Mevlana Türbesi, Küçük Kız ve By Çuu Gizemi - Yazar Can Akın - Öykü -
Mevlana Türbesi, Küçük Kız ve By Çuu Gizemi
Konya Mevlana Türbesi’nin önünde bir metrekarelik polis noktasında nöbet tutuyordum. Nöbetimin amacı Mevlana Türbe ve çevresinde huzuru sağlamak, gelen yabancı turistlere yardımcı olmaktı. Dünyanın dört bir yanından Mevlana’nın evrenselleşmiş "gel ne olursan ol yine gel" çağrısını duyarak Konya’ya gelmiş insanların, sorularını cevaplamak, bilgi vermek ve yönlendirmekti. Görevim, mesleğimin gereklerini yerine getirmekle bitmiyordu. İnsana olan sevgim–saygım nedeniyle elimden gelenin daha fazlasını yapmaya çalışıyor, gelenlerin nasıl, nerede konaklayacaklarından, öğlen nerede yemek yiyeceklerine, neyi nerede bulacaklarına, Mevlana ve Türbe ile ilgili her türlü sorularına kadar hepsine cevaplayarak, kendi içsel hizmetimi de vermeye gayret ediyordum. Evine gelen misafirleri canla başla ağırlayan ve elindeki bütün imkanları onların önüne seren bir ev sahibi gibiydim.
Her sabah tatil günleri de dahil, Türbe önü erkenden dolar ve ziyaretler başlardı. Her şey kendiliğinden bir düzen içinde işlerdi. Kapı önünde toplanan insanlardan çıt sesi bile çıkmaz, sessizlik ve huzur Türbenin çevresine, oradan insanlara ve bütün şehre yayılırdı. Sanki bu yerde her şey susar, herkes her şeye sessizce eriyerek karışırdı. Dinler, diller, arzular, istekler, beklentiler, sorular son bulur, yaşamın bütün kargaşası, kavgası, mücadelesi sukuta ermiş kalabalığın içinde biterdi. Sessizlik her nefeste bir kez daha içilir ve tek nefes olunurdu. Türbe önünde nöbet tuttuğum sürece ben de kendi adıma bu gizemin, sessizliğin ve huzurun içinde olmaktan mutluluk duyardım. Zaman durur mekan silinir, ben ve Türbe çevresi tek nabız olup atardık. Ne kadar yorgun da olsam, her sesi duyup her şeyden haberim olacak kadar uyanık ve görevimde olurdum. İşimi bitirip eve dönüşe geçtiğimde "gerçek evimden "ayrılıyormuşum hissi" yakamı bırakmaz, gönlümde belli belirsiz bir sızı gözlerimi nemlendirir, yüreğimi gölgelerdi.
Yine böyle bir gecenin seher vaktinde nöbetten evime dönmüştüm. Altı yaşındaki küçük oğlum hastalanmış, ateşler içinde yanıyordu. Oğlumu alıp acil müdahale için doktora götürdüm. Yol boyunca yüksek ateşinden dolayı sayıklayıp durdu. Hastanede gerekli tetkikler yapılıp muayene edildikten sonra ilaçlarını alarak evimize döndük. Eve geldiğimizde tedavisi yapılmış ve derin bir uykuya dalmıştı. Ben ise işime dönmek zorundaydım. O gün saat on birde tekrar Konya sporun futbol karşılaşmasında tribünlerde görev verildiği için oğlumu hasta yatağında, ondan biraz büyük olan sekiz yaşındaki ablasına bırakıp işe gittim. Yalnızdım. Bu anlarda yalnızlığın ve çocukların sorumluluğu omuzlarımı çökertiyordu.
Stadyumdaki görevimden Konya sporun maçı biter bitmez ayrıldım ve tekrar oğluma bir göz atmak için eve gittim. Biraz ateşi çıkmıştı ama o kadar da yüksek değildi. Kızımı yanıma çağırdım. Küçük yaşta kardeşine annelik yapmak onu erkenden büyütmüştü. Hasta kardeşi için endişe etmekten yorulmuş bedenine baktım. Gözleri hala yaşlı olduğu için benden kaçırmaya çalışıyordu. Elimi şefkatle onun saçlarında gezdirdim. "Endişelenme kızım. Kardeşin çok yakında iyileşecek. Doktorun verdiği ilaçlar, kardeşinin ateşini birazdan düşürür. Sen ve ben elimizden gelen her şeyi yaptık. Şimdi sabırla beklememiz gerekiyor. Allah’ın izniyle kardeşinin yarın hiçbir şeyi kalmayacak. Ama sen, ben gelene kadar uyumayıp kardeşinin ateşini kontrol edersen iyi olur" dedim. Üzüntüden harap olmuş kızıma teselli vermeye çalışsam da kendimi bir türlü içimdeki acı ve çaresizlikten kurtaramadım. Artık hiçbir şeyde teselli bulamıyordum. Sözlerin bittiği yerde ümitlerin tükendiği yerdeydim. Huzursuzca uyuduğum birkaç saatlik uykudan sonra tekrar dokuzda nöbeti devir almak üzere Türbeye doğru yollandım. Aklım ve yüreğim evde çocuklarımın yanında kalmıştı. Şu çocukları hayırlısıyla bir büyütsem diye içimden geçirdim.
Ben yol boyunca hüzünle kol kola, kendi dertlerime dalmış bir halde yürürken kar taneleri etrafımda dönerek yerlere düşüyordu. Yüzüme düşen her kar bana yalnızlığımı ve çaresizliğimi bir kez daha hatırlatıyordu. Şu kocaman şehrin ve insanların içinde, gökyüzünden düşen her bir kar tanesi kadar yalnızdım. Ve her bir kar tanesinin çaresizce yere düşeceğini bildiğim kadar, kendimin de karanlık dipsiz bir kuyuya düşmekte olduğumu hissediyordum. Nasıl çıkacaktım bu merdivensiz kuyulardan. Kim bana yol gösterecek, kim benim ellerimden tutacaktı. Türbenin önünde görev yaparken duyduğum huzur da olmasa, çekip gidiverecektim buralardan.
