SES KOKUSU
“Biliyor musun, sesin çok güzel kokuyor” dedi, bir gün. Kalakaldım. Aptallaştım. İki üç kez, içimden yineledim, dediklerini. Yine de anlamsız bir boşluğu delemedi söz.
“Nasıl yani? diye sordum. “Ses ve koku. Sesin kokması. Güzel kokan sesim. Ne demek bu şimdi? Dalga mı geçiyorsun sen? Daha önce, sesin koktuğunu hiç duymadım, ben. Aranızda duyan var mı, arkadaşlar? Hey, alkol sakinleri, size soruyorum; sesin kokusunu duydunuz mu, hiç? Benim sesim kokuyor mu, size? “
Dalgacı, muzip gülüşler yayıldı masaya. El kol hareketleri, ses taklitleri yapanlar, dilini koklayanlar vardı. Her kafadan ayrı bir ses, değişik bir yorum çıktı ortaya.
Battım Cemil, Balık Seyfi’nin burnuna iyice sokulup, domaldı. Kalçasını oynata, oynata, sesli, sesli yellendi ve sordu; ” Benim sesimde, hangi çiçeğin kokusu var, Balık Seyfi’m?”
Kahkahalar arasında tekmeyi yedi, Battım Cemil. “ Önce, sesinin yurdunu öğren, ulan. “
“Susun, susun, susun lütfen!”diye araya girdi, Kanadı Kırık Şair.”Lütfen susun dostlar. Bir bilseniz, ne güzel şiir yazılır, bu sözün üstüne. Oysa sizler, tepişerek dalga geçiyorsunuz. Saygısızlık ediyorsunuz. Bakın, Derin Kuyu Apo’yu üzüyorsunuz. Çok derin bir söz söyledi, adam. Adına yakışır. Ah, bir anlasanız. Ah, bir dinleseniz. Bir bilseniz, ne söyler, kısacık bir söz. Ne anlatır dosta, dostsuza? “
“Vay yy! Kanadı Kırık Şair. İnci yağmuruna tuttun hepimizi. Deniz dibine vurduk, be! Kim toplayacak şimdi istiridyeleri? Var mı, içimizde yürekli bir dip avcısı? Kim dalacak derinlere, gözlerini karartıp da? Ben, yıldım vallaha. Vurgun yedim amansız. Sustum kaldım, bir kıyıda.” Böyle diyerek, masanın bir ucuna çöktü Diplomalı İşsiz. Gözleri alkol kırmızısı, bedeni yenikti. O gün, tek söz etmedi başka. Sustu,sustu.
El kaldırıp, söz istedi Kanadı Kırık Şair.”Dinleyin, alkolik tortular. Dinleyin beni. Siz didişirken, bir şiir karaladım, ben. Bakın, ne anlatıyor bu söz. Sen de dinle, Derin Kuyu Apo. Hey, Sesinin Kokusunu Arayan Kadın; iyi dinle bu şiiri.”
İrkildim. Alık alık bakakaldım duyduklarıma.“Kimim ben? Ne arıyorum burada? Gerçekten, sesimin bir kokusu var mı, benim? Ya da, rengi? Her ses, bir kokuyu,bir rengi mi anlatır duyan kulağa? Ben, hangi sesin, hangi kokusunu atladım da; çözümsüz kaldım böyle? Alkole sığınmam, bundan mıydı? Şair tüm sesleri tanıyor madem; neden burada? Ya, Derin Kuyu Apo? Nereden biliyor, sesimin ne koktuğunu? Biliyor da, neden susuz kuyular gibi kararıyor gün boyu? Neden korku veriyor bakışları, insana?”
Koyu bir susuzluk duyuyorum; alkol susuzluğu. Yoksunluk, açlık, güçlü bir istek.
Ellerim titriyor, damarlarım aç. Gözlerim, lal bir şarap arıyor masada. Gül renkli, gül kokulu,
sevdalı bir kadeh. Gün batımı gibi, kıpkızıl bir sarhoşluk. Alabildiğine akşam. Sonrası gece ve hiçlik. Sorgusuz, yargısız. Kırılıyor kalem. Parmaklarım acıyor. Çok acıyor. Dayanamıyorum. Kalemi ben kırmadım oysa. Çok susadım sadece. Şarapsadım, ben. Lütfen, bir kadeh şarap. Bir kadeh lal kırmızısı. Bir akşamüstü huzuru, yorgun yüreğime.”
Saçlarım su içinde. Deniz tutuyor beni. Sandaldayım, küreksizim. Midem bulanıyor. Deniz, bir safra gibi kusuyor beni. Yemyeşilim, öd kokuyorum. Pis bir sintine suyuyum şimdi. İçinde yandığım gemilerden arta kalan, ölü bir yol tutkusu. Bağırdıkça “imdat!” diye, korku doluyor hücrelerime. Sefil bir ölüm kokusu burnumda. Dalgalar çarpıyor suratıma, rastgele. Alaborayım. Kıyıya çekiyor beni, bir şiir. Kanadı Kırık Şair çırpınıyor karşımda.
