- 782 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Adrenalin (1)
Eşler öyle sevgilidirler ki evlendikten birkaç yıl sonra her biri diğerinin bedenin bir parçası oluyor. Öyle bir gün olur ki artık sevdiğinin eli kendi elin ,teni kendi tenindir, bu yüzden birbirini ateşlemez; ama bir bedenin parçası nasıl ki ayrılamazsa onlar da birbirinden öyle ayrılamazlar .
Kırk dört yaşı,ne genç gibi davranıp çılgınlıklar yapacak ne de yaşlılar gibi bir köşede ölümü kanıksayacak bir yaş. Gerçi yaşlıların da bir köşede ölümü beklediğine inanmıyorum. Onları bir köşede bekleten içine düştükleri çıkmazlardır. Onlar, bir kadının değerini bilecek kadar deneyimli bir yaşa gelmiştir. Ama zamanla yaşamın değişik koşulları, o sıcak aşk ilişkilerini sarsar, kırar ve dağıtır. Geriye dönüp bakıldığında yıllar, aşk üzerine her ne varsa tümünü silip süpürür. Tendeki o şiddetli arzular, nerelere dökülür. Zamanın alıp götürdüğü her şey nerelerde tükenir? Tenlerimiz neden soğuk ve uyuşmuş? Neden bakışlardaki sıcaklık şimdi bir tılsıma dönüşmez? Kadınlarda niçin artık dokunuşlarımızdaki ten titreyişleri yok ya da tanımaya çalıştığımız o diri tenlerin her köşesine değen ellerimiz,dudaklarımız, merakını niçin yitirdi ? Birlikte olunan saatlerde zamanın elimizden hızla kayıp gittiği günlere yeniden nasıl dönemiyoruz? Neden o gözlere ,yalnız gözlere bakarak saatler süren konuşmalardaki tüm güzellikleri şimdi tatlı bir akşamın anısıymış gibi düşünüyoruz ?
Anılaşmış ama gerçek olan o aşka sil baştan yeniden dönebilseydim... Bir zamanlar sıcak ellerini tuttuğumuzda bu ellerden daha önemli hiçbir şeyin olmadığı günlere nasıl da özlem duyuyordum. Zamanın keskin ve acımasız dişleri olan saatler, yavaş ya da hızlı, arzuyu büyük bir zevkle çiğner.
İnsan yaşamının tanımı nedir ? Akrep ve yelkovanın uçlarına İsa gibi gerilmiş olan tutsaklığımızdan başka bir şey değildir. O dönüp durdukça, bedenimiz acı içinde. Gözlerimizden akan yaş, dişlerimizin dudaklarımızı koparırcasına ısırdığı bir acı bu. Zaman ve onun kiralık katili olan saatler... hep onunla tükeniyoruz. Önce dünyaya gelişimizde tutulan takvim, sonra doğuşumuzla başlayan yaşamın sevinci ve acısı ... Özgür olma savaşımını verenler, işe önce her insanın koluna takılan ve onu mekanikleştiren saatleri yok etmekle başlamalı . Çünkü özgürlük bir şeye bağlı kalmamak değil midir? Robenson’un o adadaki yalnızlığında Cuma olmasaydı keşke. Yaşlıların Cennet düşlerinde orada olmayan zamanın çekiciliği her birine ölümü kanıksatıyor. Ey,zamanın karşıtı olan sonsuzluk! Simyacı gibi ben de seni arıyorum.
Bu düşünceler bundan birkaç yıl önce aklıma asla gelmezdi. Şiirlerimde zaman , sonsuzluk tanrısıydı. Onun akıp gitmesini istedim, çocukların büyümesini, toplumun daha özgür , insancıl ve gelişmiş olacağına inandığım gelecek için bir an önce geçmesini istedim ... İnsanları yiyip bitirerek beslenen böylece sonsuzlaşan o tanrı, aradan birkaç yıl geçtikten sonra isyan ettiğim bir kavram oldu. Onun her geçen günle bedenimi bir sülük gibi emdiğini görüp irkiliyorum.
Körelmeye başlayan tenimi yenilemek, ağarmaya başlayan şakaklarımdaki saçları gençliğin taze elleriyle yıkamak, gözlerimin kenarında oluşan çizgileri silmek, donmuş yüreğimi yakmak için bir olağanüstülük bekliyordum. Günün birinde hem de hiç beklenmedik bir günde o, geliverdi.