Türbeye yaklaştıkça etrafın ne kadar da beyaz olduğunu fark ettim. Konya bembeyaz karlara bürünmüştü. Uzaktan bir süre karların yere düşüşünü seyrettim. Her birinin nasıl da yere diğer karlara karıştığını ve her yeri bembeyaz bir şekle büründürdüklerini, her rengin an be an Tek renge dönüştüğünü izledim. Kar taneleri gökyüzünden, Türbeden gelen ney sesleri eşliğinde sanki sema ederek döne, döne çatıların üstüne düşüyordu. Her biri diğerine hesapsızca sorgusuzca karışıyor ve yekpare bir Beyazlığı oluşturuyordu. O anda şehrin de semazenlerin eteklerinde ağır, ağır sema edercesine döndüğünü ve kara yansıyan ışıklarla daha da çok parladığını gördüm. Bu şehri neden bu kadar çok sevdiğimi o anda anladım. Huzur ve sessizlik her yere yayılmıştı. Ömrünü bu şehirde geçirmiş, manevi dünyasının sırlarını keşfetmiş, yüreğine bütün insanlığı ayrım yapmadan buyur etmiş sevgili Mevlana’nın varlığı ve insan sevgisi, şehrin her köşesiyle bütünleşmişti. Edilen tefekkürlerin, yapılan ibadetlerin, her kalpten yayılan ışığın manası sessizliği her yere ilmik, ilmik işlemişti. Bu diyarlarda sadece yüreklerin sessiz dili ve çağrısı konuşuyordu.
Yol boyunca ne acı soğuğu hissettim ne de yüreğimin gözyaşlarını. Yolda her zamanki gibi Şems-i Tebrizi’nin Türbesine uğradım. Duamı ettikten sonra, Şerafettin Cami’nin önünden görevi devir alacağım yere yürüdüm. Ve Türbeye gelen insanlara yardımcı olmaya başladım. Bu sefer akşam nöbeti benimdi. Hasta insanlar, derdine deva arayanlar, dilek dileyenler, ağlayanlar, kendinden geçercesine sessizlik olanlar, dua okuyanlar, damla olup okyanusa karışmaya gelenler insan seli halinde Türbe önünde hızla birikiyordu. Kar yağışı iyice artmıştı. İnsanlara yardımcı olmak için onların arasına girdim. İnsanların sorularını cevapladım. Yardım isteyenlere edebildiğim yardımları esirgemeden yaptım. Ortalığı düzene koyup işimi bitirdikten sonra elektrik ocağı ile ısınan camları soğuktan buz tutmuş nöbetçi kulübüme geri döndüm.
Isınmaya çalışırken de bir taraftan burada görev yapan insanları düşündüm. Bazısı sadece görevini yapıyor ve görev tanımı dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Şevkle ve koşulsuzca bir hizmeti insanlardan esirgiyorlardı. Ne hikmetse bu anlayışta çalışan kişiler kısa zaman sonra buradan ayrılıyorlardı. Sanki buradaki gizemli bir şey onların isteksizce laf olsun diye yaptıkları görevlerinde fazla kalmasına izin vermiyordu. Burada uzun yıllardır görevini ifa eden Mevlana Müzesi Müdürü gibi, gönlü ile koşulsuzca sevgiyle hizmet verenler senelerce hizmetlerine devam edebiliyorlardı. Onları hiçbir kudret ne olursa olsun yerinden bile kıpırdatamıyordu.
Ortalık sakinleştiğinde, dijital Japonca sözlük ve renkli ofset baskı "Japonya rehberi" kitabıma göz atmaya başladım. Bir iki dakika da olsa boş durmayı sevmiyordum. İlginç şeyleri öğrenmek, ilginç yerlere gitmek-gezmek ve ilginç olaylara karışmayı çok severdim. Genelde bu olayları ben seçmezdim. Olaylar başıma geliverirdi. Belki de ben ilginçliği sevdiğim için geliyorlardı. Nereden çıkmıştı Japoncayı öğrenmek ben de anlamıyordum. Fakat büyük bir hevesle Japonca sözcükleri ezberliyor ve Japonya’yı tanımaya çalışıyordum. Belki de buraya gelen Japon turistlerden etkilenmiştim. Türbe içinde ve dışında çok saygılıydılar. Geleneklerimize- örf ve adetlerimize eksiksizce uymaya çalışıyorlardı.
Mevlana ile ilgili her zaman bana soracak soruları oluyordu. Ben de onlar için Japonca Mevlana’nın hayatını ve eserlerini anlatan bir yazı hazırlayıp çoğaltmıştım. Gelen Japon turistlere bu kağıdı veriyordum. Japoncayı öğrenirsem onlara daha çok yardımcı olabileceğimi düşünmüştüm. Çünkü bazı sorulara cevap verememek beni üzüyordu. Japoncayı neden öğrendiğimi düşünürken, ısınmak için üzerimde ki polis montuma bir kez daha sarındım. Çok üşümüştüm. Acaba oğlumun ateşi düşmüş müydü? Solmuş yüzü hiç aklımdan çıkmıyordu. Hele ben eve geldiğimde beni camda beklemesi ve kapıyı açınca, her gün bıkmadan usanmadan kollarıma "dadaaaa" diye atlamasını düşününce iyiden iyiye hüzünlenmeye başladım. Biraz dışarıya bakıp kederimi dağıtmak istedim. Camın buzlanmasından dışarısını göremiyordum. Ara sıra elimle camdaki karları silerek etrafı gözetlemeye çalışıyordum. Kulübe iyice ısınmıştı. Bir ara ısınmanın da etkisiyle rahatladım.