“Seviyorum seni,/ Sesinin kokusunu,/ Sözünün tınısını/ ve/ Katmerlisini gülüşünün/ Harelendikçe sesinde menekşeler,/ Afrika kokuyor dünya./ Sen, kokuyor./ Sesin, aşk,/ Sesin mutluluk,/ Sesin dünya kokuyor,/ Senin.” diye bitiriyor şair ve ağlıyor. Yüzünün, çatlamış toprağı ıpıslak. Gözaltı torbalarına hapsettiği dereler çağlıyor sanki. Çılgınca bir alkış sesi bölüyor derelerin akışını. “Yaşa, be şair! Varol, hep var ol sen!” sesleri, “ Artık uçma zamanı, kanadın iyileşti” sesine karışıyor. Balık Seyfi “ Bundan böyle adın, Uçan Şair, olsun senin.” diyor ve kalkıp öpüyor şairi. Uçan Şair, yarattığı olumlu havadan memnun, sandalyesinden kalkıp, Derin Kuyu Apo’ya sarılıyor. “ Ulan Apo, bir laf ettin şu kadına, bana neler yazdırdın. Sende, daha ne cevherler var, kim bilir? Hadi, anlat bize. Anlat da, öğrenelim.Ulan, mum dibi gibi karanlıksın. Hep susuyorsun. Aramızdasın ama yoksun. Burada bir senin öykün anlatılmadı. Bir senin, neden alkol kuyusuna düştüğünü bilmiyoruz. Hepimiz alkoliğiz, işte. Yok, birbirimizden farkımız. Ben rakıcı, o şarapçı, o biracı, o lalci. Yok, içimizde viskici, bilmem neci. Hepimiz aynı kumaşın desenleriyiz, arkadaşım. Sümerbank basması gibi. Bu topraktan dokunduk hepimiz. Belki o yüzden, seslerimizin kokusunu tanıyoruz. Belki o yüzden, birbirimizi arıyoruz, anlıyoruz ve seviyoruz.”
Ağlıyordu Derin Kuyu Apo. Yeniden suya kavuşmuş kuyu dibi gibi ışıldıyordu yüzü. Işıkla harelenen yaşlar değişik anlamlar yüklüyor, acılı ve yorgun kervanlar geçiyordu yüzünden. Birden kararan gökyüzü yıldırımlarla sarsılıyor, peşinden sağanak yağmurlar yağıyordu. Ormansız dağlar gibi düşüktü omuzları. Göğsündeki çırpınış, ökse kuşuydu kendi bedenine. Yüreği ile beyni arasında gidip gelen bir tanıktı gözleri. Hangisine inansın, hangisinin dediğine baksın, bilemiyordu. Oturduğu sandalyede iyice çökmüş görünüşüyle zavallı bir durumdaydı. Bir acıma duygusu ilişti yanı başıma. Yüzüne gelip giden bir karaltı, ürküttü beni. Ürperdim tepeden tırnağa. Bir şey vardı, bu adamda. Çok açık ama karanlık. Çok yakın ama sanrısal.
Uçan Şair’in kendinden emin bir şekilde yerine oturmasıyla, gözler Apo’ya çevrildi. Durumun nazikliğini kavrayan Apo, kendini toparladı, silkindi ve tek tek süzdü hepimizi. “Tamam” dedi. “Tamam, anlatacağım her şeyi. Ama önce bir çay içsek arkadaşlar. Diliniz, sözünüz kurumadı mı, ağzınızda? Battım Cemil, haydi çay getir hepimize. Benden; çay da benden, söz de benden, bu gün. Haydi, dinleyin bakalım. ”
“Olmaz,” diye, ellerini kaldırıyor Battım Cemil.”Ben, çayları getireyim de öyle başla anlatmaya. Yoksa çay may içemez kimse. Gitmem, vallaha. Bekleyin arkadaşlar” deyip koşarak çay almaya gidiyor. Gülüyoruz, çocuksuluğuna. Hoşumuza gidiyor. Bir gruba ait olmanın, kollanmanın, benimsenmenin kıvancı yerleşiyor aramıza.
Derin Kuyu Apo’ nun kaçamak bir bakışını yakalıyorum ansızın. Kurtulup, kendine kaçıyor, gözlerimden. Aranıyor, içinden bir şeyler bulup çıkartmaya çalışıyor. Bir söz kırıntısı, bir anı parçası, adım atılacak bir kapı belki de. Çat kapı gidilebilecek bir dost sıcaklığı. Anlayışla gülümseyip, yol açıyorum sözüne.
