibine anlattı. Onlar da böyle bir bastonu, görme özürlü olanların kullandığını söylediler. Üzüldüler ama yapacak bir şey olmadığını, gerekirse götürüp kayıp bürosuna teslim etmesini önerdiler. O, bastonla beraber odaya cıktı. Bastona bırakıp odadan ayrıldı. Günün stresini üzerinden atmak için dolaşacaktı. Ara sokaktan geçip, kızın evinin önüne geldi. Bilmediği iki bayan kendi aralarında konuşuyorlardı:
- “Sorma komşu, kız ile dün babaannesine gitmiştik. Dönüşte, otobüsler hınca hınç doluydu. Saatlerce durakta bekledik. Ayakta bile yer yoktu. Üstelik akşama yemek hazırlamak zorundaydım. Kız, mağdur olmasın diye teksi çevirdim. Rezil olmadan eve geldik ama kızın bastonunu takside unutmuşuz.”
- “Deme kız. Şimdi ne olacak?”
- “Yarın Çankaya’ya ineceğiz. Belki kemer altında bulabiliriz.”
- “Eğer bulamasanız, benim bey otobüs şoförü. İstanbul’dan getirir. Siz onun için üzülmeyin.” dedi.
Erbay, istemeden bayanların konuşmalarını duymuştu. Onlara, bastonunuz bende diyemedi. Birkaç sokak geçtikten sonra, geriye döndü. Yeni bir baston almadan emaneti vermeliydi. Eve gitti. Bastonu alıp bayanlara geldi. Ama onlar yoktu. İlk kapı ziline bastı. Birkaç saniye içinde kapı açıldı. Kocası şoför olan bayan çıktı.
- “Buyur delikanlı, bir şey mi istiyorsun?”
- “Kusura bakmayın, birkaç dakika önce buradan geçtim. Sizinle beraber olan bayanın takside unuttuğu bastonu ben buldum. Onu getirmiştim. Kendisi nerede?”
- “Ah be evlat! Az önce baston almaya Kemeraltı’na gittiler. İstersen, onlara yetişirsin. İki sokak ötedeki duraktan otobüse binecekler.” dedi.
Genç, onlara yetişmek üzere bütün gücüyle koştu. Onlar, otobüse binmek üzereyken yetişti:
- “Teyze, baston bende!” dedi.
Bayan, ayağını otobüsün merdivenine basmıştı. Baston sesini duyunca binmekten vazgeçti. Göz göze geldiler,
- “Buyurun bastonunuzu.”
- “Nereden buldunuz onu?”
- “Hikâyesi uzun. Bir şoför verdi. Size vermem için.”
- “Öyle mi? Size çok teşekkür ederim delikanlı.” dedi.
Konuşurlarken, kız yüzünü onlara doğru çevirdi. Erbay, onu görünce, dünyası yıkıldı. Sevdiği kız, görme özürlüymüş meğer. Onca işaretler, bakışmalar boşunaymış diye kahroldu.
Kız, kendi karanlık dünyasında yaşarken, Erbay, karşıdan işaretler gönderiyordu. Üstelik ona deli gibi tutulmuştu. Oysa kız, pencere önünde, “Braille” yani, kör alfabesini okuyordu. Terini kurularken, saçlarını da parmakları ile tarayarak havalandırıyordu. Görmediği için bakışları, tekbir noktaya sabitleşiyordu. Erbay, onun bütün davranışlarını kendisine yapıyor gibi algıladı. Ne var ki gerçekle yüz yüze gelince, şok oldu. Utancından semt değiştirdi. Daha sonra, okulunu bırakıp köyüne döndü.
Kız, karanlık dünyasının beyaz atlı prensesini bekliyordu
Abdullah Ziya KABAK
Posted in Öyküler No Comments »
YORUMLAR
Değerli dostum ABDULLAH ZİYA KABAK bu güne kadar yazmış olduğu tüm öyküleri gerçek hayattan, yaşankış olarak alınmış ve yazılmıştır. Yazmış olduğu öykülerde hiçbir karışım .Olay ve kişiler tamamen gerçektir. Değerli kardeşim A. ZİYA 'nın usta öykücülüğünün yanında iyi bir şair olduğunu mutlaka bilmeyenler vardır.Bu vesileyle tüm değerli dostlarımıza iletmek elbetteki görevimizdir.
GÜZİDE DOSTUM ABDULLAH ZİYA KABAK'a diğer öykülerinde olduğu gibi," BEYAZ BASTON" ÖYKÜSÜNDE DE
USTALIĞINI BİRKEZ DAHA BİZLERE GÖSTERMİŞTİR. KENDİNİ İÇTENLİKLE KUTLAR; YÜREĞİNE, KALEMİNE SAĞLIK DİYORUM.
SELAM VE SAYGILAR. HOŞÇA KAL.
LEMOSLU