Martı
Selda, 29 yaşındaydı. Kalbi şimdiden kırıklıklarla dolmuştu. Bu yüzden hayatında yaşadığı her güne isyan ediyordu. On dört yaşındayken babasını kaybetmişti. Aslında bütün trajedi böyle başlamıştı. Babasının acı kaybı, ailenin tüm düzenini bozmuştu. İçinde öyle bir boşluk oluşmuştu ki, bu dağların tüm güzelliğini, yeşil kırlarda açan bütün beyaz papatyaların büyülü ahengini, dehlizi andıran dik kıyıların baş döndürücü sarhoşluğunu anlamsızlaştırıyordu. Onun yüreği yaralanmıştı. Nereye baksa, o yarayı hissediyordu. Belki, muhteşem görünen her şey büsbütün ağırlaştırıyordu yarasını. En çok martıların gökyüzünde süzülüşlerine hayranlıkla bakmayı severdi. Onlar gibi olabilmeyi dilerdi. Ama bir süre sonra martıları seyretmekten de vazgeçti. Martılar, beyaz martılar… Onlar gökyüzünde özgürce süzülürlerken, Selda tutsaklığını duyumsuyordu. Martılar, o güzelim süzülüşleriyle, bir yerden önüne çıkıyor ve onu buhrana boğuyordu.
Kalabalıklara karışmak kolay değildi Selda için. Birilerini sevmek, bir şeylere bağlanmak, bir yerlerde olmak… Hep zor gelmişti. Yaşam keşmekeşine bir anlam veremiyordu. İnsanlar doğuyor, yaşıyor, kendi çocuklarının annesi-babası oluyor, sonra da ölüyorlardı. Ne için? Uzun seneler boyunca bu sorunun cevabını arayıp durmuştu. Babasının neden öldüğünü, kendisinin neden doğduğunu… Ama faydasızdı. Yüreğini rahatlatacak hiçbir cevap bulamamıştı. Ailesine karşı sorumlulukları olmasa, bir an bile durmaz, canına kıyardı. Evet, hiç kuşku yoktu buna. Ne için yaşayacaktı ki? İş yerindeki arkadaşlarının hepsinin hayatla ilgili beklentileri, hayalleri, istekleri vardı. Kızların erkek arkadaşlarıyla yaşadıkları maceralarını, onların takıntılı hallerini hep ilgisiz karşılamıştı. Ona göre, nasıl olsa kendilerine evlenecek bir erkek bulacaklardı. Ne için bu kadar kafalarına takıyorlardı ki erkekleri? Selda ise farklıydı. Evlenmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Zaman zaman yalnızlıktan bunaldığı olmuyor değildi. Birisi olsa yakınında, saçlarını okşayıp onu sevgiyle yıkasa fena olmazdı. Ama Selda, bu hayale daldığı noktada kendisini frenliyordu. O da babam gibi bir gün çekip gidecek, diye düşünüyordu.
Babası ölmeden önceki zamanları da hatırlıyordu. Böyle değildi hiçbir şey. Akşamların olmasını iple çekiyordu. Babası elinde alışveriş poşetleriyle geliyordu her akşam. Bu hiç değişmezdi. Bir kere dahi babasının elinin boş geldiğini hatırlamıyordu. Mutlaka o poşette Selda için de bir şeyler olurdu. Bir paket çikolata, bisküvi, sakız… Nasıl şenlendirirdi küçük kızın dünyasını. Ne çok şeydi küçük bir kız için babasının elinden aldığı bir bisküvi, sakız, çikolata. Diğer kardeşlerinden farklıydı Selda. O koşardı ilk kapıya. Herkesi geçerdi. Babasına ilk o sarılırdı.
Sonra birdenbire değişiverdi. Babası gelmez oldu. Kapı karanlık duyguları çağrıştırdı. Artık her kapı açıldığında ruhunda bir sızı vardı. Kapıdan içeriye giren, babası olamazdı. Başka biriydi. Ve o başka biri bir çığlık gibi inliyordu kulaklarında Selda’nın. Babasının yokluğunu haykırıyordu.