Çaylarımızı içiyoruz, cam bardaklarda. Berrak, şarabi, sıcacık, dem kokulu. Başlıyor Apo. Bakışları yerde, tedirgin, ürkek. Üflesen, tozacak kadar, dağıldı dağılacak. Uzamsız bir beden. Soluksuz bir ses, tek düze.
“ Ben, beş yıl önce yaptım askerliğimi. Güneydoğu’da, sınırda, bir dağ karakolunda. Yılın dokuz ayı kışın kalkmadığı, kalan üç ayında da, ancak elimizin kolumuzun ısındığı bir coğrafya. Yüreklerimiz hep üşürdü orada. Yüreklerimize yaz değmezdi hiç. Göre göre bıktığımız sisli bir gökyüzü, askeri yapılar, yine sisten göremediğimiz uçurum gibi bir boşluk aşağıda, vadi silueti. Bazen çok seyrek de olsa, yıldızlar parlardı gökte. Kendimizi tutamaz, çocuklar gibi çığlık atardık. Yeryüzünde olduğumuzu ve yaşadığımızı anlardık böylece. O zaman da, komutanlardan yerdik fırçayı. Stratejik bir noktadayız, düşmanın nerede olduğu belli değil. Üstelik bir de çığ riski var. Ulaşım kesilebilir, keşif noktaları örtülebilir.”
“Mutlak sessizlik. Günlerce telsiz sesinden ve kendi sesimizden başka hiçbir ses duymazdık bazen. Tedirginlik, önlem, korku ve dikkat kokardı sesimiz. Başka bir tını, başka bir renk açmazdı kar üstünde, dağ başında. Çırılçıplak ve mutlak beyaz, mutlak sessizlik. Üstümüzdeki üniformalar bile yitirirdi hakinin saltanatını. Böylece günler, aylar geçerdi. Biz, geçmediğini sansak da.”
“Sonra, başka bir zaman dilimi başlardı. Operasyonlar zamanı. Ses çoğalır, değişir, mekanikleşir ve ölüm kokardı artık. Gece gündüz, uçak ve helikopter sesleriyle sağırlaşırdı yüreklerimiz. Karşılıklı vur kaç pusuları, yaralıların sesini bastıran bomba sesleri, taşıdığımız arkadaşlarımızın yarasından damlayan kanın, kara düşerkenki şıp şıp sesi. ve hemen arkasından, damlayan kanı örten tipinin sesi. Bir de, elimizde ölen arkadaşlarımızın son soluk sesi. Ölümün sesi. Ürperten, donduran, kaynatan, sızlatan, bitiren ses. Çaresizliğin, acının, yanmanın, yakınlarına ne diyeceğini bilememenin sesi. Sadece ölüm kokan, sadece acı, sadece yıkım kokan ses. Başka koku yok, yok, yok işte.”
Yumruğunu masaya indirdi Apo, hınçla. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Başını yumruğuna dayadı ve masaya kapandı. Kırçıl saçları ve omuzları rüzgârda yaprak gibi sarsılıyordu. Bir fay hattı yarılıyordu gözümüzün önünde. Tanıktık hepimiz. Şiddetli bir deprem geçiriyordu Apo. Görecektik, hepimiz. Sonrasında nasıl bir coğrafya çıkacak ortaya, nasıl bir iklim oluşacak, denizlerini hangi renge boyayacak Apo; görecektik. Rüzgârlarının sesi hangi renkte kokacak, kuyularında hangi sular ışıldayacak; tanık olacaktık.
Kimseler dokunmadı, bekledik sabırla. Bekledik ki; püskürtsün içinde kaynayan magmayı. Yıksın duvarlarını eski dünyasının. Yıksın da, gün vursun yüreğine. Isınsın yürek
deltası. Bahar olsun, yüzünün iklimi. Bakışları çiçeklensin, kokulansın. Su yürüsün çatlaklarına.
“Ben, çayları tazeleyeyim artık.” diyerek, çay ocağına doğru yöneldi, Uçan Şair.” Bir de su getirir misin?”diye seslendim ardından. Eliyle onayladı, uzaklaşırken. Yaklaşan akşamın
serinliği katıldı aramıza, sessizce. Batmaya uğraşan yorgun güneş, kıpkızıl kollarıyla sardı hepimizi. Alkolik çocuklarının saçlarına, güzel kokulu güller takıyordu, giderayak. İç çekmeleriyle uğurladık kendisini. Bu arada çaylarımız geldi, yeniden. Sıcacık.