Bir ağustos sıcağının öğleden sonrası. .Serin olan odamda öğrenci kayıtlarını yaptığım günlerde kapıya vurarak " Girebilir miyim ?"demişti. Odamda oturan ve kayıt için bekleyenlerin gitmesiyle konuşmaya başlamıştı. O ve ben o gün milyarlarca insandan sıyrılıp göz göze geldik. Önce öğrenci sanacak kadar genç ve masum yüzüyle karşılaştım. Onunla konuşurken ince bedenini gördüm. Karşımda otururken açılmasını önlemek için kısa eteğini çekiştirirken biçimli ve uzun bacakları ister istemez dikkatimi çekmişti. Ben ona –konu şiirden açılmıştı- şiirlerimden birkaçını okumuştum. O, hemen gitmek üzere gelmiş ve saatlerce yanımdan ayrılamamıştı. İkinci gelişi birinciden de uzun sürmüştü. O günlerde iki kez gelmesine karşın yine de ben, adının Müge olduğunu bile usuma alamamıştım.
Odama ilk gelişinde akıp giden zaman ona saatleri sordurur oldu. Sonraları bu saat sormalarının onun hemen gideceğinin bir işareti olduğunu öğrenmiştim.
Güneşin hiç batmadan duran ,tavanda asılı bir elektrik ampulü gibi olmasını isteyişim, böylece zamanın durdurulabileceğine inanmam hep o saatin sorulmasındandı.
"-Saat kaç?" dedi.
Otomobilin ön koltuğunda oturuyordu. Kuru bir öksürük vardı. Bu öksürük konuşmalarımızı bir bıçak gibi kesiyordu.
"-Sigarayı çok içiyorsun,bırakmalısın."dedim.
Müge,dizlerini karnına doğru çekti. Ellerini dizine bağladı. Yüzü arabanın ön camına dönüktü. "Ben sıcağı severim." demişti. Ama bu sonbaharın bitimine yakın günlerde dışarısı kadar araba da soğuktu. Arabanın kaloriferleri doğru dürüst çalışmıyordu. Buğday tenine düşen pembeliğe baktım. Ellerimi yanaklarına götürünce yumuşak teninde bir kadifeye dokunmuş gibi oldum Ellerim yeniden diriliyordu. Onlarla o kadar hafif dokunuyordum ki sanki bir gül yaprağını incitmekten korkuyordum.
- Bana söz ver ikimiz de bu sigarayı bırakacağız.
- Söz vermiyorum ama deneyeceğim .
Kendisine önem verişimin hoşuna gittiğini belirtircesine gülümseyerek :
- O zaman bu son sigarayı birlikte içelim.
Direksiyonda oturuyordum. Kollarıma dayandı. Genç kadın, o kadar inceydi ki o uzun sayılan boyuyla kollarımda küçücük kalmıştı. Bedenime dayanan bu tenin hazzını iliklerine kadar duydum. Mutluydum. Doğanın tüm gücü, yaşamın her zevki kollarıma, gövdeme akıyordu. Burnuma dayanan saçlarının kokusunu duydum. Onları kokladım. Sanki saçlarına kiraz çiçeği, kasımpatılar, toplanmıştı. Sessizlik çöktü. Bir duygusal boşalım içinde zaman akıp gitti.
Korkuyla birden toplanıp "Saat kaç? "dedi.
Derse yetişmek için hızla çıktık.Müge,aceleyle dersaneden yanıtlanması için verdikleri İngilizce testlerini de arabada unutmuştu.
Bir gün kırmızı bir gülü de bıraktı arabada, kadifemsi tenine benzeyen gülü. Ama onu unutmamıştı çünkü unutması için bir acelesi de yoktu. Bilerek bırakmıştı. Güller onun değil benim ellerimde solacaktı.
Bir hafta sonu onun bir yerlere gideceğini kocasına sürpriz yapacağını,onun doğum günü olduğunu, o yirmi altı yaşında olan aşkını anlatmıştı. Bunları duymak istemiyordum . Her aşığın rakibine duyduğu neyse benimki de o duyguydu. Bu söylenenlerin beni kıskandırmak için olduğuna inanıyor ya da inanmak istiyordum. "Eğer ona aşıksa benimle olan o duygu yüklü birlikteliğimiz neydi?"
O gün ona telefon açtım. Ulaşılamıyor. Tele sekreterlerin mekanik sözlerindeki kuruluktan nefret ediyordum. Arabama bindim ve kendimi onunla bir akşam birlikte gittiğimiz parkta buldum. Hava oldukça soğuktu. Birlikte oturduğumuz banka geldim. Yaşamımı güzelleştiren ve aynada korkularımı taşıyan yüzüme yeniden anlamlı bakmamı sağlayan o genç kadınla bir süre birlikte oturduğumuz yerdeydim. Parkların verdiği tadı da yıllar alıp götürmüştü .
