KAN ARANIYOR
Hayata karşı her zaman dimdikti. Sert mizacı, delici bakışları, hoyrat sözleri, kendine öncelik veren davranışları, sorunlar karşısında paniğe kapılmadan buluverdiği çözüm yolları onun kendine güvenen birisi olduğu izlenimini veriyordu. Kendisi de bu özelliklerinin farkındaydı ve hoşuna da gidiyordu. Nasıl gitmesin ki? Bu özelliklerinin hep avantajını görmüştü. Kafasına koyup da yapamadığı şu ana kadar hiçbir şey olmamıştı. Yeter ki neyi, nasıl yapması gerektiğini tasarlasın.
Hayatta minnet duyduğu tek insan annesiydi . Onun kendisine böylesine güvenen biri olmasında annesinin katkısını yadsıyamazdı. Her fırsatta ona teşekkür ediyor, “İyi ki senin oğlunum, iyi ki benim annemsin”, diyerek minnettarlığını dile getiriyordu.
Annesi bir gece rahatsızlandı. Doktorlar basit bir ameliyat sonrası sağlığına yeniden kavuşabileceğini söylediler. Birkaç gün hastanede kalacaklar, sıradan kontrollerden sonra güvenli yuvalarına döneceklerdi. Zaten tıp da ilerlemiş, operasyonlar eskiye oranla daha kolay bir süreçle atlatılır hale gelmişti. Baş etmesi bu denli kolay olan bir durum öncesi yüreğindeki sıkıntıya bir anlam veremese de bu ameliyat olacaktı, olmalıydı.
Tüm hazırlıklar yapıldı. Hastaneye yatış işlemini gerçekleştirdi. Doktorun ve hemşirelerin talimatlarını harfiyen yerine getiriyor, hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan, herhangi bir aksiliğin olmaması için tüm tedbirleri alıyordu. Ameliyat saati gelip çatınca “Bir saat sonra görüşürüz” , diyerek vedalaştılar.
Ameliyathanenin kapısında beklemek istemedi. Kapıda bekleyince ameliyat daha hızlı sonlanacak değildi ya! Bir saatten önce çıkmasının mümkün olmadığını biliyordu. En iyisi hastanenin bahçesine çıkmaktı. Temiz hava kendisine iyi gelebilir, kalbindeki sıkıntıyı yok edebilirdi. Bahçedeki kalabalık şaşırttı onu. Aslında bu bahçe her zaman böyleydi ama o, ilk defa fark ediyordu bu kalabalığı. Kim bilir daha önce kaç kere geçmişti hastanenin önünden. Belki başını çevirip bu kalabalığa da bakmıştı. Ama belleğinde bu kalabalık görüntüye dair iz yoktu. Bakmıştı ama görmemişti. Bakmakla görmek arasındaki fark çok ince bir detayda saklıydı. Ya hasta olacaktınız ya da hasta yakını.
Kantinden demli bir çay aldı. Plastik bardak önce ellerini yaksa da teni bu sıcaklığa çabucak alıştı. Plastik bardakta çay içmekten nefret ettiğini anımsasa da ilk yudum öylesine keyifli geldi ki, bu nefretini yeniden gözden geçirmeye karar vererek tebessüm etti. Bu hastane bahçesinde olduğu gibi daha önce fark etmediği ayrıntılar aklına takıldı. Ya da bildiğini sandığı ne çok önyargıları. Kim demiş plastik bardaktan çay içilmez diye? Bal gibi de içiliyor işte. Tamam, ince bellideki ihtişamı vermese de içilmez değildi en azından. “Plastik bardaktan çay içilebilir”, diye değiştirdi belleğindeki şemayı.
Kendine oturabileceği bir bank aradı. Aslında bank sayısı çoktu ama boş değildi. Bazıları ikişerli, bazıları üçerli, bazıları da tek tek ağırlıyordu misafirlerini. Yalnız oturan bir gencin yanında durdu. “Oturabilir miyim?” diye sordu. Gencin iletişim kurmak istemediğini “Evet, oturabilirsin”, anlamına gelen baş sallamasıyla anladı. O da bu mesajı doğru yorumladı. Bankta, görünüşte yakın ama gerçekte çok uzak bir ikili oluşturdular. İki de bir saatini kontrol eden genç, kısa bir süre sonra kalkıp gitti zaten. Gidişi de sessiz sedasız oldu. Bu duruma nedense içerledi. “İyi günler “ dilese dili aşınmazdı ya!