Uykusuzluk ve küçük oğlum için duyduğum endişe beni yorgun bırakmış, aklım da evde kalmıştı. Oturduğum yerden dalgın, dalgın buzlu camlara bakıyordum. O anda nasıl olduğunu anlayamadan birden bire ani bir yeşil ışıkla birlikte beyazlar giymiş bir ruhani şekil belirdi karşımda. Gözlerimi kırptım. Sağa sola hareket etmeye çalıştım ama kıpırdayamadım. Beyazlar içindeki şekil bana yaklaştı ve derinden gelen bir sesle, "Oğlumu merak etmememi, şu anda sağlığının iyi olduğunu ve uyuduğunu söyledi. Ancak benim mezarımın arka tarafında üç kişi alkollü vaziyette oturuyor. Türbenin arkasında, duvarın dibinde de aciz küçük bir kız soğuktan donmak üzere. Git ve onu oradan al" Dedi.
Ses kulaklarımdan silinir silinmez görüntüde ortadan kayboldu. Şaşkın bir vaziyette oturduğum yerde kalakalmıştım. Bir an ne yapacağımı bilemeden etrafıma bakındım. Gördüğüm düş müydü yoksa gerçek miydi? Durumu anlamak istercesine ışığın parladığı yere doğru elimi salladım hiçbir şey yoktu. Tekrar sesi duyar mıyım diye kulak kabartım seste yoktu. Az önce hiçbir şey olmamış gibi her şey ortadan kaybolmuştu. Ne olmuştu böyle? Ne yapmam gerekiyordu? Ne yapmam gerektiğini bir bilsem hemen harekete geçecektim ama şu an hiçbir şey düşünemiyordum. Sadece "karların altında küçük kız var" cümlesi aklımda var gücüyle yankılanıyordu. Eğer bu doğru ise hemen harekete geçmem gerekiyordu. Donmak üzere olan bir insanın hayatını kurtarmak için, bu bilgiye inanmaya değerdi.
"Alkollü üç genç ve donmak üzere olan küçük kız." Bir an ne yapacağımı anlamak istercesine durdum ve yüreğimin sesini dinledim. Ve bu bilgide bir kız çocuğunun yaşamı söz konusuydu. Üç alkollü genç de asayiş konusuna giriyordu. Sesin söylediklerini hatırlayarak hızla yerimden fırladım ve Türbenin arkasına doğru koştum.
Türbenin arkasında üç alkollü genç ellerini Mevlana Türbesine doğru açmış bağıra çağıra kendilerinden geçercesine dua ediyorlardı. Buraya alkollü gelip bağırmalarına çok kızmıştım. Ama içimden bir şeyler beni sakin olmam için devamlı zorluyordu. Zihnimde sürekli Mevlana’nın "Gel ne olursan ol yine gel" sözü dolanıp durdu. Beni sakinleştiren bu sözlerdi. Önce gecenin bir yarısı burada neden bağıra çağıra dua ettiklerini anlamanın doğru olacağını düşündüm. Mevlana’nın huzuruna gecenin bir yarısı gelip dua etmelerinin bir nedeni olmalıydı. Onlara doğru yürüdüm ve onlara fısıldayarak "Burada ne yapıyorsunuz, ne oldu? Dedim.
"Arkadaşım askerden yeni geldi. Biraz içtik. Arkadaşımıza verecek acı bir haberimiz vardı. Söylemek için cesaretimiz yoktu. Bir türlü ona bunu söyleyemiyorduk. Bu nedenle biraz alkol aldık. Ve arkadaşımıza, Annesinin Babasının o askerdeyken vefat ettiğini söyleyebildik. Ancak onu ne dediysek teselli edemedik. Gecenin bir yarısı Mevlana’ya gideceğim diye tutturdu. Şimdi gecenin üçünde buradayız polis ağabeyciğim." dedi. Gençleri Türbenin arka bahçesinden yavaşça çıkardım ve ailesini kaybetmiş gençle özel olarak konuştum. Diğerlerinde de Türbeye alkollü gelinmemesi gerektiğini ve ziyaretlerini belli saygı kuralları çerçevesinde gerçekleştirmeleri gerektiğini izah etmeye çalıştım. Onlara anlayışla yaklaşmam ve onların dertlerini anlayıp bir abi gibi yardımcı olmaya çalışmam onları çok etkilemiş ve duygusallaştırmıştı. Alkollü olmaktan ve Türbeyi alkollü olarak ziyaret etmekten çok büyük bir utanç duydular. Sonra yavaş, yavaş sakinleştiler ve ağlayarak kol kola girdiler. Karların arasından yalpalayarak uzaklaştılar.
Aklıma az önce gördüğüm Suluetin söylediği küçük kız geldi. Hemen sağa sola bakındım. Ama yerde yatan belirgin bir kimseyi göremedim. Her tarafı karın beyazlığı örtmüştü. Karların üzerine basarak Türbenin etrafını dolanmaya başladım. Eğer küçük kız Türbenin kenarında yatıyorsa buralarda bir yerlerde olmalıydı. Etrafa bakındığımda karların üstünde hiç ayak izinin olmadığını gördüm. Eğer küçük kız gerçekten burada bir yerlerdeyse uzun zaman geçmiş olmalıydı. Çünkü yağan kar buradaki bütün ayak izlerinin hepsini örtmüştü. Ama işin garip tarafı benim de bastığım hiçbir yerde ayak iz oluşmuyordu. Sanki karın üzerinde, ayağım yere dokunmadan yürüyormuş gibiydim. Ne bir kar sesi ne de bir ayak izi. Bilinmez bir ülkede, bir hayal gibi bir görüntünün yönlendirmesinde, sessiz bir arayıştı yaşadığım. Zaman, zaman kendimi de bu sessizliğin içinde aramıyor muydum? Artık hiçbir şey tuhaf gelmemeye başlamıştı. Zaatın bana tarif ettiği yere yönlendim. Türbenin duvarının dibindeki birikmiş karların arasına eğilerek elimi uzattım. Sert bir cisimle temas etti ellerim. Yavaşça bir köşesinden tutup kaldırdım.