Sevemedi Selda bir daha. Ne annesini, ne kardeşlerini, ne de başka herhangi birini. Sevgi, ateşten bir yelek gibiydi. Üzerine giyemezdi. Bir kere sevmişti işte. Babasını sevmişti her şeyin ötesinde. En büyük aşkını yaşamıştı onunla. Babanın heybetli kollarında, yaşamıştı en derin düşünü. Ve o bitmişti. Yeni bir sevgi ihanet demekti. Nasıl sevebilirdi başka birini? Hayır, sevemezdi. Selda, kimseye gönlünü açmadı. O kimseyle yakınlaşmayı kabul etmedi. Ablaları evlendi, çoluk çocuk sahibi oldu. Abisi de evlendi. Ama Selda baba ocağındaydı. Annesiyle birlikte yaşıyordu. Babasının yasını tutmaktan hiç vazgeçmiyordu.
Bir gün annesi Gaziantep’e, ablasının evine gittiğinde, Selda evde tek başına kalmıştı. Yorucu bir işi vardı. Büyük bir mağazada satış görevlisi olarak çalışıyordu. Uyumaya bile zor vakit bulabiliyordu. Yorgun olduğu akşamlardan birinde, koltuğun üzerinde kendinden geçmişti.
Beyaz bir martı…
Cama kadar geldi. Selda şaşırmıştı. Evin civarında martılar dolaşmazdı. Bu ilk kez oluyordu. Pencereyi gagasıyla tırtıklıyordu martı. Selda pencereye yaklaştı. Martının görünümü tuhaftı. Bilindik bir martı, ama pek de martı değil gibiydi. Gırtlağındaki derisi kırış kırıştı. Ve gagası oldukça iriydi. Camı parçalayacaktı neredeyse.
“Git buradan!” dedi Selda. Can havliyle bağırdı: “Uzak dur benden!”
Sonra hışımla uyandı. Koltuğun üzerinde terler içinde yatarken buldu kendisini. Pencereye yöneldi gözleri. Dışarısı karanlıktı. Beyaz martının etkisi altındaydı hâlâ. Onu görüyor gibiydi. Bir düşün, bir rüyanın gerisinde, bakışlarını genç kızdan hiç ayırmadan, gagasıyla pencereye vurmaya devam ediyordu.
Çıldıracağını düşündü Selda. O an gerçekten deliliğe hiç bu kadar yakınlaşmamış olduğunu hissetti. Ve bu bir ilk değildi. Ondan sonraki akşamlarda da aynı kabusu görmeye devam etti. Martı geliyor, pencereye gagasıyla vuruyor, Selda ise onu kovuyordu.
Annesini aradı. Ne zaman döneceğini sordu. Birkaç aydan evvel gelemeyeceğini söyledi annesi. Ablasının iki küçük çocuğu vardı. Annesi telefonda bin bir şey söylerken Selda, kanının buz zerrecikleri gibi olduğunu hissetti. Evde yalnız kalmayı istemiyordu. Geceleri uyuyamadığı için gündüzleri iş yerinde çalışmak tam bir işkenceye dönüşüyordu. Evinde kalacak kadar kimseyle samimi de değildi. Bir doktora gitti. Ona durumunu, gördüğü kabusları anlattı. Doktor, kendisi gibi genç bir bayandı. Endişelenmemesini söyledi. Ara ara tüm insanlar böyle bir dönem yaşayabilirlerdi. Hele hele içinde babasının ölümü gibi bir trajediyi taşıyan bir insan için bu durum pek de anormal değildi. Bir çözümü vardı. Minik sakinleştirici haplar, yaşanılan anksiyeteleri hafifletecekti. Selda, rahatlamıştı muayenehaneden çıktığında.