-Ben seni tanımak istiyorum ama hep sen bana kendimi anlattırıyorsun? dedim.
-Neyi öğrenmek istiyorsun?Anlatayım. Ne istiyorsan anlatayım ..
-Her şeyini.
Van’da yüksek okulu okudum. Oraya mutlu olarak öğretmen olmaya gittim Ama Allah kahretsin, en güzel günlerim acılara dönüştü. Orada, o dar üniversite çevresinde zorunluluktan biriyle de arkadaş oldum. . Bu küçük yerlerin getirdiği dayatmalardandı. Seçme özgürlüğüm var mıydı bilemiyorum. Hiçbir niteliği olmayan o insan üstelik bir de alçak birisiymiş Çünkü günün birinde evindeydik. Doğu insanının bir bayanın değil dışarıda içki içmesine bile bakış açısını düşünürsen, şarap içmek için neden onun evine gitmemi anlarsın. Fakat o, şarabı da bahane edip benimle yatmak istedi. Ben buna izin vermedim. Bana saldırdı. Karşı koydum. Şişeyi kaptım ve kafasına geçirdim. Kafası kanlar içinde kalmıştı. Kendimi dışarı attım.
Olup bitenleri anlayabiliyordum. O gencin bu kızla birlikte olmak istemesinin oldukça doğal olduğunu düşündüm. Çünkü Müge’de,insanı sevişmeye kışkırtacak bilinmez bir güç vardı. Hayallere açık olan akşam saatleri gibi onun da gözlerindeki renk insana değişik düşler kurdururdu. O konuşurken, gözlerini gözlerime diktiğinde orada "Beni sev." diyen bir gizli anlam bulur, orada dalar giderdim. Birlikte çıktığı insan da bunu görmüş olsa gerekti.
Müge, bunları anlatırken akşamın karanlığına karışmıştı yüzü; karşısındaki sokak lambalarının ışıklandırdığı yola mı yoksa parktaki kalın ağaçlara mı bakıyordu,bunu seçemiyordum. Yüzünü yüzüme çevirdi.Sokak lambasının ışığı yüzünü ay ışığı gibi vurmuşken çok çekici görünüyordu.
-...Sonra uzun zaman kaldığım yerden dışarı çıkamadım . Çünkü o,benim için kim bilir neler anlatacaktı. Çevremdekiler ,onun anlattıklarına inanıp bana "orospu" diyeceklerdi. Başkaları da benden yararlanmak isteyecekti. Hatta o alçak, babama kendisiyle olan birlikteliğimizi şantaj yapmakla tehdit etti beni . Babama hepsini ben söyledim. Onu öldürmek istiyordu. Babam silah bile aldı. Sonra onunla konuştu. Kızım istiyorsa sorun yok, yoksa olgun bir insan ol ve ona zarar verecek her türlü yanlıştan kaçın dedi. O mesele böylece kapanmış oldu. İşte benim üniversite yaşamım kısaca buydu diyebilirim.
Acaba böylece kapanmış mıydı? Yoksa geçmişte yaşanan bu kötü olay onda erkeklerden nefret ettirecek duygulara mı bürünmüştü. Ben Müge’den kaynaklanan acılarımın nedenini hep onun yaşadığı bu tür olaylardan kaynaklandığını düşünüyordum. Biliyordum ki son günlerde evlerde bilgisayarı olan binlerce kadın ya da erkekten, bir çoğu internet aracılığıyla kendilerine onlarca arkadaş buluyorlar. Onlarla çet yaparak gizli olabilecek nice şeyleri konuşup böylece -belki bir yönden -eşini aldatma duygusunu gerçekleştirmenin tadını yaşıyorlar. Freud, yaşasaydı çağın bu yeni teknolojisini de psikanalizinde örnek gösterirdi diye düşündüğüm oluyor.
Müge de bunlardan biri miydi?Evine kendini atar atmaz o beyaz ekranın karşısına geçiyor, ekran onun yüzüne taktığı bir maske oluyor, kendini göremeyen o bilinmez kişiye harfler gönderiyor,sonra tüm bedeni boşalmış bir haz içinde kalıyor muydu? Belki beni, eşini ve tanıdığı tüm erkekleri bir şekilde üzüyor ve içinde gizli duran kininin boşalımını bilinçsizce onlardan alıyordu.
Hayır, bunları yapmadı. Ben bu düşüncelerimi ona söylediğimde o bana "Bilgisayarı kullanarak arkadaş bulan insanların nedenlerinin yaşadıkları yalnızlıktan" olduğunu söylemişti. Ben yine de onunla geçirdiğim her saniyenin mutluluğuyla gelecek olan o bilinmez acıya katlanmak istiyordum. Bu masum ve gülüşünde bir çocuğun o saklayamadığı içtenliği görüp onda böyle bir duygunun olacağına asla inanmak istemiyordum. Konuyu değiştirdim.