Kartonu kaldırdıkça, altında bulunan şeklin neye benzediğini görmeye başladım. Bu şekil Zaatın tarif ettiği; soğuktan donmak üzere olan, seksen santim boyunda uzun saçlı, siyah elbiseli, cenin pozisyonunda kıvrılmış halde yatan bir kız çocuğuydu. Nabzını kontrol ettim. Halen yaşıyordu. Tam vaktinde yetişmiştim. Dudakları soğuktan morarmış ve ağzından akan salyalar buz tutmuştu. Hemen montumu çıkartıp, kızın soğuktan donmak üzere olan küçük vücuduna sardım. Kucağıma alıp koşarak nöbet tuttuğum noktaya taşıdım. Sobanın yanına oturttum. Onun ağzından salyalar aktığını, konuşamadığını özürlü olduğunu sırtında da on santimetrelik bir kambur olduğunu gördüm. Telsizle hemen merkeze bildirdim. Merkezdeki arkadaşlar kayıp özürlü çocuğun anne ve babasının şu anda karakolda olduğunu söylediler.
Anne ve babası kızın bulunduğunun haberini alır almaz çoktan nöbet tutuğum yere doğru yola çıkmışlardı. Çocuk, anne ve babasını görünce, onlara ağlayarak sarıldı. Onlar da şefkatle yavrularını bağırlarına bastılar. Babanın yüzünde derin bir minnet duygusunun izleri görülüyordu. Tekrar kavuşmuştu yavrusuna. Yüzü gözyaşlarından sırılsıklam olmuş adam kafasını yavaşça kaldırıp bana baktı ve kızının evden kaçışının ilk olmadığını daha öncede iki kez kızlarının kaybolduğunu anlatmaya başladı. Hem ağlıyor hem de anlatıyordu. Küçük kız zihinsel özürlü olduğu için evin kapısını sürekli kitli tutuyor ve evde de mutlaka birisinin olmasına dikkat ediyorlardı. Ancak küçük kızın evden kaçışının sabahında annesi on dakikalığına, küçük kız henüz sabah uykusundayken, hasta komşusuna çorba götürmek istemişti. O gün anne kısa bir süreliğine kızını evde uyurken yalnız bırakabileceğini düşünmüştü. Ve eve döndüğünde kız yerinde yoktu. Annesi evin kapısını dışardan kilitlemeyi unutmuştu. Ve kızda, herkes ev kapısından çıkıp kaybolduğu için sokak kapısına karşı aşırı ilgili oluşmuştu. O da kapıdan çıkıp gitmişti. Ve anne eve geldiğinde Küçük kız yatağında yoktu. Bütün evi köşe bucak aramışlardı. En küçük bir deliğe dahi bakılmıştı. Öğlene doğru polise kayıp ihbarında bulunmuşlar ve ellerinden geldiğince polis aramasına onlarda kendilerince katılarak, önce evin yakınları daha sonra uzak yerler aranmıştı. Akşam olduğunda ümitleri tükenmiş bedenleri ağlamaktan ve endişeden bitkin düşmüştü. Hava karlıydı ve akşamüstüne doğru don başlamıştı. Üstünde onu soğuktan koruyacak bir paltosu bile olmayan küçük özürlü kızları nereye gidebilir, donmaktan kendini nasıl koruyabilirdi? Kim bilir şu anda nerelerdeydi. Belki de başına çoktan kötü bir şey gelmiş olabilirdi. Kederli anne ve baba akşam kızlarının olmadığı evlerine gidememişler, polis merkezinin yakınında bir kafeye oturmuşlardı. Her on dakikada bir haber var mı diye sorarak kızlarının bulundu haberini almak için kendilerinden geçmişçesine dua ediyorlardı. Allah’a sığınmaktan ve onun yardımı için yalvarmaktan başka çareleri yoktu. Gecenin bu vaktinde sonra kızları bir yerlerde bulunamazdı. Her yeri kar kaplamıştı. Bir yere uzanıp kalmış ise ancak sabah tekrar aramaya başladıklarında belki bulunabilirdi. Kim bilir hangi köşede, hangi kar yığının altındaydı. Allah’tan başka kim bilebilirdi onun nerede olduğunu. Defalarca küçük kızlarının hayatını tekrar, tekrar bağışlamasını dilediler Allah’tan. Mevlana’ya gelip dua ettiler. Ve yüzyıllar kadar uzun süren ve yalvarışla yakarışla geçen bir bekleyişten sonra, polis merkezinden bir polis gelerek kızlarının Mevlana Türbesinin yanında bulunduğunu ve soğuktan donmak üzere olduğunu onlara söyledi. O anda anne ve baba bunun bir mucize olduğunu biliyordu. Bu karda kışta, bu tipide onu yerini bilen bulan nasıl bir insan olabilirdi.