Sadece birkaç gece… Rahatça uyuyabildi. Sonra yine aynı kabusu görmeye başladı. Bu defa martının cüssesi daha iriceydi. Büyümüş, şekil değiştirmişti. Görünümü korkunçluğun ötesine geçmişti. Tam bir insan avcısı yaratığı andırıyordu. Etini, kemiklerini, kanını içmeye yemin etmiş bir canavarla karşı karşıyaydı.
Vücudu öbek öbek terlemişti. Bu gibi durumlarla başa çıkamayacak kadar güçsüz hissediyordu kendisini. Ama sandığından daha da güçlü olduğunu biliyordu. Birdenbire her ne olduysa olmuş toparlanmıştı. Martının pencere gerisindeki varlığına kayıtsızlıkla yaklaşıyordu. Onun gözlerinin ta içine baktı ve “Senden korkmuyorum!” dedi.
“O zaman pencereyi aç!” dedi martı.
Martının sesini hiç yadırgamadı. Sesi görünümünden daha az ürkütmüştü onu. Başını olumlu salladı. Artık olabilecek her şeye razı görünüyordu. Korkuyla yaşadığı diğer geceler, tuhaf bir etki yaratmıştı ruhunda. Korkusunu kontrol altına alarak pencereyi açmak için yaklaştı. O sırada zihnindeki tüm sesler hareketlenmişti: “Ne yapıyorsun?”
“Delirmiş olmalısın!..”
“Hemen uzaklaş oradan!”
“Korkma ilerle…”
“Seni öldürmesine göz mü yumacaksın?”
“O sadece bir hayal…”
“ Bir kabus görüyorsun.”
“ Endişelenecek bir şey yok. Kabuslar insanları öldürmez!”
Selda, içindeki seslerden birini seçmeliydi. Hayatı boyunca böyle olmuştu. İçinden sesler yükselirdi, o da o seslerden birini seçerdi. Ve diğer sesler yavaşça yok olurdu. “Kabuslar insanları öldürmez!” cümlesini seçti. Bunu ancak kulaklarıyla duyabileceği fısıltıyla tekrar etti: “Kabuslar insanları öldürmez!”
İşe yaramıştı!
Pencereden soğuk bir rüzgar vurdu yüzüne. Rüzgar giderek şiddetleniyordu. Rüzgarın etkisinden burnunun ucunu bile göremiyordu. Martı onunla konuştu: “Bana sıkıca tutun!”
Ne olduğunu anlayamadı Selda. Bu ne türden bir düştü? Martının tepesinde, gökyüzündeydi. İnanılmazdı. Olanlar bir rüyadan daha fazlasıydı. Korkusunu dizginlemeyi başarmıştı. Bir süre sonra yüreğini tamamıyla özgür bıraktı. Bu anın muhteşemliğini yaşıyordu. Bütün kentin ışıkları noktacık halinde kalmıştı. Kent ışıl, ışıldı. Daha önce hiç bu yükseklikten kenti seyretmemişti. Gerçekten harikaydı!
Martının kulağına doğru eğildi: “Nereye gidiyoruz?”
“Birazdan göreceksin.”
‘Birazdan’ öyle uzun bir süre gibi gelmişti ki Selda’ya. Sonu bir türlü gelmiyordu. Aklından türlü düşünceler geçiyordu. Martı, onu kaçırıyor olabilirdi. Belki de martı, çirkin kurbağa hikayesindeki gibi bir prense dönüşecekti sonunda. Onu şimdi mi öpsem acaba diye düşündü. Bu düşünceyle martıya baktığında onu öpemeyeceğini hissetti. Martı öpülemeyecek kadar çirkin görünüyordu! Ama illa da öpmesi gerekirse, bunu yapabileceğini düşündü. Her şey martıyı öpmesine bağlıysa, öpebilirdi.
Neyse ki, martı böyle bir istekte hiç bulunmadı.
Gökyüzündeki tüm bulutları yararak ilerlediler. Artık yeryüzündeki hiçbir şey görünmüyordu. Bedeni alabildiğine hafiflemişti. Ruhunu kasıp kavuran, türlü sıkıntılara boğan her çeşit duygudan uzaktı. Özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu daha iyi kavramıştı.
