- 1106 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
İnce Söğüt Dalı
"Söğütlü Suyu’na neden söğütlü dedikllerini " düşünüyordu . Aslında bu sorunun yanıtını öyle pek de merak etmiyordu ya can sıkıntısıydı işte. Bu sorusuna sırtını yasladığı söğüte bakarak bir yanıt bulur gibi oldu. ” Nehir kenarındaki bu söğütlerdendir herhalde. Yazın neredeyse kurudu kuruyacak bu su. Yazın kar yok, yağmur yok, köylüler de bırakmıyor. Su öyle azalıyor ki buraya çimmeye de kimse gelmiyor artık. Olsalardı onlarla şu öğle arasında ne güzel laflardık.Yapayanlız bu ıssızda kendi kendine konuş, kaval çal olmadı, ıslık çal , türkü söyle... öfff, öf!”
Cebinden avuç içi kadar bir ayna çıkardı. Arkasındaki teneke kısmında bir horoz resmi vardı.Her çıkardığında önce bu horoza bakardı. Sonra aynasından yüzüne, yanaklarına göz gezdirdi. Temmuzda kumral saçları altında yüzünü kapkara gördü. Bu güneşin yüzünden konu komşusu ona bir lakap bile takmışlardı : Karaoğlan... “Karaoğlan beri gel,Karaoğlan öte git...”Bu adı ilk duyduğunda da hemen evdeki aynanın karşısına geçip yüzüne bakmıştı. “Gerçekten karaymışım.”demişti. “Uzun süre söğüdün altında kalsam elbet de kara olmam ;ama o zaman kuzuları kim güdecek ? Nereye baksan hep güneş, o , tarlaları bile yakıyor duman duman. İyi ki bu söğüt altı var,valla.”
Yeniden ayağa kaltı,söğüdün kalın gövdesine bir dostunu kucaklar gibi sarılıp bir süre öylece kaldı. "Aynı dedem gibi."dedi biriyle konuşuyor gibi. Çatlak kabuklu söğüt gövdesi ona dedesini duyumsatmıştı.Onu gözünün önünde canlandırıyordu. ”İlkokul üçe kadar az çok görürdüm. O yıl öldüydü.” diye düşünürken içine bir hüzün çöktü. “ Gülümseyişini , gözünün tekini güneşte iyice kısılışını, kırışık yüzünü, öpüşünü, gıdıklanışını , beyaz sakalını, bez bir keseden çıkan madeni paraları eline sıkıştıran beneklenmiş ellerini...” Gözünü yummuş söğüt gövdesine yüzünü değdirmişti. Söğüdün değil de dedesinin gölgesinde olduğunu duyumsadı. Yüzünde bir mutluluk vardı.” Dedem söğüt” dedi. Bu hayal hoşuna gitmişti,yanlızlığını, sahipsizliğini bir anda olsa ona unutturdu.
Fakat bu uzun sürmedi. Kuzularadan biri öksürmüştü. Öksüren kuzuya baktı. Bu diğer kuzulara göre fazla gelişemeyen kara kuzu.... Karnı otla tıka basa şişiyor,yine de gelişim göstermiyordu. ” Bunun babası da mutlaka zayıf, çelimsiz bir koçtur kesin. Bak Küpeli’ye.Babası gerçek bir koç olmasa hiç böyle günü gününe büyür müydü? Ama ne koçlar var. Her biri eşek kadar iri. Tos vurdu muydu adamı oturtturuyor. Bu Küpeli’nin babası da böyle bir koç olmalı. Babalarından canım mutlaka babalarından. Bak Tabut Ahmet’in oğluna. Daha yaşı benim yarım olmadı ama neredeyse bana tepeden bakacak. Babasının boyu öyle iki metre olunca oğlu da öyle oluyor işte! Benim babam da öyle tabut gibi falan değildi ki. Yoksa ben bu öksürüklü kara kuzu gibi olur muydum? .. Canım boyu var da ne olmuş sanki. Leflef’in boyuna bak,eşşek kadar boyu var; ama aklı sıfır. Adamda akıl olmalı..”
