- 478 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TÜKENİŞ
Gözlerini zorlukla açabildiğinde ilk gördüğü, bir kablonun ucunda sallanan, sinek pislikleriyle süslü bir ampuldü. Nerede olduğunu anlayabilmek için etrafına göz gezdirdi. Bu arada, kapının yanında bir kenarı kırık lavabodaki musluktan damlayan su sesi insanın beynini oyan bir matkap gibi sinir bozucuydu. Yutkunmak istedi ama ağzının içi yapış yapış olduğu için beceremedi. Diliyle kuruyan dudaklarını ıslatmaya çalışarak yattığı yerden doğrulmaya çalışınca başı döndü. Dirseğine dayanarak etrafına bakındı. Tozdan pislikten belli olmayan perdenin arkasında yağmurun habercisi gri bulutlarla kaplı gökyüzü görünüyordu. Komodinin üzerinde tepeleme izmarit dolu kül tablası ve odaya sinmiş ekşi insan kokusu mide bulandırıcıydı. En son ne zaman badana yapıldığı belli olmayan duvarlar rutubetten pul pul kabarmıştı. Nerede olduğunu düşünürken kapı arkasında asılı oda fiyat listesini gördü. Fiyatlar öylesine komikti ki, ucuz bir otel odasında olduğu anlaşılıyordu. İyi de, ben buraya nasıl geldim diye kafasını zorladığında her zaman gittiği Beyoğlu, Büyükparmakkapı sokakta meyhaneyi anımsadı. Burası daha ziyade müdavimlerinin devam ettiği ve son zamanlarda tüm parasını harcayıp iki gecedir veresiye taktığı bodrum katı bir yerdi. Dün akşam ne kadar içtiğini hatırlamıyordu ama son olarak gelen yarım ufaktan bir yudum aldığında garsonu çağırmış, bu “Allahın suyu” diye adamı azarlamıştı. “Yapma abi, nu suyu” demişti adamcağız. “Utanmadan ne suyu diye soruyor. Resmen musluk suyu ulan. Şimdiye kadar buraya bir kamyon para bıraktım. Herif sarhoş oldu diye bu yapılır mı be”
Hadise belki daha da büyüyecekti ama yan masada oturan yaşlı bir adam, onun sek içtiği rakıya bir parmak su koyup beyazlaşmasını işaret etmiş, “ Sen duvarı delmişsin usta” demişti. Alkol zehirlenmesi demek ki böyle oluyordu.
Sonra? Meyhaneden çıkarken patronun pekte dostça bakmayan gözleri, onu burada bir daha görmek istemezmiş gibiydi. Sonrasını hatırlamıyordu. Oralarda bir yerde film kopmuş olmalıydı.
Kalorifer peteği bir aksesuar olarak yerinde ama oda buz gibiydi. Yorganı sırtına çekip ayaklarını karyoladan aşağıya sarkıttı. Yatağın altında ayakkabılarını bulup üzerlerine bastı. Başarısız birinci denemenin ardından ikincide kalkabildiğinde başı dönmüş, göğsünün alt tarafına bıçak gibi bir ağrı saplanmıştı. Dengesini sağlamak için karyolaya tutundu. Yorganın iki ucunu göğsünde kavuşturup lavaboya doğru ayaklarını sürüyerek yürüdü. Pislikten buğulu gibi duran aynada kendisine baktığında gördüğü sefil suratı artık yadırgamıyordu. Cildi bile pörsümüş gibiydi. Kulaklarını örtecek durumda ve günlerdir tarak görmemiş saçlar, bir haftalık sakalın ortasında kendine bakan fersiz ve çapaklı gözler ve sağ şakağının üzerinde kanlı yara bandı bu iğrenç görüntüyü tamamlayan bir aksesuar gibiydi. Daha dikkatli bakınca alt dudağının da patlamış olduğunu fark etti. Sebebini ve zamanını şimdi tam hatırlayamadığı kavgada iki üç kişi onu fena benzetmişlerdi. Vücudundaki her yara bere geçmiş bir günün hatırası gibiydi.
Hırpalanmadığı zaman mıydı vardı ki? Başka biri becerememişse bunu kendi hallediyordu. Üç dört gün önce, sanki bir iş yaparmış gibi havaya attığı bardağa yumruk atmıştı. Tabii ki şimdide parmaklarını oynatamıyordu.
Başını buz gibi suyun altına sokunca bir an beyni dondu sandı. Ama iyi de gelmişti. Islak saçlarını parmaklarıyla düzene sokmak istedi ama arkaya doğru bastırdığında şakaklarının gereğinden fazla açılmış olduklarını görünce pek de şaşırmadı. Aynalarla uzun sure küs kalınca, böyle sürprizlere hazırlıklı olmak lazımdı. Bu tempoda giderse yakında kafasında saç namına bir şey kalmayacaktı.