Adam kızına sarılarak uzun, uzun ağladı. Ve sonra nerede olduğunu ve neler yaşadığını hatırlamışçasına gözlerinde ifadesi mümkün olmayan bir minnettarlıkla yüzüme baktı ve bana teşekkür ederek beni sevgiyle kucakladı. Uzun bir süre bana sarılmış olarak kaldı. Ve "kızımın bulunuşu bir mucizeydi ve sen bu mucizenin gerçekleşmesine yardım ettin. Nasıl oldu ne yaptın neler yaşadın bilmiyorum. Ama kızımı sağ salim kurtardın. Bizi nasıl sevindirdiğini bilemezsin. Senin için ne yapabilirim. Allah senden razı olsun." dedi. Şaşırmıştım. Ben sadece içimdeki sesi dinlemiş ve bana verilen bilgiye inanarak görevimi yerine getirmeye çalışmıştım. Küçük kızın babası giderken son kez gözlerime baktı ve "sen bize çok büyük bir şeyi bağışladın. Bizi sevindirdin. Allah ta seni sevindirsin ve korusun" dedi. Çocuklarını da alarak arabalarına doğru gittiler. Bir kişinin daha hayatında derin izler bırakmıştım. Tıpkı az önce gördüğüm Zaatın, benim hayatımda her an derinleşen izler bırakması gibi. Ve onun yardımıyla küçük bir kızın kurtulmasına vesile olmuştum.
Arkalarından huzur dolu bir yürekle onları izledim. Ne güzel bir aileydiler. Ben onları düşünürken araba birden tekrar nöbet tutuğum yere geri gelmeye başladı. Arabanın camı yavaşça açıldı. Kızın annesi küçük kızı bulduğum zaman üzerine sardığım polis montunu bana doğru uzattı. Yaşadıklarımın heyecanından ne soğuğu ne de üzerime yağan karlardan kar adam olduğumu fark etmiştim. Tamamen unuttuğum montum bana uzatılınca birden soğuktan donduğumu hissettim. Çok üşümüştüm. Hemen kaptım, buruşmuş ve küçük kızın salyalarından sırılsıklam olmuş montu bir çırpıda üstüme geçirdim. Arabanın açılan camından içeriye bakarken arkada oturan küçük kıza takıldı gözlerim. Kız bana gözlerini elleriyle Japon göz gibi çektirerek bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Kızın ne demek istediğini duymak istiyordum. Sanki rüyada gibiydim. Bilinçsizce arabaya yaklaştım. Küçük kız kısık bir sesle "çuu, çuu, çuu. Diyordu. Ne demekti şimdi bu. Aklımda bir sürü soru işaretleri belirdi birden. Bütün sorular bir şekli oluşturmak istercesine beynimde dolandılar. Ama hiç biri, hiçbir yere ait değildi. Kendi düşüncelerimden sıyrılarak, eski çocuksu neşesine kavuşmuş küçük kızı bir süre seyrettim. Kızın elinde benim kitabımı tuttuğunu gördüm. Kızın, kitabı eline aldığını ve onunla arabaya bindiğini hiç fark etmemiştim. Küçük kızdan, Japonca öğrenmek için ders çalıştığım renkli ofset baskılı kitabımı almaya çalıştım. Kız kitabı önce havada uçurdu ve bir bebekmiş edasıyla sallayarak yavaşça ellerimin arasına bıraktı. Kitabımı havada bir uçak gibi uçurmuş ve sonrada havada süzülen uçaklar gibi elime kondurmuştu. Yüzünde garip bir gülümseme vardı. Gözleri pırıl pırıldı. Sanki bana kendi dilinde ve kafasındaki anlamlarla bir şeyler anlatmak istiyordu. Ve anlayıp anlamadığımı öğrenmek içinde gözlerini gözlerime dikmişti. Bir an için ağzından salyaları akan kızın hiç de zihinsel özürlü olamayacağını düşündüm. Belki de bildiğimiz anlamda öyle gözüküyordu ve öyle davranıyordu. Ama tam şu anda bu bakışlarda zeka vardı. Bana hiç anlayamayacağım bir dille bir şeyler anlatıyordu. Silkinerek kendime geldim.
Bugün yeterince garip şeyler olmuştu ve ben artık çok yorgundum. Bir an önce eve gidip küçük oğluma bakmak istiyordum. Yavaşça arabanın kenarından, onların hareket etmeleri için uzaklaştım. Ve elimi kaldırarak ben de küçük kıza "Çuu..çuu..çuu" dedim. Kız da bana sevgiyle bakarak elini uçak gibi yaptı ve tekrar havada dolandırdı. Cam usulca kapanarak yanımdan uzaklaştılar.
Eşyalarımı alarak ve gece yarısı nöbetimi başka bir arkadaşa bırakarak nöbet tuttuğum noktadan ayrıldım. Eve gittiğim de oğlumun pencereden bakarak beni beklediğini gördüm. O anda nasıl bir sevinç duyduğumu anlatamam. Sanki her şey yerli yerindeydi. Ve her şey düzenli olarak yaşantımdan akıp geçiyordu. Oğlum pencereden ayrılıp koşarak kapıya yöneldi. Kapıyı açtı ve her zamanki gibi kollarıma atlayarak "Dadaaa….dadaaaa" diyerek boynuma sarıldı. Küçük kızım yorgunluktan çoktan uyumuştu. Yavaşça onu kucaklayarak yerine yatırdım. Sonra küçük oğluma sarılarak uyudum. Bu gece Allah’ta oğlumu bana bağışlamıştı. Tehlikeli bir hastalıktan ateşi şaşırtıcı bir şekilde düşerek hızla iyileşmişti.
Aradan asılarca süren on beş yıl geçti.