“Ah şu insanlar var ya pek namussuz valla billa. Birini çocuk, hele bir de sahipsiz biri gördü mü ıssız yerlerde yapacakları besbelli. Arkan güçsüz mü; sahipsiz misin, gözünün yaşına hiç bakmaz alçaklar. Baban güçlü mü, arkan var mı hepsi senden korkarlar valla. Leflef’e yaptıkları gibi. Leflef’in babası Şişe Ahmet aynı şarap şişesi gibi. Boynu incecik.Bedeni de şişe gibi zayıf. Okulda hizmetliymiş.Kaç tane de çocuğu var. Küçük kızını da birkaç şekere kandırıp neler yapmamışlar. Hakikaten adam uyuyormu ne? Ben bile duyduğuma göre adam hiç mi duymaz? İnsan kızına yapılanı duymazsa duymazmış meğer. Duyacak zamanı mı var sanki. Şimdiden balta elinde okullar da tatilken kışlık odun alanların odununu yarmak için kapı kapı dolaşıyor. Odunlar da odun ha, mazı odunu! ” Söğüdün gövdesine baktı. Şişe Ahmet’in kırdığı odunlarla söğüt gövdesini karşılaştırdı. “Ben o mazının bir incecik dalını bile bir saatte zor kestim. Nasıl keser ki o odunları. Bir de zayıf ki üflesen uçacak. Adama çocuklardan ekmek mi kalmıyor ne. Çocuklara yapılanları duyduysa bile ne yapsın kimseye gücü yetmeyeceğinden sesi çıkmıyordur...”
Ağacın üstündeki serçe sesleri onu bir an bu düşüncelerinden uzaklaştırdı. Serçelere baktı, güneşten dal aralarına sokuluyordu. Düşüncelerine yeniden daldı.”Şişe Ahmet, azıtılmış tazı gibi. Beli kırıldı kırılacak. O adama benim bile gücüm yeter. Yemek yemeyen adam güçlü olur muymuş? Olmaz. Annem hep öyle diyor ya ben gene de inanmıyorum. Her sabah bulgur çorbasına basarım kaşığı, bir tek bulgur danesi bile bırakmam. Öğleyin o güzelim bulgur pilavı yanında soğan,iki ekmeğe bana mısın bile demedim de ne oldu? Gene aynıyım.Dokuz yaşındaki çocuklardan farkın yok, sıska Memet. Yaşım on dörde girdi. Elbet onlardan güçlüyüm ama boya gelince hava cıva. Ondan sonra Karaoğlan öte Karaoğlan beri... Bir gün ben de büyürüm elbet. Hele bir de okuyayım, adam olayım o zaman da desinler bakalım. Ne o öyle babalarının uşağı gibi, kapıdaki iti çağırıyorlar sanki . Önemli biri oldu muydum...” gözlerine bir mutluluk gelmişti.Kuzulara baktı. “Epey büyüdüler. Okul açılana kadar da daha büyürler.
Aslan Küpeli’m... Boynuzları bile çıkıyor.”İçinden onu öpmek, okşamak isteği geldi. Kuzunun büyümesine kendi büyümüş gibi seviniyordu. Ondan kazanacaktı. Küpeli’ye bakarken, onda kitap,defter, kalem, elbise hatta okul görüyordu. Onda Karaoğlan adını silinmesini, "Memet Bey” olduğunu görüyordu. Herkesin” Bu oğlan akıllı anam; okur, büyük adam olur bu.”demelerinin umudu vardı Küpeli’de. Küpeli’nin yanına sırt üstü uzandı. Gün ışığı söğüdün dalları arasından süzülüp geçmek istiyor, yapraklar ise onlara izin vermiyordu. Ama yine de gözlerine sızan gün ışığı gözünü kamaştırmaya yetmişti. Gözlerini kapadı. Düşüncelerine hayallerine yeniden daldı.
"Memet Bey olacağım, Doktor Nurettin gibi. Gözüme de şöyle bir güneş gözlüğü takıp kahvenin önünden bizim sokaktan geçeceğim.” O anda kirada oturdukları, büyüyünce yine aynı evde,aynı sokakta olamayacaklarını düşündü. “Ama yine de sokaktan geçeceğim. Doktor Bey bir çayımızı içseydiniz... Tabi uyanıkların dertleri bir çay içirip karşılığında bedava muayene olmak. Sağ olun başka zaman inşallah...ben de Dokdor Nurettin gibi başımdan savarım onları ...”
Gözleri gittikçe ağırlaştı. Söğüdün tatlı serinliğinin gevşeticiliğine yürümekten yorgun bedeni yenik düştü. Okulu görüyordu.Kendini yirmi yaşlarında yakışıklı biri görüyordu. Boylu posluydu. Kızlar karşısına geçmiş ona bakıyordu. O ise Işıl’ı görüyordu. Sarı altın saçları, masmavi gözleri,pembe dudaklarını kısa pantolunundan uzanan bembeyaz düzgün ve uzun bacaklarını görüyordu. Onu sallıyordu salıncakta. İstanbul’a tayini çıkan harita mühendisi babası “Buyrun Memet Bey,içeri girin.” diyordu.