O kadar hareket bile onu yormaya yetmişti. Ayaklarını sürüyerek tekrar karyolaya döndüğünde nefes nefese kalmıştı. Kül tablasının içinde kırmızı ruj lekeli kağıt mendil gözüne takıldı. İncelemek için eline aldığında ucuz parfüm kokusuyla gözünün önünde sarışın bir kadın hayali canlandı. Ve onun yardımıyla tökezleyerek çıkmaya çalıştığı merdivenler. Kadını nereden bulduğunu düşünürken iskemlenin üzerinde bir cebi dışarıda olan pantolonuna gözü takıldı. İnşallah tahmin ettiği şey değildir diye ceplerini kontrol ettiğinde acı acı sırıttı. İşte bu harikaydı. Sonunda, yüzünü bile hatırlayamadığı bir orospu tarafından soyulmuştu. Sırtından yere kayan yorganına bir tekme de o attı. Yatağın altında yalnız bir tekini bulabildiği çorabı hangi ayağına giyeceğini düşünürken gene gözlerinden yaşlar boşaldı. Bu son haftalarda sıkça olmaya başlamıştı. Nedense, her rezil gecenin sonrası uyandığında, nedamet gösterisi gibi bir ağlama nöbeti başlıyordu. Kendisini bir bok sanan, gebermeyi de yaşamayı da beceremeyen bir zavallı olarak her şeyden ama özellikle kendinden bıkmıştı.
Biri Sarayburnu’ndandenize, ikincisi bir apartmanın beşinci katından kendini boşluğa atma denemesi, hep son anda birilerinin müdahalesiyle başarısız olunca, bir üçüncüyü yapacak cesareti kendinde bulamamıştı. Bu işi belki başkaları yapar diye sudan sebeplerde çıkardığı kavgalarda kamikazeler gibi her türlü belanın içine dalıyor, beynini dağıtacak bir odun veya temiz bir bıçak darbesi ile son noktanın konmasını beklerken, kırık dişler, patlamış dudaklar, çatlak kaburgalar tek kazancı oluyordu. Demek ki, bu sefil görüntüsüyle kimse onu adam yerine koymayıp başını belaya sokmak istemiyordu.
Krize dönüşen zırlamasının sesi bir hayli yükselmiş olacak ki, yan odada duvar yumruklandı.
“Burada uyumaya çalışıyoruz be, uluyup durma orada. “Ha s….r” diye bağırdı. “Ne bok yiyeceğimi sana mı soracağım hıyarağası”
Ağlamaktan yorulunca gidip yüzünü yıkadı. Başı
çatlayacak gibi ağrıyordu. Ceketinin cebinden orospunun almaya tenezzül etmediği aspirinlerden iki tane yuttu. Gömleğini ve pantolonunu giymeye çalışırken yağmur damlaları camı dövmeye başlamıştı. Gökyüzü bile haline gözyaşı döküp ona eşlik ediyor gibiydi.
Bu gün günlerden ne diye düşündü ama çıkaramadı. Yılbaşı yaklaşmış olmalıydı. Yeni veya eski yıl onun için pek fark etmiyordu ama çoktandır kabrini ziyaret etmediği geldi aklına. Aslında, geceleri zil zurna sarhoş, gündüzleri de bir türlü ayılamayan onun gibi birisinin öyle kutsal bir mekanda ne işi vardı ki? Tanrım, yumuşaklığını ve kokunu nasıl özledim diye inlerken gırtlağından patlayan hıçkırığa mani olamadı. Ağlamak, deşarj olmak için belki iyi bir yoldu ama o da insanı yoruyordu. Buna bile derman kalmadıysa…..
Ayık olduğunda aklına gelirse on beş yirmi günde bir eve telefon açıyor, annesinin konuşmasına meydan vermeden merak etmeyin, ben iyiyim diyerek kapatıyordu. Onu bu halde görseler herhalde şok geçirirlerdi.
Bakalım bu ne kadar sürecek, daha doğrusu bu tempoya ne kadar dayanabilecekti?
Geçenlerde postaneden çıkarken eski bir arkadaşını görmüş, kendisini fark etmesin diye önünden geçen tramvaya zor atmıştı kendisini. Şu anda kimseye dert anlatacak hali yoktu. Hele bir dolu nasihat ve acımalara hiç katlanamazdı.
Pantolonunu giyerken salaklığının işareti gibi hala dışarıda olan cebi içine tıktı. Gömleğinin üzerine yazlık ceketini giyerken yere düşen tarağı alıp saçlarını taramayı denedi. Ama tarağın üzerinde bir tutam saç görünce vazgeçti. Unuttuğu bir şey var mı diye etrafına bakındı. Paltosu, nerede bıraktığını bilmediği için bir haftadır kayıptı.