Çayını yudumlamaya devam ederken aradan on beş dakikanın geçtiğini fark etti. Ameliyatın bitmesine daha çok vardı. On beş dakika ne kadar da uzun gelmişti oysa. Beklemek söz konusu olunca zaman nasıl da naz ediyordu? Göz açıp kapayıncaya kadar geçen nice on beş dakikalarını düşünürken bir çocuğun “ Amca, amca!” demesiyle irkildi.
- Amca, çayını bitirince bardağını bana verir misin?
- Neden?
- Biriktiriyorum.
- Ama bunlar mikroplu olabilir. Hastanede olduğunu unutma. Meselâ, ben hasta olabilirim ve bu bardağı kullandığında hastalığım sana da geçebilir.
- Olsun, yıkarım ben. Zaten bardakları ağzıma götürmeyeceğim, onlara kum doldurup kule yapacağım.
- Peki, sen bilirsin.
Çocuğun gözleri sevinçle parladı. Zafer kazanmış kahraman edasıyla beklemeyi sürdürdü.
- Al bakalım, bardak senindir.
- Teşekkür ederim, diyerek ortadan kayboldu.
Birbirine benzeyen bardakları biriktirerek kule yapmak kimin aklına gelirdi ki? Ancak bir çocuğun. Yüzündeki tebessüm birden yerini ciddi bir ifadeye bıraktı. Bu çocuk ne demişti ona. Evet evet, ona amca diye seslenmemiş miydi? “ Amca mı? Yok artık daha neler! Çocuk işte. Boyum ondan uzun diye yaşımın da büyük olduğunu sanıyor. Evet ya öyle olmalı. Daha yaşım kaç ki? Tamam, çok genç sayılmam ama amca olacak çağa da gelmedim henüz. Geldim mi acaba? Yok yok, gelmedim elbet. Bir çocuğun demesiyle amca da olunmaz ki. Ağabeyim ben, ağabey! “
Zamane çocukları böyle oluyor işte. Pat diye söyleyiveriyorlar aklına geleni. Amca olabileceği gerçeği tokat gibi çarptı yüzüne. Kendini genç hissediyordu hissetmesine de dışarıdan belli olmayışı ve amca olarak algılanması bir çocuğun gözleriyle bile olsa canını sıkmıştı. Spora daha çok ağırlık vermeli ve beslenmesine de dikkat etmeliydi. Biraz da giyimine dikkat ederse amca durumundan çıkabilirdi. Gerçeği inkâr etmek hem kolaydı hem de rahatlatıcı. Ama idrak edemediği bir gerçek vardı ki geride bıraktığı yılların toplamı hiç de azımsanacak gibi değildi.
Kuleler yapıp yapıp bozan çocuğun hareketliliğini görünce “ İyi ki evlenip çocuk sahibi olmamışım “ diye düşündü. Annesinin çok istemesine rağmen evlilik konusunda isteksizdi. İşine o kadar çok vakit ayırıyordu ki ciddi anlamda bir ilişkiyi devam ettirecek zamanı olmuyordu. Sıradan, yapay, duygusuz, yarını belli olan sonlu ilişkiler… Ne zaman bu konuyu düşünse Sema gelirdi aklına. Neredeyse nikâh masasına oturtacaktı kendisini. Evlilik o dönemde güzel görünmüştü gözüne. Sema’nın yanında kendisi gibi oluyor, özlemini duyduğu huzuru yakalıyordu. Sema hem uysaldı hem de atak. Hem nazikti hem de naif. Doğru bildiğini söylemekten kaçınmazdı ama bunu yaparken bile çok ince davranır kalp kırmaktan kaçınırdı. Bu ince ayarı nasıl yapabildiğine şaşırır, içten içe kıskanırdı onu. Kendisinde olmayan sükûn Sema’da olunca tamamlıyorlardı birbirlerini. Taa ki bir gün Sema hayatından çıkana kadar…
“ Sevgilim,
Seni çok sevdiğim için hayatından çıkıyorum. Kendine öylesine güveniyorsun ki son zamanlarda bu durum hata yapmana sebep oluyor. Şu anda sana hatalarını sıralayacak değilim. Her yaptığına sebep aramayacağını ve inkâr etmeyeceğini bilsem inan söylerdim. Ama nafile. İnce bir çizgideydin uzun zamandır. Ve gitgide bu çizgiden yukarılara çıktın. Kendine duyduğun güven kibir boyutuna çoktan yaklaştı. Kalbin hırstan karardı. Ve korkarım bu hırs seni bencilliğe sürüklüyor. Kendinden öncelikli hareketlerin sana kısa vadede çok şey kazandırıyor olabilir ama beni uzaklaştırdığı kesin. İçinde bulunduğun bu kısır döngünün farkında olabilmeni bekledim hep. Ama benim uyarmalarıma ancak bahane üretebildin. Yanındayken de bu savunma halin hep devam edecek. Sen bende sadece kendini yaşamak istiyorsun. Kendi hayatını, kendi özlemlerini, kendi planlarını. Benimkiler ise yok olup gitti. Ben de sen de kendim olabileceğime inansaydım şu anda bu satırları okuyor olmazdın. Sen bende var oldukça ben sende yok oldum. Ve kendine öncelik verme sırası şimdi bende.
