- 840 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yokluğun Sureti
Gün, yorgun , bitkin, pejmürde perdesini kapatmaya çalışırken gece sefası edasıyla akşamın umudu çicek açar, parıl parıl doğarmış batıdan.
Umut, saniyede bölünüp çoğalan hücreler gibi bir sonraki zamana devredermiş kendini. Hayat, umut demekmiş…
Yıllardır bütün cefasını çekmiş, bedenini sarmış, soğuğun keskin bakışlarından bir nebze kollayabilmişti belki...Yağmur ıslatmış, güneş yakmış, sararmıştı, solmuştu. Yakası, o ince boynuna destek olmaktan incelmiş, cepleri boş ellerini saklamaktan içerlemişti. Vatkaları taşıdığı yükten omuzlarına yapışmış, griyle füme arasıydı adamın ceketi.
Orta yaşı biraz geçkindi adam.Saçlarına olasıdan öte kır düşmüş, yüzünde çizgiler çelimsizce yerleşmiş, günlerdir traşsız yüzü, hüzün ve öfke karmaşasındaydı.
Başını öne eğmiş ağır adımlarla yürümeye çalışıyor, sanki varacağı yere en geç saatte varabilmeyi arzuluyordu.
Sokak tenhaydı. Hava kararmak üzereydi. Çocuklar bir bir evlerine çekilmiş, babalar işten gelmiş, anneler akşam yemeklerini hazırlamış...Şen kahkahalar pencerelerden sokağa taşmıştı.
Az önce sokağın başında beliren adam kaybolmuş, ağır adımlarının sesi duyulmaz olmuştu.
Aradan birkaç saat geçti geçmedi adam yine sokağın başında belirdi. Durdu. Sonra, yüksek binanın saçak altında, sokak lambalarının loşluğunda sığındığı taş kaldırıma çömeldi.
Üzerine bastığı ayakkabısının arkasından taşan topukları yere değiyor, tabanları ağırlığını taşıyamıyordu. Sırtını binanın duvarına yasladı adam.
Kollarını dizlerinin üzerinden sarkıtmış, gözlerini yere dikmiş, derin düşüncelere dalarken ayağının önündeki kiremit parçasına usulca uzandı. Kaldırım taşlarına bir şeyler karalamaya başladı. Çizdi...Çizdi...
Ellerini şakaklarına dayadı bazen. Bazen ceplerine soktu sığdıramadı. Bazen gözlerini gökyüzünde dolaştırdı, yıldızlara mırıldandı.
Saat epeyce ilerlemiş olmalıydı ki tutulan dizlerini elleriyle destekleyerek yavaş yavaş doğruldu adam. Az önce yerde bıraktığı kiremit parçasına bakarak öfkeyle tekmeledi...
Sokağın diğer ucunda ışıkları sönmüş küçük bir eve girdi adam. Gecenin yarısında elleri ceplerinde usulca süzülüverdi...
Ah yokluk ah !
Sen , bir babanın evde kendini dört gözle bekleyen yavrusuna bir oyuncak aldırmayacak kadar yoksun !
Sen , bir adamın yaşadığı bu sızıyı bilemeyecek kadar yoksun !
Sen , yavrusunun istediğini alamayınca, evine O uyuduktan sonra gitmeye çabalayan adamın taşlara çizdiği oyuncak sureti kadar yoksun işte ! Yoksun !
Senin adın yokluk öyle çoksun, işte öyle çoksun...
Özlem Pala