-Peki kocanla nasıl tanıştın?
Sustu ve bir süre sessiz kaldı. Hava o akşam da soğuktu. Parkta kimse yoktu. Hemen arkamızda olan bekçi kulübesindeki küçük camlardan içerde bir kişinin oturduğunu anımsadım. Görevli gecenin karanlığıyla soğuğa uyum sağlamış gibi bedeni uyuşuk ve isteksizdi. Yerinden kalkıp tüm bekçilerin yapması gerekeni yapmıyordu. . Ama soğuk hava bir başka bedenlere hizmet etti. Üşüyen bedenlerimizle birbirimize sarıldık.
Bunları düşünürken şimdi bu soğuk yerde yalnızdım. Sarılan ,konuşan,ellerimi parmaklarımı nefesinin sıcaklığıyla öpen genç kadın yoktu. Üşüdüm hem de çok üşüdüm ve oradan kalktım. Arabamı otuz adım kadar ileriye park etmiştim. Arabaya geçip oturdum. Parkta genç bir kız ve erkek sarmaş dolaş oturmuş, öpüşüyordu. Ramazan ayı olmasına karşın öpmeye, sarılmaya, engel olmaya aşkın orucu yoktu.
"Oruç tutmak istiyorum " dediği günü anımsadım.
-Tanrıya inanıyor musun?
-Hayır da diyemiyorum evet de, ama onun için değil öylesine tutmak istiyorum .
İçimde bu oruçların, onu öpmemin ona sarılmamın belki buluşmamızın da yasağı olacağı korkusunu duymuştum.
Parktaki ağaçlar kışın gücüne teslim olmuştu. Yapraklar havada uçuşuyordu. Kar yağıyordu. Bu soğuk yerde onun o akşam anlattıklarına dalmış gitmiştim. Kocasıyla yani aynı kadına aşık olan ve benden önce davranıp onu hak eden kocasıyla tanışmasını anlatıyordu.
- Onu ilk gördüğümde çok beğenmiştim. Çok tatlıydı. Gerçi şimdi de ona bayılıyorum .Sonra çıkmaya başladık. Akrabalarımız bizi birbirimize çok yakıştığımızı söylüyorlardı. Sonra evlendik. .
Daha sonra evlendikleri günü ,düğününde yine bir takım tatsızlıkların çıktığını,anlattı. Bunları anlatırken tekrar o günlere dönmüş gibiydi. Ağlamaya başlamıştı. Başını göğsüme dayamış ağlıyordu. O ağlarken sanki içimden kayalar kopuyordu. Sımsıkı sarılmıştım.
O, başını tekrar kaldırdı. Gözleri şimdi geceye uymuştu ve yalnızca gözbebeğindeki ışıltıyı görebiliyordum.
-Üstelik babam , dedemin düğün günü bana karşı yaptığına tepki göstermeme kızdı ve gelin kızını yani beni, hiç düşünmeden tokatlamıştı. O dedem olacak insan annemi, o benim canımı da yedi bitirdi. Annem sinirleri mahvolmuş bir hasta şimdi. Babam , dedemin sözüne uyup kaç kez onun canını yaktı. Canımı bitirdiler.
Olayı yeniden yaşamış gibi bir süre sustu. Oysa babasını hep sevdiğini biliyordum. Çıkmaya başladığımız ilk günde, bana babasını anlatmıştı. Benim yaşımı sormuştu. Kırk dört yaşında olduğumu öğrenince babasının da bu yaşlarda olduğumu söylüyor, yaşlarımızı karşılaştırıyordu.
"Ne yani. Şimdi bana baba mı diyeceksin? "diyerek ona sitem etmiştim. Yaralanmış gibiydim.
Böyle bir soruyu bir gün nasıl olsa soracağının korkusunu duyuyordum . Bu kırk dördüne girmiş bir insanın çocuğu yaşındaki bir genç kadınla birlikteliği hiçbir zaman hoş karşılanmayacağını; böyle durumda olanların çevrelerince kınanıdıklarına kaç kez tanık olmuştum. Ama yaşamın ellerini ellerime yeniden tutuşturan, yaşamın solan renklerini gözlerime yeniden getiren bu genç kadını, bu kış altında bana uzanan kiraz çiçeğini, söylenecek her söze katlanarak asla bırakmak istemiyordum.