Kara kuzu yine öksürdü. Işıl kayboldu. Bütün büyü bu öksürük sesiyle bozulmuştu. “Düş görmüşüm” dedi. Ellerine, bedenine baktı. Elleri bedeni aynı bedendi. Bu geriye dönüşten mutsuz olmuştu. Kara kuzuya öfkeyle baktı. Kuzu derin nefes alıyordu. Acı çektiği her halinden belliydi. Sonra birden telaşlandı.. “Sen ölürsün. Bak görürsün. Yolda eve giderken ölürsün. Sakın yolda ölme. Mundar olursun. Etini bile yiyemeyiz. Gider bir dereye atarız. Ölürsen evde öl, gözünü seveyim.Bak bu kadar sizi güttüm,bari zarar ettirme. Küpeli gibi ol kuzum...” küpeliye doğru gözü kaydı. İçinden bir şey cız etti. Küpeli’yi göremiyordu. Gözleri kocaman kocaman oldu. Kuzuları itekleyerek ayağa kaldırdı.Yoktu, küpeli yoktu... Korkuyla karışık bir umutla söğüdün az ilersindeki dereye koştu. Burada olmalıydı. Hayır yoktu. Bir sağa bir sola koşup durdu. Sıcak hala devam ettiğinden bir yere gidemezdi.demek ...demek ” Çalmışlaaar, Küpeliim,anaaam! ”
Söğüdün gövdesine sırtını verdi. İçini çeke çeke ağlıyordu. Dizleri dermansızca çözülüyor, söğüdün gövdesinden sırtı yere doğru kayıyor,yüzülen dersinin acısını bile duymuyordu. Kayarken ders kitaplarının sayfaları rüzgarda paramparça olup dağılıyor,kaleminin ucu açtıkça kırılıyor kırılıyor, ta ki tükenene kadar kırılıyordu. Teneffüslerde okulun önünde satılan kıvrım tatlısını çocuklar ısırıyor, o onlara bakıp yutkunmaktan umsuluk oluyordu. Resim dersinde azarlanıyor,elişi dersi öğretmeni kızıyor,eşorfman, spor ayakkabısı... sınıfta kalıyordu. Herkes Karaoğlan diyordu.Aklından Leflef geçti, Şişe Ahmet geçti. Ağlaması daha da arttı. Göz yaşları güneş yanığı kara yüzünde yollar çiziyordu.
Ağlamaya sesi kalmamıştı. Göz yaşları kuruyordu ama ağlamak istiyordu. Hayır artık zırlayarak ağlayamıyordu. Ama ağlamalıydı. İçi acıyordu, hem de çok acıyordu. Söğütten yaptığı kavalını hatırladı. Söğüdün yanında duruyordu. Aldı,dudaklarıne değdirdi. Üfledi...
Bu söğütten kaval; gözyaşı kurumuş olan gözlerinin ve kısılmış sesinin yerini ağlıyordu.. Memet’in ağıdı dört bir yana dağılıyor, kuzusunu arıyordu . Bu ses Söğütlü Suyu’nun çakılları üzerinde geziyor; sarı, buğulanmış tarlalara değiyor, dört bir yana suyun serinliğini taşıyordu. Bu acılar yüklü kaval sesinin , Memet’in düşlerini çalanlara ulaşıp ulaşmadığını hiç kimse bilmez ama bu öğle sıcağında nereden geldiği anlaşılmaz bir esintiyle söğüt birden kımıldanmaya başlamıştı . Bedeninden bir parçasına bir söğüt kavala bu bir çift dudağın nasıl acı yüklendiğini duyumsamışçasına, titriyordu söğüt; düşlerini kaybeden bu çocuğun ağıdına, bir annenin dizlerine vurarak dövünmesi gibi dallarını gövdesine çarpıp durdu...
SAİT AÇIKGÖZ
YORUMLAR
Kendimi söğüt ağacının dibinde, Mehmet'in kavalından çıkan ağıt yüklü kavalın sesini kulaklarımda hisseder gibi oldum...
O kadar çok Mehmetler ve o kadar çok Mehmetlerin düşlerini çalanlar varki...
Sait Hocam, öykünüz de şiirleriniz kadar mükemmel...Sanki bir film seyredermiş, yada uzaktan olup bitenleri izlermişçesine kendimi içinde buldum...
Kutlarım...
Hürmetler...