KÜÇÜK YARAMAZ ŞEHZADE PARİS'TE
KÜÇÜK YARAMAZ ŞEHZADE PARİS’TE
19 Nisan 2007
Paris çok çekici bir şehir, ne bileyim daha ilk görüşte beni kendine aşık eyledi. Bir film vardı “Paris’te Aşk Başkadır” burada dolaşırken hep bu filmin ismini dilime doladım. Gerçekten burada insanın aşık olası geliyor. Ben de Zuhal Hatuna sık sık “Ellerimi tut bırakma, Paris’te aşk başkadır” diye takıldım durdum. Arabamızı Şanzelize bulvarında bir otoparka bıraktık. Hemen Paris gezimize başladık. Benim bir elimde kamera bir elimde fotoğraf makinesi vardı. O meşhur “Meçhul Asker” anıtından başladık gezimize. İkide bir “çek Ertuğrul, Zuhal hatun yaklaş bana, Paris’te aşk başkadır” diyerek dalga geçiyordum.
Tam gün geçerli üç metro bileti aldık. Girdik bir metro istasyonuna. Size belki abartı gelecek ama Paris’in altı tam anlamıyla bir köstebek yuvası gibi. İnanın her caddenin altı, her meydanın, her parkın altıdan metro geçiyor. Öğrendiğime göre bu şehirdeki metronun toplam uzunluğu 400 km. 1900 yılında yapılmış. Bizde Ankara’ya 20 km. metro döşedik diye tafra atıyoruz. Azizim bu Paris metrosunu anlatmak mümkün değil. İnanın metro bir çok yerde üç katlı. Eğer Ertuğrul olmasa biz bu metroda kayıp olurduk. Bin sene geçse yolumuzu bulamazdık. Bu metro ağı beni hayrete düşürdü. Kendi ülkemin halini düşündüm de çok hayıflandım.
Metrodan çıktık, metroya girdik öyle hızlı gidiyorduk ki anlatamam. Dışarı çıktık Eyfel Kulesi karşımızda duruyordu. Bizi kendisine çekiyordu. Biz de bu davetkar cazibeye fazla dayanamadık koştuk Eyfel’e doğru. Yanına varınca kocaman bir demir kule bütün ihtişamıyla göğe yükseliyordu. Dört ayağı üzerinde oldukça çekici geldi bana. Bir de tarihçesini okuyup öğrenince daha da ilginç geldi. 1889 yılında yapılmış. Yüksekliği 400 metre, ayaklarının arası bir futbol sahası büyüklüğünde. Her ayağından bir merdiven bir de asansör yukarı doğru çıkıyor. Bu demir kule yapılırken hiçbir kaynak kullanılmamış. Tamamen perçinler ve cıvatalarla demirler birbirine bağlanmış. Yukarı çıkmak için binlerce kişi asansör sırası bekliyordu. Asansöre binip kulenin tepesine çıkmak 10 yuro idi. Bu parayı vermeye razı geldik ama sıra beklersek gün yarı olacaktı. Biz bir günlüğüne gelmiştik Paris’e. Öyleyse bir yolunu bulup bu kuleye çıkmalıydık. Bulduk da, baktım kulenin iki ayağında sıra oldukça az. Ertuğrul’a bunun sebebini sordum. O da gitti gişelere sordu. Meğerse bu iki ayaktaki asansörler çalışmıyormuş. İsteyenler buradan merdivenle yukarı çıkabiliyormuş. Fiyatı da asansörün yarısı kadarmış. Ben de Zuhal hatuna “Haydi çıkabildiğimiz yere kadar çıkalım” dedim. Ertuğrul bizi aşağıda bekleyecekti. Biz başladık merdivenlerden tırmanmaya aşağı yukarı 20 katıl bir apartman yüksekliğe eriştiğimizde kulenin birinci katındaydık. Buradan bile şehir muhteşem gözüküyordu. Hava çok güzeldi. Güneş Temmuz ayındaki kadar ısıtıyordu. Bu kattan baktığımızda Tüm Paris’i görebiliyorduk. Sen nehri yukarıdan öyle güzel gözüküyordu ki bu temiz ve berrak gözüken suyun üstünde turist tekneleri vızır vızır işliyordu.