-Babam,arkadaşım ve aşkım,her şeyimsin ...demiş ve kırılmaya her an hazır olan gönlümü ustaca almasını bilmişti.
Yine ağlamaya başlamıştı. Başını tekrar omzuma yaslamış ağlıyordu. Bekledim. Ağlaması bitmişti.
-Biliyor musun, bu anlattıklarımı eşime bile söylemedim, demişti.
Bunları yalnızca bana anlatmasının ve bana güvenmesinin mutluluğundaydım. Şimdi eşinin ona ilişkin sahip olmadığı bir küçük ayrıcalık bile beni mutu edebiliyordu.
"-Saat kaç ?" dedi .Geç kaldığını görünce:"Allah kahretsin,senden nefret ediyorum,derse geç kaldım yine... "dedi. Konuşmasında öfke değil birlikteliğimizde akıp giden zamana sitem vardı.
Bir yandan toplanıyor, sonra dönüp bana bakıyor, bana sımsıkı sarıldı:
-Yine de sana aşığım.
Müge’nin bu tür davranışlarına artık alışmıştım. Ona "Baharım." diyordum. Bahar da onun gibi bir bulut, ansızın geliverir; o masmavi göğe dalar. Sonra ılık bir yağmur yağar. Müge de öyle. Yüzündeki o tatlılığa birden bir sertlik takınır,sonra ılık yağmurlar gibi sitemler de bulunur. Ardından güneş tekrar ortaya çıkar ve yeşilliklerin tümünü tatlandırır,yeni açan ağaçlardaki tüm çiçeklerin kokusunu etrafa dağıtıverirdi. Birden tekrar gülümser, o iki anlamlı kahverenginin siyaha çalan gözlerini gözlerime diker, ellerini saçlarımda gezdirir; onu sıkıca kavrar ve kendine çeker; ama bu şiddetli çekişe uygun olmayan bir yumuşaklıkla ateş gibi dudağını dudaklarımda gezdirirdi.
"-Baharım ,kiraz çiçeğim, derdim. "Sana aşığım ."derdim .
Kendini belki de suçluluktan kurtarmak istemiyle bir yürekte iki aşkın olmayacağını savunur olmuştu.:
-Bu iki insanı nasıl yüreğime sığdırıyorum ? düşünüyor,kendimden nefret ediyorum. Onun kollarındayken seni düşünüyorum. Kendimi bir kahpe gibi görmeye başladım... Ben yalancının biriyim diyerek kendimi aşağılamaya başladım. Kendimden bu yüzden nefret ediyordum ama şimdi öyle düşünmüyorum. Düşüncelerimle baş başa kaldığımda seni ve kocamı ve içinde bulunduğum bu duygu bölünmesini kaç kez düşündüm. Sonunda kendimde bulduğum yanıtın ne olduğunu öğrenmek ister misin? Ona aşığım. Sana ise aşkı çoktan aştım.
Kendi duygularındaki savaşımı anlatıyordu. Sonra kendini bu aşağılama duygusundan kurtarmanın yolunu bulmuştu. "Sana ise aşkı çoktan aştım..." Ben buna karşı çıktım. Müge’nin bu duygusal savaşımında aşık olunan ben olmalıydım. Çünkü ondaki güzellikleri biliyordum ve onu yaşamak isteyen en çok bendim.
"Hayır. Bana aşık olmalısın. Beni sevdiğin an o aşk, o düşlerle yaşayan, mantığını kullanmayan çılgın ve ateşli çocuğu öldürürsün. O hep haylaz ve ne yaptığını bilmeyen haliyle kalsın. Ben sevgilerin aşkı öldürdüğünü biliyorum. Benim aşkımı öldürme." demiştim. Senin de benim de sevgililerimiz var: Eşlerimiz... Onların öldürdüğü aşkı şimdi şu an yaşıyoruz . Sustuk.
Dışarıda ağaçların yaprakları bir kuş tüyü gibi yere süzülerek inişine baktık. Gökyüzü bir ışık kümesi biçiminde buluttan sızıyordu.
-Beni böyle havalar duygulandırıyor.
Başını bir erkeği baştan çıkaracak biçimde usulca çevirdi Bu, bana bir kuğu güzelliği gibi göründü.
-Sende aşkı buluyorum. Romantizmi buluyorum. Kocamda olmayan şeyler bunlar. Ellerim senin teninde geziyor,sonra bu ellerle eve gidip eşimin tenine değiyor.
Ellerine bakıyordu. Ondaki suçluluğu anlıyordum ve hatta Şekspir’ in Leydi Makbet’teki tiyatro oyununu anımsadım. Leydi Makbet, suçluluk duygusuyla ellerini sürekli yıkardı. Müge de ellerine bakıyor: "Ben sürtüğün biriyim ."diyordu.