Neyse…
N’olur bana gücenme.
Sema “
İki yıllık bir ilişki. Okuması iki dakika bile sürmeyen bir mektupla son bulmayı hak etmiyordu aslında. Sema bunları yüzüne söyleyecek cesareti bile bulamazken kendi olmaya nasıl cesaret edecekti ki? Daha da önemlisi onsuz nasıl yaşayabilecekti? Saçmalamıştı. Belki de ilk defa saçmalamıştı. Resmen kendisini kibirlilikle suçlamış, bencil olduğundan bahsetmişti. Ondaki güven, Sema’nın güvensizliğine ayna tutmuş, korkup kaçmıştı. Şu anda yaşadığı duygu, öfkeyle karışık kızgınlıktı. “ Bunu bana nasıl yapar, beni nasıl terk eder, o kim oluyor ki beni yargılıyor, kendini ne sanıyor bu kadın, bu ne cüret…” Gittikçe büyüyen, yanına nefreti de katarak çoğalan bir sitem. Hemen telefona sarılmak ve neden!, neden!, neden! diye haykırmak istese de bunu yapmadı. Ondan sonraki gün de, sonrasında da yapmadı. Her telefonu çaldığında içinden, “Bak işte, bensiz yapamadı, mutlaka Sema’dır ” diye geçirdiyse de hep yanıldı. Ondan geriye, yazdığı mektup, giderken bıraktığı sevgisi ve ona eşlik eden nefreti kaldı.
Semasız geçirdiği bir yılın ardından annesi ameliyat masasındayken, hastane bahçesinde onu düşündüğüne inanamıyordu. Aslında hayatına birçok kadın girmişti. Her defasında Sema’nın kokusunu, Sema’nın sesini, Sema’nın nefesini, Sema’nın bir benzerini aradığını fark ediyor, sessiz sedasız çıkıp gidiyordu onların hayatlarından. Tıpkı Sema’nın gidişi gibi. Bu sayede Sema’dan intikamını almış oluyor, kadınları terk eden sadece ben olurum düşüncesiyle nefretini azaltmaya çalışıyordu. Bir an aklına geliyor ve bütün gününe mal oluyor, tüm benliğini sarıyordu. Acaba Sema’nın da aklına düşüyor muydu? Kim bilir…
— Amca? Amca? Senin kan grubun ne?
Off! Yine o çocuk. Üstelik hâlâ amca diyor. Yıllarını nasıl da yüzüne çarpıyor? Sırası mı şimdi? Çay bardağı da yok elinde. Niye geldi ki yanına?
- Duymadın mı amca? Kan gurubunu soruyorum.
- Kan mı? Aa evet, şey… A Grubu. A pozitif. Ne oldu ki?
- Anneme lâzımmış. Herkese soruyorum. Kimse vermek istemiyor. Babam aramaya gitti. Bulamazlarsa annem iyileşemeyecek. N’olur amca sen verir misin?
Birden afalladı. Düşüncelerinden sıyrılıp duyduklarına dikkatini vermekte zorlandığını hissetti. Karşısında duran minik çocuk bu sefer kendisinden plastik bardak değil, kan istiyordu. Ağlamaklı gözlerine bakınca içinde bu çocuğa karşı dayanılmaz bir acıma, daha doğrusu merhamet duygusu hissetti. Belki de annelerinin hasta oluşu ikisinin de şu anda yaşadığı ortak bir paylaşımdı. Kan vermek yerine, onu rahatlatan sözler sarf etmeyi uygun buldu:
— Bak küçük. Eminim baban, annene gerekli olan kanı bulacaktır. Çünkü çok yaygın ve çabuk bulunabilen bir grup. Benim işim olmasaydı inan ki verirdim. Ama birazdan annem ameliyattan çıkacak ve onu karşılamazsam bana çok kırılır.
