PUSLU SABAHLAR
PUSLU SABAHLAR
Gölgelerdesin, sancılarıma ortak olmak istemişsin. Puslu sabahlarımı almaya gelme, seninle ölmeye niyetim yok.
Kıyıya vuran çakıl taşları ve denizin küçük kızları yakamozlar ne kadarınız elinde tutabildi mehtabı?
Aşkın kol kanat gerdiği minik yüreklerimiz, çalkalana dursun coşkun denizlerin yatağında, can simidi vazgeçişlerimizle, dibe dalıp, inciler çıkarırız en içi kof midyelerimizden. Tam bulduk sanırken; kayıp gidiverirler avuçlarımızdan.
Ne hasretlerimizi sarıp sarmalayabiliriz, bunca unutkanlığın arasında kalan, ne sevinçlerimize sahip çıkabiliriz, göz göze gelmeme riskine rağmen. Bir peri masalı yaşarız hayatın kuytu köşelerinde. Bazen körebe oynarız, bazen yakan top… En coşkun anlarımızı, en acı günlerimize heba etmemek için çırpınırız. Kimi yürekler unutmamıştır; sevinçlerimizin yüzlerimizde bıraktığı engin tebessümleri.
Bir sabah olur ki; içimizdeki çocuk büyümek ister, bir akşam olur ki; yaşı daha on üçtür…
Gözlerimiz hiç kapanmadan seyreder kapı komşumuzun tiradını. Bazen dramlar oynanır, bazen komediler. Önce gözyaşlarına boğulur ruhlarımız, sonra kahkahalardan duyulmaz olur dünyanın çığlıkları… Hepsi biz insan sanırken kendimizi, yaşanır gider küçük kulübelerimiz de soğuk odalarımızı ısıtmak için. Isınırlar da… Ne pahasına bilmeden…
Dibine kadar inmek isteriz okyanusların. “En dibinde saklıdır” diye hazineler. Oysa suyun üzerinde yüzüp duran o tahta parçasını es geçeriz, o tahta tutacak olsa bile bizi hayatta
Dizilir kursaklarımızda yarım kalmışlığın ağırlığı. Hüzünleri silip atmak isteriz yetim gözbebeklerimizden. Her buğulandığında, yüzümüzün yüreğimize vuran gölgesi, “bu son” diyenleri hatırlarız, bunca acı arasında bile.
İnanmışlığımız bir yana, inancımızı sınayan hayat öğretmenimize parmak kaldırıp cevap vermek için çırpınır usumuz. O bizi duymazlıktan gelirken, çaresizliklerimizi avuçlarımızda sıkıp dururuz.
Öpülmedik yeri kalmamışken sevdiğimizin, “Seni seviyorumların, senden vazgeçiyorumlara dönüşmesi ne hazin bir sondur. Ruhlarımız fani bedenlerimizi baştan çıkarıp ne elde edecektir ki yalnızlıktan başka!. Elmalarım kurtlandıkça dalında kalan ne varsa toplayıp daha olgunlaşmadan mideye indirmek istiyorum. Midem, olanca fesadıyla kadersizliğine yanıyor.
Bir atımlık kurşunlarını böyle mi heba edecektin? Yoksa menzil dışında oluşum mu seni çileden çıkardı?
İçimdeki yarımlığı bütünleyemiyorum. Ufkumda gezinip duran gemilerime bağlıyorum çaputlarımı, ne dilediysem gerçekleşsin istiyorum.
Olur ya diyorum;
Vazgeçişlerimden yükselen çığlıkları duyarsa hayat bekçileri, bir düdükte bana çalıverir. Dudaklarıma bulaşan “yaşasın” nidalarına asılı kalır yüklenemediğim dünya nimetleri.
Bana kalan, kırılmış yüreğimi dağlayan bir parçacık umut kırıntısını da; benden daha açlara, merdiven altlarında annelerinin gülümseyen yüzlerini hayal edip kanlarını zehirleyen çocuklarıma bağışlamak… ki, evrendeki her çocuk benim bir yansımamdan ibaret.
Ayağıma vurulan prangalar bir yana, bedenleri dağlanmış kimsesizlerime, neden doğduğunu sorgulamak için bile kendine bir nefes bulamayanlarıma, kötülüğün kuytularına mahkûm, sigara izmaritlerini, doğum lekesi sayan zavallılarıma…
Üşümek için çok sebebim var, zira; kan kussam bile ne değiştirir?
TALAN AYŞE KANCA