Yeniden yüzüme baktı. Gözlerinde tüm şehveti ve isteği görebiliyordum. Ben, aynı şeyleri yaşamıyor muydum sanki. Beni yeniden kendine çekti ve dudaklarımı bir bardak suya özlem duymuş gibi sert bir biçimde dudaklarına götürdü. Bu öpüşmede soğuktan dudağım donmuş da bir ateşe değiyor gibiydi. Bu ateşi yıllar çok geride bırakmıştı. Şimdi yeniden yaşıyordum. İlk öptüğüm günü anımsadım. O gün:
- Bir acemi gibi öpüşüyorsun. Öpüşmeyi bilmiyorsun, demişti.
Kırk dört yıllık yaşamımda öpüşmeyi bilmeden bir ömrün geçip gittiğini sandım. Yirmi altı yaşındaki bu genç kadın , demek bana öpüşmenin nasıl olacağını öğretecekti. Öğreniyordum da. Acaba gerçekten öpüşmeyi mi bilmiyordum yoksa onu o kadar istekli öpmüştüm de bir acemi durumuna mı düşmüştüm.
-Nereye gidiyoruz? diye sordum.
-Yüreğinin götürdüğü yere...
Mabedim dediğim yer çevre yolundan girildiğinde Bayındır barajına bakan köprünün üstüydü. Oraya hep yalnız gider,çoğunlukla birkaç bira alır oradan Bayındır barajının sularına bakar , yüreğime duygular serpilir ve şiirler yazardım.
- Ben bir kaç bira alacağım .Sen de ister misin?
-Ben de bir tane içerim.
Biraları aldım ve çevre yolundan geçerek köprünün kenarında durdum. Müge , bu geldiğimiz yere büyülenmiş gibi bakıyordu:
-Aman Allahım ,şu manzaranın güzelliğine bak, sen harikasın!
Ben her yalnız kalmak istediğimde buraya geldiğimi,bir kaç bira içerek yalnızlığımı bölüştüğümü; bu yerdeki bazen yeşilliğine bazen kuruyan otlarına, uzaktaki çamların kalabalığına, gölün yaz günü mavi gökle daha da renklendiğine, kışın çekilen suyuna ve havaların soğumasıyla piknik delisi Ankara insanlarının ilgisizliğindeki sessizliğe bakarken kendi duygularımı dinlediğimi, burada huzur bulduğumu ona anlatmıştım. Müge’nin buraları beğenmesindeki bu coşkusallığa da önce şaşmış sonra ona burayı güzel görmesinin buraya hayranlık duymasının nedeninin ikimizin bir arada olmamızdan kaynaklandığını anladım. Çünkü bu gün bu sessiz güzellik onun varlığıyla bana da her zamankinden daha güzel görünüyordu.
Müge, arabadan inmeden çevreyi inceledi. Köprü oldukça yüksekti. Aşağıdaki suların Bayındır Barajı’nın suları olduğunu biliyordu. Suya baktı.
Etrafındaki çamlar ,ona kim bilir hangi güzel duyguları vermişti ki onlara büyülenmiş gibi bakıyordu. Bana bu yüksek yer sanki gökyüzüne çıkmışız da oradan yeryüzüne bakıyordum duygusu veriyordu. Gökyüzü yine bulutlarla dolu olmasına karşın akşam güneşi zaman zaman bulutların arkasından görünüyor ve bu gökyüzünün renkliliği bize yeni başlayan bu ilişkinin,bu iki insanın bir birini tanıma aşamasındaki renkliliğinin tadındaydı.
Her zaman yaptığım gibi çakmağımı çıkarıp arkasını kullanarak birayı açtım. O beni izliyordu. Birayı o kadar ustaca açmama şaşırmıştı:
-Ben de yapabilir miyim ?
Çakmağı ona verdim ama o, birkaç kez denemesine karşın başaramadı:
-Yapamıyorum.
-Bak, şöyle yapacaksın.