“Apo, Apo” diye, sarsarak, kaldırdık Apo’yu. Bir bardak çay koyduk önüne. Önce, suyla elini yüzünü yıkadı, toparlandı. Yerine oturdu ve tekrar başladı anlatmaya. Bedeni bir uzama kavuşmuş, yüzü açılmış, gözleri durulur gibi olmuştu. Daha dik oturuyordu sandalyesinde. İki eliyle kavradığı çay bardağıyla oynuyor, derin derin iç geçiriyordu. Bizlere de bulaştırdı, iç geçirmeyi. “Ah, ah! Şu alkolden bir kurtulsam.” dedi, Balık Seyfi. “Ne yapacaksın ?“ diye, atıldı Uçan Şair. “Ne mi yapacağım, şair? Güzel kokulu bir ses bulup, peşinden gideceğim. Ya da, seslerin kokusu üzerine doktora yaparım, kim bilir. Beni de yanında götürür müsün, Apo? “ Bir gülümseme alıyor hepimizi. Apo bile gülümsüyor. Hüzün, inceliyor sanki.
“Askerden döndükten sonra, çok uğraştım. Beynimdeki seslerden kurtulmak, sağalmak, normal yaşama dönmek için çok çabaladım. Psikiyatrik destek bile aldım. Ama olmadı. Neye el attımsa, koptu. Neye bulaştımsa çürüdü. Bir arafta kaldı aklım. İki ileri, bir geri. Yitip gitmedi sesler. Silinmedi görüntüler. Ne zaman bir damla kan görse gözüm, kar üstüne şıp şıp akan arkadaşımın kanının sesi çınladı beynimde. Arkadaşımı öldüren o ses, ölümün kokusu olup koktu burnuma. Ne zaman, bir eğlencede havai fişek patlatılsa, bir bombanın ardından çığlık çığlığa düşen insanların sesi patladı beynimde. Düğünlere bile gidemez oldum, silah atılır korkusuyla. Televizyonda filmleri ve haberleri izleyemez oldum.
Kanlı görüntüler, ölümler, bombalar, kar, kanlanmış kar, uçak sesleri, sirenler, çığlık sesleri.
Hepsi ölüm kokuyor. Sokaklar, caddeler, kavşaklar, duraklar. Her an bir şey olacakmış gibi.
Ailem bile anlamadı beni. Arkadaşlarım koptu, uzaklaştı. Askere gitmeden sevdiğim bir kızla nişanlanmıştım. Severdi o da beni. Ama o bile anlamadı. Gitti. Zaten geldiğim gün sığınmıştım alkole. Önceleri, bir iki bira derken, zamanla içmediğim kalmadı. Her gün daha çok, her gün daha çeşitli. Defalarca geldim gittim, bu merkeze. Çıkınca, başa döndüm hep. Sil baştan yüzdüm alkol denizinde. Oysa ölüm kokmayan, çığlık kokmayan, çürümemiş bir sesti aradığım. İnsana yakışır, yaşama yakışır, sevgi kokan bir ses. Yumuşacık, sarıp sarmalayan, okşayan bir sesin kokusuydu. Güneş gibi, dost gibi, sevgili gibi. “
Kendini kaptırmış, gözleri kapalı, anlatıyor Apo. Masa neredeyse boşalmış gibi. Uçan Şair’le birlikte üç kişi kaldık. O da, bana sessizce “Kal” dedikten sonra gitti. Şimdi, sadece ikimiz oturuyoruz masada ama Apo ayrımında bile değil. Hala gözleri kapalı anlatıyor. Hava karamış, serin bir güz yeli dolanıyor aramızda. Gökyüzü dolunaylı bir geceye hazırlıyor kendini. Tülümsü bulut kümeleri geziniyor tepemizde. Dolunayın çıkacağı yüksek binaların arkası kızarmış, akşamın konuğuna yol açıyor, gökyüzüne doğru. Üç beş yıldız parlıyor gökte, ayın ters yönünde. Akşam kuşları yuvaya dönme uçuşunda. Pırıl pırıl bir güz akşamı inen, üstümüze.
“İşte” dedi, “İşte, ben, o kokuyu duydum bu gün. Bir kadının sesinde koktu yaşam. Burcu, burcu çiçek bahçesi gibi rengârenk bir koku. Ne güzel söyledin sen, Şair. Silindi beynimdeki ölüm seslerinin kokusu. Burnuma aşk koktu, bu gün. Sahiden, Uçan Şair olsun senin adın. Çok yaşa e mi?”
Yavaşça uzanıp, tuttum elini. İrkildi. Bakakaldı, kocaman açılmış gözleriyle. Gözlerini ilk kez görüyordum. Akşam ışıkları yansıyordu bakışlarından. Su yürümüştü, besbelli. Sıkıca kavradı elimi. Dolunayın saltanatı, çoktan başlamıştı.
“Ayın sesini duyuyor musun?” dedi. “Aşk kokuyor ay sesi.”
Serpil Başak
20 Aralık 2008-Antalya
kalin ]