Bol bol kamera çekimi yaptım. Zuhal hatun benim, ben de onun resimlerini çekti. Hiç aşağıya inesim gelmiyordu. Üstelik de benim yükseklik korkum vardı. Yüksek tepelerden dağlardan aşağıya bakarken korkmam ama yüksek binalardan aşağıya bakarken çok ürperirim. Ama Eyfel’den Paris’e bakarken ne yalan söyleyim ben aşıktım, ben sarhoştum, ben bende değildim. Aşağıya indik, kulenin dibindeki küçük bir hediyelik eşya satan büfeden Türkiye’deki sevdiklerimize “Çam sakızı Çoban armağanları”aldık. Sonra tüm hızımızla turumuza devam ettik. Yine hızla bir metro ağından geçerek yer yüzüne çıktık. Sen nehrinin üzerine kurulmuş köprülerden geçtik. Bu köprülerin sağında solunda, yanında yöresinde aşıklar oturmuşlar sevişiyorlar, öpüşüyor koklaşıyorlardı. Çoğu zaman muhafazakar olan benim gönlüm, gözüm bu gördüklerimden hiç de rahatsız olmadı. Bilakis bu aşıklara empati bile duydum. Sonra ünlü Notre Dam Kilisesine vardık. Bu kilisenin önünde öyle çok turist vardı ki hani bayram yeri gibiydi. Biz de onlara karıştık başladık fotoğraf çekinmeye. Eyfel Kulesi de burası da para basıyordu. Adamlar içeri girmek için büyük kuyruklar oluşturmuştu. Bu kilisenin önünde güzel bir yere oturduk. Benim aklıma o ünlü roman ve film geldi. Adamlar bir kilise yapmışlar. Bununda romanını yazmışlar filmini çekmişler. Dünyada “Notre Dam’ın Kamburu” romanını okumayan filmini izlemeyen kalmamıştır her halde. Hatta romanın kahramanı Kuazumodo ve Esmeralda’yı da çok kişi biliyordur.
Vesselam adamlar şehir kurmuşlar, kule yapmışlar, kilise yapmışlar tüm bunları da dünyada tanınan marka yapmışlar. Şimdi de bunlardan para kazanıyorlar, kültürlerini tanıyorlar, tanıtıyorlar. Hani içimden “Helal olsun adamlara” diyerek yine kendi kendime bir muhasebe yaptım. Bizim de dünya güzeli şehirlerimiz var. Hele bir İstanbul’umuz var ki bir eşi, bir emsali daha bulunmaz. Sadece İstanbul Boğazımız bile tüm Paris’e bedel ama biz maalesef buraların kıymetini bilememişiz. Üstüne üstelik bu yerleri çok hoyratça kullanmışız. Deyim yerindeyse içine etmişiz. Bozup kirletip berbat etmişiz. Vesselam İstanbul’ Paris gibi bir marka yapamamışız. Sadece İstanbul mu ? Antalyamız, Bodrumumuz, Kuş adamız, Muğla, Marmaris ismini sayamadığım kadar müstesna yerlere sahibiz ama dediğim gibi biz kadrini kıymetini bilmiyoruz. Bu Allah’ın bize bir lütfü olan canım yerleri koruyup dünyaya tanıtamıyoruz. İşte bu düşüncelerle Notre Dame’den ayrıldık. Yine metro yoluyla “Sakrı Kör” denilen bir anıt kiliseye vardık. Bu yer öyle hakim bir tepede ki, buradan bakınca tüm Paris ayaklarının altında kalıyor. Bu mabet öyle güzel korunmuş, öyle güzel bakılmış ki pırıl, pırıl tertemiz. Burası da diğerleri gibi para basıyor. Bu hakim tepeden aşağı doğru taraçalar yapılmış, bu taraçalar da merdivenlerle birbirine bağlanmış. Bu merdivenlerin iki yanında da çok bakımlı çimenlik alanlar var. Merdivenler de çimenlerin üstü de aşıklarla dolu. İnsanlar rahat uzanmışlar çimenlere, konuşuyorlar, koklaşıyorlar, kimisi kitap okuyor, müzik dinliyor. Kimisi de bizim gibi resim çektiriyor. Burada gezip dolaşırken de mutluluktan nasibimizi aldık.