Onun ellerinden tuttum. Bir süre Müge’nin uzun ve ince parmakları,ellerimin içinde kaldı. Kalp atışlarım hızlandı. Ben böyle bir duyguyu yılardan sonra yeniden yaşıyordum. Zaman tanrısını yenmiştim. Bu avuçlarında tuttuğum ellerin küçük çizgilerinin ayrımına vardım. Bu ellerdeki çizgiler bana Müge’nin ,ev işlerini kendisinin yaptığını izlenimi verdi. O elleri öpmek için can atıyordum. Fazla uzun olmayan tırnakları sedef rengi ve cilasızdı. Yumuşak bir dokusu vardı. Bazı tenlerin birbirlerine cinsel yönden itici geldiğini duymuştum. Tenimizin birbiriyle ilk iletişiminde avuçlarımda tuttuğum bu eller,bana o kadar çekici gelmiş ve bende o derece öpme isteği uyandırmıştı ki kendimi zor tuttum. Sonra birden ellerini tutmamdaki amacı anımsayıp biranın kapağını onun ellerinde açmaya çalıştım. Bu elleri incitmek istemiyordum. Bu yüzden fazla zorlamadım. Birayı elime alıp kapağını çakmakla kendim açtım ve ona uzattım. Biralarımızı yudumladık.
Şiirlerden konuşuyorduk. Yazdığım şiirlerin hemen hemen hiçbirini ezberime bilmediğimi söylemiştim. En çok sevdiğim ozan Nazım Hikmet’ten onun yaşamından, altmış yaşında Vera’ya aşık oluşunu anlattım. "Tıpkı kendim gibi." dedim. O, biradan mı yoksa içine düştüğü durumdan mı bilemiyorum buna isyan etti.
-Allah kahretsin! Ben Nazım’ın tüm şiirlerinde geçen kadının aynı kadın olduğunu sanıyordum. Ben onun masum bir aşkın şiirlerini söylediğine inanıyordum.
Elerini yumruk yaparak dizlerine vuruyordu. Sonra sustu. Biranın etkisiyle tuvalete gitme gereksinimi duydu. Arabadan aşağıya inmiştik. Bariyerlerden geçerek köprüden aşağıya doğru inen dik bayırdan birkaç çamın bulunduğu yere geldik.
Müge, gitmemi istiyordu.
-Tamam bundan sonrasını ben kendim hallederim.
Arkamı döndüm. Çevremi kontrol ettim , rahatlamış bir biçimdeydi; yanıma geldi.
-Bak,burada daha uygun bir yer varmış .sana gösterebilir miyim ? "diyerek ellerinden tuttum ve onu köprünün altına götürdüm.
Köprünün altına giderken o, benim ellerimi bırakarak koluma girdi. Köprünün altı kimselerin göremeyeceği kadar kuytuydu. Demir ayaklarının arasında sanki özel odacıklar oluşmuştu. Nicedir buralara gelmiş ama bir gün olsun buraya inmemiştim. Şimdi içimden onu oraya götürmek ve onunla orada sevişmek isteği geçiyordu. Ama onda bulduğum güzellikleri bedeninin içine girerek bir anlık istek gibi kullanmak sonra da her çapkın erkeğin yaptığı gibi hiçbir şey olmamışçasına ondan uzaklaşmak istemiyordum. Ona aşık olmak istiyordum. Bu aşık olma duygusunun güzelliği bende az önce usumdan geçirdiğim onunla sevişmek düşüncesinden utanç duymama neden olmuştu . Müge,yeniden koluma girdi ve bayırı çıkmaya başlamıştık. Bir sonbahar rüzgarı yüzlerimizi, tenlerimizi sarıyor;bizi titretiyordu. Müge bir ara durdu. Yüz yüze geldik. Tenlerimiz birbirlerine dayanmıştı. Bir şeyler söyleyecekti. Ben bir şeyler söylemek istemiştim,fakat ne o ne ben hiçbir şey söyleyemedik. Göz göze bakıştık soluklarımız birbirine karışıyordu. İkimizin de dudakları açıldı, öpüştük. Sonra birbirimize daha sıkı sarılarak öpüştük.
Bayındır barajındaki sular titriyordu. Rüzgar esintisinde keyifliydi. Kurumaya yüz tutmuş dikenler artık giderken bu sonbaharda yeşeren aşkta kendilerinin de yaşayacağı duygusunda mıydı kim bilir. Ama onlar da rüzgarda bir aşkın esriğindeymiş gibi sallanıyordu. Müge’nin yüzüne ,gökyüzünün bulutlarına aynı pembelik düşmüştü. Bu öpüşmeyle tüm doğanın bizi kutsadığına inanıyordum.Hava kararana kadar öpüştük.
-Bir acemi gibi öpüşüyorsun . Sana öpmeyi öğreteceğim ,dedi.