Bir iş nedeniyle Amsterdam’a gittim. Ve orada bir otele yerleştim. Konya Valiliğinden aldığım yeşil pasaportumu kurallar gereği otele teslim ettim. Biraz uyumak ve dinlenmek için odama çekildim. Uçak yolculuğum yorucu geçmişti. Hava yolu ile seyahat etmeyi sevmeme rağmen her zaman sersem gibi oluyordum. Otel odasına yerleştikten sonra uyumak için tam uzanmıştım ki kapı vurulmaya başladı. Kimseyi beklemiyordum. Buraya geldiğimden hiçbir arkadaşımın haberi yoktu. Kapıda kim olabilirdi ki? Otele giriş işlemlerini de eksiksiz yerine getirmiştim. Çünkü bu gün rahatsız edilmeden dinlenmek ve yarınki toplantılarıma hazırlanmak istiyordum. Kızgınlıkla kapıya yöneldim ve kapıyı sert bir tavırla açtım. Karşımda otel üniforması giymiş otel görevlisi duruyordu. Bana verdiği rahatsızlığın farkındaydı. Çok önemli bir şeyler anlatacakmış gibi kapının yanına doğru sokuldu. Kimsenin duymasını istemediği fısıltılı bir sesle bana Konya’dan gelip gelmediğimi sordu. Şimdi burada Amsterdam’daki otellerden birinde Konya’dan gelmenin neden bu kadar önemli olduğunu anlamamıştım. Hem benim Konya’dan geldiğimi nasıl nereden duymuşlardı. Düşüncelerimi ve kızgınlığımı ifade etmek için ağzımı açmıştım ki, otel görevlisinin arkasında duran ve şu anda henüz fark edilmek istemeyen birisini daha gördüm. Ne işler döndüğünü çok merak ettim. Karşımda duran görevlinin yalvaran gözlerle bana bakması beni çok etkilemişti. Sanırım sabahın köründe bir otel müşterisinin kapısına gelerek nereden geldiğini soruyorsa, önemli bir meselesi vardı. Ve Konya şehri de benim için her zaman önemli ve manevi açıdan pek çok şeyi ifade ettiği için kapıma gelecek kadar cesareti olan adamı dinlemeye karar verdim. Ve ona sakince Konya’dan geldiğimi söyledim.
Az önce otel görevlisinin arkasında olan ve benim belli belirsiz gördüğüm kişi, "Evet Konya’dan geldim" sözümü duyar duymaz, birden otel görevlisinin arkasından öne çıktı ve:"Sizi rahatsız ettiğimizin farkındayız. Ancak bizim için çok önemli bir nedenden dolayı buradayız" dedi. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Patronum size bir emanet vermek istiyor. Çünkü siz Konya’dan geldiniz. Ve sizi bu önemli konuyu görüşmek üzere konutuna davet ediyor. Patronumuzun ricasını kırmayıp gelirseniz çok sevineceğiz. Lütfen bizimle gelebilir misiniz?" dedi. Şaşırmıştım. Demek ki bu kişilerin patronu uzun bir süreden beri Konya’dan gelecek resmi görevli birisini beklemişti. Ben otele adım atar atmaz hemen kapımda belirdiklerine göre konuyu özenle takip ediyorlardı. Karşımdaki Japon, Konya ve bir rica deyince ben de akan bütün sular durdu. Bu kişilerin kim olduklarını ve ne istediklerini bilmeden, onlarla gitmeye kafamda çoktan karar vermiştim. Ancak çok yorgun ve uykusuzdum. Bu halde gitsem de kimsenin derdine ilaç olacak durumda değildim. Onlara döndüm ve gülümseyerek patronlarının ricasını kırmayacağımı ve götürmek istedikleri yere geleceğimi ifade ettim. Ancak şu anda yoldan yeni geldiğimi ve uyumak istediğimi de belirtim. Eğer izin verirlerse dinlendikten sonra onlara eşlik edeceğimi söyledim. Tabiî ki patronlarına seve, seve yardımcı olmak istediğimi de belirttim. Japon adam bana hemen son model bir cep telefonunu nazikçe uzattı. Ve "Çok teşekkür ederiz bizi dinlediğiniz ve geleceğiniz için. Siz hazır olduğunuzda bu cep telefonunu çaldırırsanız çok seviniriz." Dedi ve kapının önünden uzaklaştılar.
Uzunca bir uykudan sonra kalktım, takım elbisemi giydim, tıraş oldum. Belki de yarım gün kadarını odada geçirdim. Kendimi iyi hissettiğim bir hale gelince bana verilen cep telefonunu aldım ve üzerinde bulunan tek numarayı basarak çaldırdım. Cep telefonunun arama tuşuna basar basmaz aynı anda kapı da çalınmaya başladı. Hayretler içinde kaldım. Acaba kapının önünde saatlerce benim hazır olmamı mı beklemişlerdi.?
Kapıyı açtığımda on Japon’un beni gerçekten saatlerce kapı önünde uyanmamı ve hazırlanmamı beklediğini fark ettim. İçlerinden bir tanesi kadındı. Japon kadın öne doğru gelerek, beni Japonlara has nezaketle hafif başını önüne eğerek ve ellerini de göğsünde birleştirerek selamladı. Yere bakan gözleriyle "Davetimiz kabul ettiğiniz için teşekkür ederim, Lütfen beni takip ediniz" dedi. On kişiyi kapının önünde uzun bir süre bekletmenin mahcubiyetiyle başımı öne eğerek ben de onları selamladım. Ve odamdan dışarı çıkarak onların arasına katıldım. On Japon ve aralarında ben aşağıya indik. Kapıda bekleyen beyaz limuzine binerek yola koyulduk. Yol boyunca önümüzde bir motosikletin yol göstericiliğinde, arkamızda da korumalarla, ihtişamlı ve her köşesinden zenginlik akan bir eve geldik. Bu kadar koruma, bu kadar zaman bekleme, beni şaşkına çevirmişti.