— Herkes böyle söylüyor zaten. Kimse vermek istemiyor. Al! İstemiyorum bardağını! ...
Küçük çocuk ağlayarak uzaklaşırken sadece bakakaldı. Aslında işi olmasa, kan vermekten kaçınmaz, insanlık görevini yapmaktan geri kalmazdı. Saatine baktı. Evet, nihayet bekleyiş bitiyordu. Ameliyathanenin bulunduğu yere gidip biraz da orada beklemeye karar verdi. Koridorda ilerlerken oradan oraya koşturan görevlileri görünce sağlık personeline olan saygısı bir kez daha arttı. Emanet aldıkları canı teslim etmemek için verdikleri uğraş gerçekten görülmeye ve de takdire değerdi. Kendisi gibi bekleyen birkaç hasta yakını ile birlikte duvara dayandı. Sonra bir sesle irkildi. Hemşire annesinin adını söylüyordu:
- Neriman Doğan’ın yakını burada mı?
Bir süre cevap veremedi. Sesi çıkmadı. Buradayım diyemedi. Neden onu arıyorlardı ki? Yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıydı. Tüm gücünü topladı:
- Ben oğluyum, diyebildi.
- Merak etmeyin, durumu iyi. Sadece çok kan kaybı oldu. Yaşından dolayı bu komplikasyonu atlatmasında ona destek olması için kan gerekiyor. Yalnız…
- Evet, yalnız… Ne demek bu hemşire hanım.
- Hastanemizde kan bulunamadı. Kan Merkezi’nden tedarik edilmesi gerekiyor. En kısa zamanda iki ünite kan bulmanız gerekecek.
- Gerek yok ki. Benim de kan grubum annemle aynı. A Rh Pozitif. Benden alın.
- Tetkiklerden geçmeyen kan kullanılmaz. Siz bile olsanız kurallara aykırı.
Hızla merdivenlerden aşağıya indi. Hemşire haklıydı aslında. Oğlu bile olsa kan vermek ciddi bir işti ve bu konuda onunla tartışarak vakit geçirmek istemedi. Arabasına bindiği gibi doğru Kan Merkezi’ne gitmeye koyuldu. Taksicilere yolu sora sora nihayet bulabildi. Hâlbuki burası bildiği bir yerdi. Sema ile sık sık vakit geçirmekten hoşlandığı çay bahçesinin tam da karşısındaydı. Nasıl olmuştu da bu binayı hiç görmemişti? Şaşırmıştı doğrusu. Önündeki minik bahçeli yoldan geçerek “Kan Merkezi” yazılı ışıklı tabelayı görünce içi aydınlandı. Hayat veren bu bina onun da canına can katmak için tüm görkemiyle karşısındaydı.
Danışmada duran bayana yaklaşarak heyecanla sordu:
- İki ünite kana ihtiyacım var. Buyurun bunlar da hastanenin evrakları.
Görevlinin yüzü, evrakları inceledikten sonra birden değişti. Üzgün bir ifadeyle:
- Geçmiş olsun. Ama aradığınız kan grubu ne yazık ki şu anda merkezimizde yok.
Kulaklarına inanamadı. Dalga geçiyor olmalıydı. Sesinin tonunu bu kez yükselterek yeniden söze başladı:
—Nasıl olur? Burası kan merkezi değil mi? Üstelik de en kolay bulunabilecek bir grup. Ne yani bugün git yarın gel mi diyeceksiniz?
— Beyefendi, sıkıntınızı anlıyorum. Ama elimde olan bir şey değil. En kolay ve en yaygın gruptur A Rh Pozitif. Bu sebeple de en çok aranılan ve tüketilen grup. Bu gece gelen hasta yakınları da var. Tetkikten geçirilmiş kanları getiren arabamız 2–3 saat içinde burada olacak. Beklemek zorundasınız.
Derin bir nefes aldı. Sakinleşmeye ihtiyacı vardı. En zor şartlarda bile olayları tersine çevirmeyi başaran kişi o değilmiş gibi ilk kez kendisini bu kadar çaresiz hissediyordu. Annesinin sıklıkla kullandığı bir söz geldi aklına. “Paranın geçmediği yer de vardır.” İşte tam da o yerlerin birindeydi. Cebindeki son kuruşu da verse kan bulamazdı şu anda.