Dudaklarını kulaklarımda gezdirdi. Kulağımda gezen ve içimi titreten bu sıcak ve ıslak dudaklar yıllardır uzak kaldığım ve öylesine özlediğim solukları bana taşıdı. Bu öpüşmedeki ateşliliğin ritmine kendimi kaptırmıştım. Genç kadının öpüşlerindeki ustalığa şaşkındım ama zevkten kıvranan bedenime verdiği hazdan dolayı ona kendimi bıraktım . Öpüşme anında bir yandan içinde bulunduğum anın tadı öte yandan şimdi bir duygusal aşkın nereye kadar uzanacağının merakı içindeydim. Ama sonuçta aşka susamış olan bendim ve bana aşkın ilk yudumu, kuşların yavrularına gagalarında taşıdığı yem gibi onun dudaklarından sunuldu. Yem bulan kuşlar gibi keyiften kanatlarımı çırpıyordum.
Aşk... Onda duygu vardı., Bir çok erkeğin bir başka taze bedenden haz almak için yaptığı gibi ben de bilmediğim bir bara gidip yanıma gelen kadını süzer, onda göreceğim bir çekiciliğe kapılıp fiyatını öğrenir, sonra herhangi bir otel köşesinde bir kaç saatimi onunla geçirebilirdim. Biliyordum ki duygusuz olan bir çok ilişki parayla giderilebiliyordu. duygularımın açıldığı bu bedenime öpüşmelerin getirdiği ateş, geçmişi, geleceği yani o zaman tanrısını yenmişti. Benden kopardığı yaşamımın intikamımı bu zaferle alıyordu.
-Saat kaç?
Artık , "Saat " sözcüğünün ilk harfindeki sonsuz biçimde kıvrılan "S" sesini , her an yılana dönüşerek bizim o ateşli yüreğimize zehrini akıtacakmış gibi görmeye başlamıştım. Arabayı sürdüm. Giderken doymamış olan bedenlerimiz hala birbirlerine sarılmak isteğimizi susturamıyordu. Arabayı sürerken genç kadın beni öpüyordu.,Bir yandan arabayı sürmeye çalışırken, öte yandan onun öpüşmelerine kendimi kaptırmıştım. Direksiyonu bırakmadan onun tüm bedenimde öpüşlerinin gezdiğin görüyor duyuyor ve kaza yapmamak için de kendimi kasıyordum. Ogün arabayı bir kenara çekip ona , onun bu ateşli isteğine yanıt veremedim.
Gençlerin o hep kimseyi umursamadan öpüşmelerini ve kaç kez içimden geçmiş olan "Ben de bunları yapabilseydim." Düşüncesi şimdi artık gerçekleşmişti. Şimdi biz de kimselere aldırış etmiyorduk. Bir ara bir taksi sürücüsü başını iki yana sallayarak öpüşen bizleri protesto ediyor, bize kızdığını beden diliyle göstermeye çalışıyordu. Güldük.
Yolda akan arabaların içinde öpüşmelerin çılgınlığını, tanımsız tadını yaşıyordum. İşte aşk buydu.
Onu dil kursunun olduğu yere getirdim. Birinci dersi kaçırmıştı. Müge biz köprü üstündeyken cep telefonu çalmıştı. Arayan kocasıydı. Onunla telefonda görüşmüş, konuşması biterken ona "Seni seviyorum." demişti. Henüz bedenindeki benimle olan bu ateşli öpüşmelerin tadı devam ederken kocasına: ." Seni seviyorum..."diyordu. "Ya beni!" diyordum içimden,"Ya beni!" Arabayı kaldırıma doğru yaklaştırıp durdum. İnmek için kapının kolunu çekerken bana :
-İstersen gitme. Bir yerlere otururuz. Ama senin gitmen gerekiyor. Seni bekleyen eşin ve çocukların var. Hayır ,hayır! Gitmelisin."dedi.
Sanki bu sözde "Benle onun arasında hangimizi tercih yapacaksın ?" diye bir soru gizliydi. Yanıt veremedim. Beni öperek indi. Yürüyüp giderken sanki yüreğim de onun arkasından gitmek istiyordu. Aşkımın bu teklifine yanıt veremeyişime,"Haydi gidelim." diyemeyişime kızmıştım, belki de bu suskunluğumda yaşamının en büyük pişmanlığını duyacağımı düşündüm. Bu sınavda bu aşkın öncelik hakkının aranıp aranmadığını nereden bilebilirdim ki. Bu genç kadının birkaç gün sonra aşkını benden saklamak zorunda kalacağını, bir gün bu aşkı bitirmek istediğinde" O gün anladım ki sen eşin ve çocuklarını her şeyden çok seviyorsun ve kesinlikle hep onlara döneceksin." diyeceğini nasıl bilebilirdim ki. Bilemedim. Gözden kaybolana kadar bakakaldım. Kaybolduğu yerleri gezinen gözlerim karanlıkta sanki ışıksız kalmıştı.
Sait Açıkgöz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.