Biraz ileride gökyüzünün derinliklerinde, havada asılı duran bir ev vardı. Martı oraya doğru ilerliyordu. Selda büyük bir heyecan hissetti. Aradığı, bütün zamanlar boyunca aradığı şey, her neyse, oradaydı. Onu bekliyordu.
Martı, evin yakınında durdu.
“Hadi bakalım in. Yolculuğumuz bitti,” dedi martı.
“Olamaz. İnersem yere düşerim. Ben senin gibi uçamam ki…”
“Hadi ne söylüyorsam onu yap. Şimdi inmelisin.”
Selda, aşağıya baktı. Bulutlar, öbek öbek birikmişti. Ve başka da bir şey görünmüyordu. Aşağı düşmek korkusu öyle ağır basıyordu ki, bunu yapamazdı. Martı da anlamıştı Selda’nın bunu tek başına yapamayacağını. Bu yüzden genç kızı kanatlarından iterek üzerinden attı. Büyük bir çığlıkla inledi gökyüzü. Şimşekler çaktı. Ve sağanak halinde yağmur yağmaya başladı. Yağmur Selda’nın her çığlığında daha da hızlanıyordu. Neden sonra durdu. Düşmediğini anlamıştı. Aynı hizadaydı. Hep olduğu yerde, martının kendisini bıraktığı yerde duruyordu. Dahası uçabiliyordu!
Bunu anlamasıyla çığlıkları azaldı. Çığlıkları azalınca yağmur da dindi. Eve doğru uçmaya başladı. Orada kendisini neyin beklediği konusunda en ufak bir fikri yoktu.
Kapının eşiğinde durdu. Ayakları zemine değdiğinde hızla evin içine doğru koştu. Bütün odaları dolaştı. Her yeri… Masmaviydi her oda. “Kimse yok mu?” diye seslendi. Bir tek dipteki oda kalmıştı bakmadığı. Oranın kapısı kapalıydı. Minik bir peri kapının önünde belirdi.
“Hoş geldiniz!..”
“Ben.. Şey… Beni buraya bir martı getirdi.”
“Biliyorum, biliyorum. Buraya nasıl geleceğiniz konusuyla bizzat ben ilgilendim.”
“O zaman neden burada olduğumu da biliyor olmalısın.”
“Hiç kuşkun olmasın.”
“Eee…”
Peri kapının etrafında kanatlarıyla uçarak pembe bir bulut çıkardı. Pembe bulut kümesi Selda’nın ayak uçlarına kadar yayılmıştı. Ve Selda pembe bulut kümesiyle birlikte kapının üzerinden geçerek gitti. Şaşkınlığı artmıştı. Kapı açılmamıştı. Selda kapının içinden geçmişti!
Biraz ileride, biri vardı. Genç bir adam duruyordu. Selda ona yaklaştı. Gözlerinin içine bakınca bu kişinin babası olduğunu hemen anladı. Hatırladığından daha genç bir görünümdeydi. Ağlamaklı bir sesle, hep söylemekten çekindiği, boğazına düğüm gibi yapışan o kelimeyi haykırdı: “Baba!”
Neyin olduğunu anlayamadan kendisini evin koridorunda, karanlıkta buldu. Ayakta duruyordu. Gözlerinden aşağıya yaşlar süzülüyordu. Her şeyi hatırlıyordu. Beyaz martıyı, beyaz martıyla yaptığı yolculuğu, gökyüzündeki evi, orada bir odada duran babasını!
Pencereye koştu. Cam hâlâ açıktı. Dışarıya baktı. Başını gökyüzüne çevirdi. Gökyüzü yıldız yıldızdı. Gülümsedi. Gözyaşları yüzünün çehresindeki mutluluğa değiyordu. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Sihirli bir el dokunmuştu ona. Bunu biliyordu. Babasının eliydi o!