Ne içindi bütün bunlar?
Ev çok büyük ve muhteşem güzellikte bir bahçenin tam ortasına üç katlı olarak inşa edilmişti. Her malzemesinin özenle ve zevkle seçildiği gözlerimden kaçmıyordu. Renklerin ve desenlerin birbirine tamamlayışı çok iyi ayarlanmıştı. Arabadan indim ve evin ön tarafında bulunan merdivenlere yöneldim. Evin çevresinde ve girişte, evin ihtişamına ve zenginliğine uygun güvenlik önlemleri alınmıştı. Güvenlik işi yapmanın da verdiği bir dikkatle her yerde ki cihazların kalitesini ve sıkı güvenlik önlemlerini görebiliyordum. Benim görevimden dolayı kendimi koruma amaçlı üzerimde taşıdığım kişisel eşyalarım vardı. Ve birazdan bu kişisel eşyaların burada büyük bir kargaşaya neden olacağını hissettim. Ve tahminimde hiç yanılmadım. Girdiğim her kapıda güvenlik cihazlarından çıkan korkunç sesler evin duvarlarını aşarak bahçeye kadar ulaştı. Bir an için yürümekte tereddüt ettim. Fakat hiçbir şekilde bana ve üzerimdeki kişisel savunma araçlarıma müdahale edilmedi. Bende önümdeki kişiyi, alarm seslerine aldırmadan takip etmeye devam ettim. Alarm cihazlarının ikaz veren çığlıklarına rağmen hiçbir problem çıkmamıştı. Ve nihayet büyükçe bir kapının önüne geldik. Kapı sessizce açıldı.
Karşımda elli beş yaşlarında, bana gülümseyerek minnettarlıkla bakan bir Japon beyefendisi duruyordu. Ben geldiğim için ayağa kalkmış olduğu masanın üzerinde dağınık vaziyette duran evraklardan anlaşılıyordu. Bana yaklaştı ve elini uzattı. Sıcak bir tokalaşmadan ve ancak dostlarla yapılabilecek bir hoşbeş sohbetinden sonra derin bir suskunluk oldu aramızda. Ve gözlerime bakarak anlatmaya başladı. "Kendisinin Mevlana’yı ziyaret için karlı bir günde Konya’ya geldiğini ve Mevlana türbesinin karşısında bulunan Üçler mezarlığından bir dileğinin gerçekleşmesi için üç taş aldığını söyledi. Ve dileklerinin gerçekleşmesi birkaç yılı aldığı için de bu taşları özenle sakladığını belirtti. Dileklerinin şimdi gerçekleştiğini ve taşların da yerine götürülüp konması gerektiğini ifade etti. Kendisinin bu taşları geri götürüp bırakmak için fırsat bulamadığını ve tanıdık otellere haber bırakarak Türkiye-Konya’dan resmi görevli birisi gelirse kendisine bu konuda bilgi verilmesi ricasında bulunmuştu. Ve şimdi haber gelmiş ve bilgi Japon beyefendiye ulaşmıştı. Artık emanetler yerine ulaşabilirdi.
Benden taşları Konya’ya geri götürüp götüremeyeceğimi sordu" Japon beyefendisinin dileği yerine gelmişti. Taşların geri gönderilmesi konusundaki hassasiyeti ve Mevlana’ya duyduğu saygı ve sevgi beni çok etkilemişti. Gönlünü Mevlana’da kaybetmiş gönül dostları nerede olsa birbirini buluyordu. Ve birbirlerinin dileklerine ve mucizelerine vesile oluyorlardı. Birbirine bir şekilde hizmet ediyorlardı. Bende Japon beyefendiye "dileğinizi yerine getirmekten onur duyarım" dedim. Bu sıcak karşılaşmadan sonra derin bir muhabbete girdik. Öyküler anlattık. Mesnevi’den sözler söyledik. Sözlerin manaları üzerine konuştuk. Sohbet boyunca, Japon beyefendisinin yıllardır dostum olduğu hissinden bir türlü kurtulamadım. Onun da davranışlarından ve konuşmalarından aynı duyguları paylaştığını görebiliyordum. O bir Japon ben ise bir Türk idim. Aynı dili konuşmasak da, birbirimizin dediğini çok iyi anlayabiliyorduk. Birbirimizi sanki yüreğimizle dinliyor ve yüreğimizden konuşuyorduk. Sevgiden konuşulduğunda sözcüklerin yetersizliğini kalbin sevgisi dolduruyordu. Ve orada kelimelere bile yer yoktu. Olmakta olan sevgiydi.
Japon Beyefendisi sohbetimizin sonuna doğru, Amsterdam’da kalacağım süre içinde beni köşkünde misafir etmek istediğini söyledi. Ben de davetini bir dostun samimiyetinde kabul ettim. Emrime bir şoför, bir bayan sekreter ve altı koruma verildi. Hollanda’nın gezilebilecek bütün tarihi ve gizemli yerlerini ziyaret ettim. En kaliteli ve özel menülerin olduğu Japon restoranlarda ağırlandım. Akşamları Japon beyefendisi ve ailesiyle derin sohbetlere daldık. Beraber gezdik. Beraber güldük. Beraber ağladık. Ben ona Mevlana’yı o da bana Japon geleneklerini anlattı. Hep beraber Mevlana’nın Evrensel sevgisinden konuştuk. Kendi aramızda oluşan sevginin derinliğine ve evrenselliğine de hep beraber tanıklık ettik. Birbirimizi sevmemiz için hiçbir nedenimiz yoktu. Karşılaşmamız için de hiçbir nedenimiz yoktu. Ama Mevlana’ya duyduğumuz saygı, onun evrenselliği ve sevgisi bizi birbirimize kırk yıllık dostmuşçasına bağlamıştı.