Koridora çıkıp merdivenlere doğru yürürken, önünden geçtiği bir kapının arkasındaki kadın ”Ne olur bana iyi davran” diyordu. Cevap ise erkeğin kısa bir homurtusu.
Ayaklarını sürüyerek merdivenlerden iki kat aşağıya inerken tökezleyip düşmemek için tırabzana tutunup adımlarını dikkatli atıyordu. Son basamakları da bitirip resepsiyona yaklaşırken, bankonun arkasında iskelete benzer adam okuduğu gazeteyi bırakıp gözlüklerinin üzerinden ona baktı.
= Merhaba dedi ama adamdan cevap alamadı. Kaldığım odanın numarasını bilemiyorum ama üzerimde hesabı ödeyecek kadar para yok. Bunu size rehin bıraksam diyerek orospunun gözünden kaçmış olan saatin kayışını sökmeye çalışıyordu.
Adam tekrardan gözlerini önündeki gazeteye çevirirken mırıldandı.
= Gerek yok. Sen akşam geldiğinde dut gibiydin. Beraber yukarı çıktığınız hanım bir müddet sonra hesabı ödeyip gitti. Ben durumu tahmin ettim ama üzerime vazife olamayan şeylere karışmam dedi bu tür şeylere alışık bir insan edasıyla.
Neme lazım. Orospu erkek karıymış diye düşündü. İstemese onu da ödemezdi ya.
Saate baktı dördü on geçiyordu. Yalnız, hava kapalı olduğu için sabah mı akşam mı belli değildi. Bu durumda ne fark ederdi ki.
Dışarı çıktığında ayazdan bir an soluğu kesildi. Karla karışık yağmur insanı döver gibiydi ve onun cebinde tek kuruşu yoktu. Ceketinin yakalarını kaldırıp yürümeye başladı. Baştan nerede olduğunu çıkaramamıştı. Tünel’e yakın bir yerden İstiklal caddesine çıkınca durumu anladı. Hedefi, Sirkeci’deki köhne fakat sıcak oteliydi. Ya sonrası? O sonranın cevabını kim bilebilirdi ki?
Yüksek Kaldırım’dan Karaköy’e ininceye kadar ceketi suyu tam manasıyla emmiş, iç çamaşırlarına kadar sırılsıklam olmuş, pantolonu bacaklarına yapışmıştı. Soğuk, kaç dereceydi belli değildi.
Galata köprüne ayak bastığından beri ancak on beş yirmi dakikada bir kar zincirleri takmış bir araba geçiyordu. Fakat etrafta bir Allahın kulu bile yoktu. İskelelere yanaşık vapurların bacaları da suskundu. Köprünün ortalarına geldiğinde soğuktan bütün vücudu uyuşmuş, tüm enerjisini tüketmiş gibi bitkindi. Biraz soluklanmak için durduğu an tekrar hareket etmesinin imkânsızlığını anladı. Halicin karanlık sularına göz attı. Öyle davetkâr bir hali vardı ki. Hazır etrafta bu defa engelleyecek kimse de yoktu. Gelecekten ne bekleyebilirdi ki? Tam sırası. Bitir bu kepazeliği diye düşündü ama düşünmek yetmiyordu ki. Her şeyden önce köprü korkuluğunu aşacak gücü kalmamıştı. Haliç’e baktı. Koyu bir griliğin ardında Unkapanı köprüsü hayal meyal görünüyordu. Gözlerini sağ tarafına çevirince Harem ve Üsküdar çok uzaklarda kalmış gibiydi. Yalnız köprünün öteki yakasındaki korkuluğunu seçebildi. Bu durumda ne kadar zaman geçti bilemiyorduama sanki zaman durmuş gibiydi. Griliğin her geçen saniye biraz daha artmasıyla gerçek kafasına dank etti. Bunlar donma başlangıcının belirtileri olmalıydı. Az önce yorgunluktan deli gibi atan kalb temposunun gittikçe yavaşladığını fark etti. Ne güzel. Hiçbir şey yapmasına gerek kalmamıştı. Tanrı bile gördüğü bu rezillik karşısında artık tavır koymaya karar vermiş olmalıydı. Bir yerlerde okumuştu, en güzel ölümün donarak olduğunu. Bir uyku haliyle başlıyor, yavaş yavaş gözler kapanıyordu. En çok canını sıkan, böyle çok yol ortasında kaldığıydı. Ama bu durumda tercih hakkı olamazdı. Gözleri sabit bir noktada dizleri yavaş yavaş çözülüp görüntü gittikçe bulanıklaşırken düşündüğü son şey, yakında sevdiğine kavuşacağıydı.
Bir kalıp gibi yüzükoyun yere kapaklanırken üç dört metre ileriden lüks bir araba geçti. Buğulu camların ardında kadın başını erkeğin omzuna yaslamış, belki de gelecek planları yapıyorlardı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.