Namaz kılacak bir mescit, bir cami ararken oldukça yorulduk, ama sonunda muradımıza erdik. Afrikalı Müslümanlara ait bir camide namazlarımız kılarken Rab’bimize binlerce hamd eyledik. Sonra yine metro yoluyla vardık Luur Müzesine. Bu yeri de anlatmak olmaz ki, Ancak yaşanır. Bu müze süper bir tarihi mekan. Kocaman bir avlusu var. Ortasında havuzlar fıskiyeler, heykeller, çiçek bahçeleri… bakmaya doyum olmuyor. Gezmekle bitmiyor. Yoruluyoruz belki ama yorulduğumuzun farkına varmıyoruz. Ben kameramla kayıtlar yapıyorum. Her gördüğüm güzelliği fotoğraf makinem le kayıt altına alıyorum.
Usanmadan, bıkmadan Zuhal hanıma ve Ertuğrula’takılıyorum. Onları gıcık ederken büyük haz alıyorum. İkisinin de damarlarına basıyorum. “Adamlara helal olsun ne şehir kurmuşlar, ne mekanlar yapmışlar. İşte medeniyet budur. Biz de o güzelim şehirlerin, o güzelim denizleri içine etmişiz” diyerek başlıyorum zarf atmaya . onlar da oltaya takılan balıklar gibi hemen geliyorlar yeme. Başlıyoruz coruk koşmaya. Onlar da ikisi birden iki koldan bana saldırmaya başlıyorlar. “ Seni gidi batı hayranı, seni gidi Türk düşmanı herif”diyerek güya beni sıkıştırıyorlar. Ama benimle baş edemiyorlar. Nasıl baş etsinler ki ben öyle demagoji yapıyorum ki, benim sevgili eşim ve biricik yeğenim Ertuğrul benimle baş edemiyorlar.
İşte böyle gezerek tozarak dolaştık Luur Müzesini. Sonra Konkord Meydanına vardık. Luur müzesinden bu meydana gelirken öyle büyük parklardan bahçelerden geçtik ki anlatmakla bitmez. Gözünün gördüğü her yer havuzlarla, heykellerle ağaçlarla süslenmiş. Her şey simetrik, sağında ne varsa aynısından solunda da var. İnsan bakınca hayran kalıyor. Sonra bu düzenlemeler 150-200 sene önce yapılmış. Ondan sonra gelen insanlar da bu düzeni hiç bozmamışlar olduğu gibi korumuşlar, bakmışlar bu günlere getirmişler. Konkord Meydanından, Eyfel Kulesine kadar, Şanzelize bulvarına kadar meydanlar bahçeler, parklar devam ediyor. Üstelik bu meydanın altına kadar da metro durakları yapılmış. Öyle trafik sıkışmıyor, kargaşa curcuna, arbede yok. Her şey yerli yerinde. Her yerde bir düzen, bir intizam, bir nizam var. Hele meydanlardaki fıskiyeler beni mest etti. Buradaki su sesleri beni benden ötelere gönderdi.
Şanzelizi bulvarında yürürken bulvarın iki yanındaki geniş kaldırımlar dikkatimi çekti. Hele bu kaldırımlara kurulmuş kafeler, bu kafelarde oturmuş içkisini yudumlayan insanlar sanki başka bir dünyadaymışım hissi uyandırdı bende. İşte böyle hızlı, günü birlik bir Paris gezimiz sona erdi. Bu Paris dedikleri şehir öyle bir günde gezip dolaşılmaz. Allah nasip ederse ileride emekli olunca bir kez daha geleceğim bu yerlere. Şöyle en az dört gün ayıracağım. Özetle ben Paris’e tutuldum, meftun oldum. Bu geziye de bir isim koydum. “Küçük Yaramaz Şehzade Paris’te” Bu küçük yaramaz şehzade de ben oluyorum.
28 Ocak 2009