Ve zaman su gibi akıp gitti. Türkiye ye dönme vaktim geldi. Japon beyefendinin yanına gittim ve Mevlana’ya götüreceğim emanetleri aldım. Dostça sevgiyle kucaklaşarak vedalaştık. Mevlana bizi bir aile gibi yapmıştı. Aradaki bütün insani engeller din, dil, ırk, gelenek görenek hepsi Mevlana’nın "Gel ne olursan ol yine gel" sözünde eriyip gitmişti. Tıpkı o gece karların gökyüzündeki semasını izlerken ben nasıl karlara karıştıysam, şimdi de bu nazik Japon aileye karışmış ve birlikte Sevgi Okyanusunda erimiştik.
Yola çıkmadan önce Japon beyefendiye geldiğimden beri aklımı kurcalayan soruyu sormadan edemedim. "Girişte yanınıza gelirken ne siz beni ne de ben sizi tanımıyordum. Güvenlik sistemlerinizin alarmı var gücüyle çalarken bile durdurulmadım. "Neden üstüm aranmadı?" Dedim. Siz, "Ne olursan ol yine gel " diyen Mevlana’nın diyarı Konya’dan geldiniz. Eğer siz bana bir dertte getirseniz, bir sevinçte getirseniz hepsini çoktan kabul ettim. "Hoş geldiniz evime, hoş geldiniz yüreğime.. Sizin ile gelen her ne ise ve siz her ne iseniz " dedi. Çok duygulanmıştım. Yüreğinde sevgi olan insanların, olayları algılayışı, onlara yaklaşımı da sevgi dolu oluyordu. Sonra Japon Beyefendi arkadaki masadan bir paket aldı ve bana doğru uzattı. "Ben hayatımda ilk defa birisi için hediye almak maksadıyla dışarıya çıktım. Saatlerce gezdikten ve binlerce hediyelik eşyaya baktıktan sonra senin için bir hediye seçtim. Size aldığım hediyeyi Uçakta açarsınız sevinirim" dedi. Paketi bana doğru uzattı. Merak içindeydim. Ne vardı paketin içinde?
Ve Hollanda Amsterdam’dan Almanya Duesseldorf hava alanına kalkacak uçağıma yetiştirilmek üzere özel bir uçağa bindirildim. Ve Japon beyefendinin hediyesi kucağımda duruyordu. Hediye paketini yavaş, yavaş açmaya başladım. Hediye paketinin içinden gözüme ilk çarpan mavi bir renk oldu. Yumuşacık bir şeydi. Japon beyefendinin hediyesi karşımda duruyordu. Mavi renkli kaz tüyünden yapılmış bir monttu.
O an gözlerimde Mevlana Türbesinde çalışırken kurtardığım ve küçük kıza sardığım montumun salyalardan, karlardan mahvolmuş hali geldi. Ve ardından küçük kızın gözlerini Japon göz yapışı gelip geçti gözlerimin önünden.
Yıllar önce Mevlana Türbesinde yaşadığım anılar tek, tek bir film şeridi gibi gözlerime doluştu. Nedenler birbirine bağlandı. Zamanlar aradan silindi. Bağlantılar yapıldı. Ve ben olayları yaşarken asla fark etmediğim mükemmel ve bir o kadarda anlam dolu tabloyu görebildim. Hayretler içinde kaldım. Hayatımın içindeki her kişi ve her olay ne kadar güzel ve ince bir şekilde gelip yaşamın muhteşem örgüsünde yerini almıştı. Ve o An anladım hediyenin içindeki manayı. Şimdi Japon beyefendisinin ve bana verdiği montun nereden niçin geldiğini biliyordum. O an istiridyenin içindeki inciydi yaşadıklarım ve hissettiklerim. Ve hepside benim en değerli hazinem olarak, benimle beraber hayat yolum boyunca yüreğimde ışık oldular.
Ve bir iyiliğe vesile olmanın bana yıllar sonra ne şekilde kat be kat bir çığ gibi büyüyerek geldiğini gördüm. Mevlana ile ilgili herhangi bir şeyin bile insanları nasıl da birbirine yakınlaştırdığının canlı tanığı oldum. Ve uçağın camından baktığımda Uçağın kanadında ki bir yazı dikkatimi çekti. Bu yazı bana hiç de yabancı gelmiyordu. Bir yerlerden hatırlıyordum bunu ben. Çok, çok önceleri küçük bir kızın çocuksu sesinde duymuştum uçağın kanadında yazılanları. Duesseldorf hava alanına inen özel uçağın kanadında ""BY CUU"" yazıyordu.
Mevlana çevresindeki tuttuğum nöbetimi ve yaşadıklarımı ve yıllar sonra bu şehirde Japon beyefendisi ile karşılaşmamı ve montu asla unutmayacağım. Ve yine zaman nehrinde aylar ayları, yıllar yılları bir su misali gibi akıp geçti. Ve devirler döndü. Kişiler değişse de sahneler hep aynı kaldı.
Ve zamanı geldiğinde emekli oldum, şu an dünyayı geziyorum. Mevlana Türbesi ve çevresindeki Polis nöbetimi, kura çekmek suretiyle Konya iline tayin olan ve ilk görev yeri Mevlana çevresi olan, sizinde tanıyacağınızı tahmin ettiğim birisine teslim ettim.
Kime teslim ettiğimi asla tahmin edemezsiniz!
Hatta yazsam inanmazsınız bile!
RUMUZ ; BEYAZ_KARTAL
YORUMLARINIZ BENİM İÇİN DEĞERLİDİR
Mr_canakin@
CAN AKIN