Oysa günde kaç kere “Kan aranıyor” anonslarını duyup da duymazdan gelmişti. Nasılsa veren bulunur deyip üzerinde düşünmemişti bile. Ama bu olayı atlatsın, annesi hele bir iyileşsin ilk işi kan vermek olacaktı. Kendine söz verdi. Bekleme salonuna geçerek gelecek olan arabanın yolunu gözlemeye koyuldu. Cam kenarına oturdu. Dışarıda insanlar sağa sola koşturuyor, kimisi evlerine gitmek için acele ediyor, kimisi de vitrinlere baka baka gezinti yapıyordu. Şu anda onların yerinde olmayı ne kadar da arzuladığını fark etti. Boş boş sokaklarda dolaşsa, acele etmeden varmak istediği yere gitse, bir şeyleri beklemese…
Kendini bu derin düşüncelere öylesine kaptırmıştı ki yanında bitiveren küçük çocuğu son anda görmüştü. Gözlerinin içine baka baka merakla sordu:
- Amca, anneme kan vermeye mi geldin?
Nedense bu sefer çocuğun amca demesine içerlememişti.Ya bu söze çok alışmıştı ya da birkaç saat içinde kendini yaşlanmış görüyordu. Konuşmak istemese de bu çocuğa karşı ,içinde tanımlayamadığı bir sıcaklık hissediyordu. Ne de olsa şu anda ortak bir sıkıntıyı paylaşıyor, atlatmak için didinip duruyorlardı. Başını kaldırdı ve adını bile bilmediği çocuğun gözlerinin içine bakarak:
- Hayır delikanlı, annem için kan bulmaya geldim. Tıpkı senin gibi.
— Benden almıyorlar. Büyüyünce alacaklarmış.
Çocuğun başını okşadı:
- Merak etme, ikimizde biraz sonra kan bulup annelerimize götüreceğiz. İkisi de iyi olacak. Hem de eskisinden daha iyi.
Çocuğun yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Koşarak kendine seslenen babasının yanına gitti. Çocuğun ardından bakarken ilk defa çocuk sahibi olmanın hiç de keyifsiz bir şey olmayacağını düşündü. Her zaman sevebileceği bir can. Üzüntüyü ve sevinci beraber yaşayabileceği bir varlık. Derin bir iç çekti. Sahi, Sema’nın da aklına düşüyor muydu arada sırada da olsa…
Demir kapının gıcırdamasıyla daldığı düşünceden sıyrıldı. İçeriye giren adamın koyu kasveti ortamın daha da ağırlaşmasına sebep olmuştu sanki. Oysa nereden bilebilirdi ki bu kişinin bir hayatı daha içinde sakladığını. Sadece kendisine değil, bir başkasına ait olan hayata can katmaya gönüllü olduğunu. Geçici bir süre küskünleşmiş yaşama, kanıyla hayat vermeye çalıştığını. Bankta sessizce yanında oturan ve sonra da aynı sessizlikle çekip giden bu terbiyesiz, saygısız adam kan vermeye gelmişti işte. Tüm benliğinin derinden sarsıldığını, utancının duvarlarda yankılanıp dört bir yana dağılarak tüm dünya tarafından göründüğünü sandı. Birkaç saat önce küçümseyerek arkasından bakarken şimdi büyük bir saygı ve minnettarlık duyuyordu. Bundan böyle peşin hüküm vermemek konusunda kendisine söz verdi. Bir taraftan annesinin ameliyatıyla uğraşırken, öte yandan önyargılarının bazılarının zincirlerini de tek tek kırdığını fark etti. Önce plastik bardak, sonra çocuk, şimdi de bu adam. Bu bilinçle Sema hayatında olsaydı acaba ilişkileri farklı bir boyutta olur muydu? Cevabını bilemeyeceği bir soru sormuştu kendine. Ahh Sema… Bugün ne kadar da çok düşmüştü aklına. Sahi, Sema’nın da aklına düşüyor muydu arada sırada da olsa…
Bekleme salonu birden hareketlendi. Beklenilen haber gelmişti. Kan Merkezi’nin arabası nihayet ulaşmıştı. Görevli tek tek isimleri okudu. Sıra ona gelince kalbinin atışını bundan sonraki yaşamında hep hatırlayacaktı. Heyecanla karışmış olan mutluluktan evrakı bile zar zor imzalayabilmişti. Kucağında sıkı sıkı tuttuğu iki ünite kan, onun ve annesinin paha biçilmez hazinesiydi. Hiç bu kadar mutlu olmadığını düşündü. İşinde büyük başarılar, övgüler kazandığında duyduğu mutluluk bunun yanında nasıl da basit kalıyordu. Demek ki işiyle ilgili yaşadığı sıkıntıların da zerre kadar değeri yoktu. Hayat kısacıktı ve üzülmeye değecek kadar da ciddiye alınmaması gereken bir süreçti. Keşke bu mutluluğunu paylaşabileceği biri olsaydı yanında. Sema da çok sevinirdi kan buluşuna. Sahi, Sema’nın da aklına düşüyor muydu arada sırada da olsa…
Hızla arabasına doğru ilerledi. O karışıklıkta minik çocuğa hoşça kal bile diyememişti. Yüzündeki mutluluğu görmeyi çok isterdi. Ama şimdi çocuğu arayarak oyalanmanın gereği yoktu. Annesi narkozun etkisinden kurtulmuş, onu bekliyor olmalıydı. Hem de merakla. Ameliyat sonrası annesinin yanında olamamak kadar, şu anda hastane odasında yapayalnız olduğunu düşündükçe gaza biraz daha basma isteğine engel olamadı. Yol gittikçe uzuyordu sanki. Kırmızı ışık süresi bu kadar uzun muydu daha önce de. Bu kadar sık mı yanıyordu, yeşil ışığa ne olmuştu? Gerginliğinin sebebi belliydi aslında. Bunda ışıkların suçu yoktu. Nihayet hastane göründü. İlk bulduğu boşluğa arabasını park etti. Tedirgin bekleyiş sona ermiş, elindeki iki ünite hazineyi yerine ulaştırmanın heyecanıyla hızla merdivenlere yönelmişti. Asansörü beklemek bile istememişti. Annesinden önce hemşirelerin bulunduğu odaya yöneldi. Onlara müjdeyi verdi. Kan ile ilgili bir iki minik tetkikten sonra odaya getireceklerini söylediler.
Artık annesinin yanına gönül rahatlığıyla gidebilirdi.
Kapalı olan kapıyı sessizce açtı. Uyuyor olabilirdi. Ama hayır, uyumuyordu, hatta birisiyle bir şeyler konuşuyordu. Kimdi bu kadın? Annesine neler söylüyordu böyle. İki kadın da onun odaya girişini sonradan fark ettiler. Annesinin gülümsediğini görünce çok rahatladı. Sırtı dönük olan kadın yavaşça ona doğru döndü. Aman Allah’ım… Sema…
Donakaldı, bakakaldı. Gözlerine inanamadı. Yok artık. Sema’yı o kadar çok düşünmüştü ki bugün, hayalini görmeye başlamıştı işte. Zihni ona bu oyunu da oynamıştı sonunda.
Sema yakınına gelmiş, yumuşacık sesiyle:
-Geçmiş olsun demek için uğramıştım. Annenin ameliyatını bir arkadaştan duydum. Nasıl olduğunu merak ettim. Ben artık gideyim. Bir şeye ihtiyacınız olursa… Neyse. Tekrar geçmiş olsun.
Sema kapıya doğru yöneldi. Biraz tedirgin, biraz da ürkekti gözleri. Annesini çok severdi eskidende. Bu ziyarette başka bir anlam aramamalıydı belki ama yine de çok şaşırmıştı. Ve çok da sevinmişti. Sema’yı burada görmek bir rüyanın gerçekleşmesi gibi bir şeydi.
Tüm cesaretini topladı ve Sema’nın elini tutarak:
-Gitme! Bu sefer gitme. Kal biraz daha. Hatta hep kal. Lütfen!
Şimdi şaşırma sırası Sema’daydı. Ondan böyle bir tepki hiç beklemiyordu. Kalbi kal dese bile Bay Bilmiş tenezzül etmez, kal diye yalvarmazdı böyle. Değişmiş olmalıydı. Sadece “Peki” diyebildi. Bunu derken gözünden akan bir damla yaşın fark edilmemesi için uğraşıyordu.
Özlemle sarıldılar. Hiçbir şey demeden. Birbirlerini suçlamadan. Kaldıkları yerden. Tıpkı bir yıl öncesi gibi. Tıpkı ilk günkü gibi.
Aranan kan bulundu böylelikle. Hem annesine. Hem kendine.
Özden HORAN
@Edirne
31.03.2009