GİDİN BURADAN
Akşamın yatsı vaktiydi. Üç aylık bir yorgunluk ve özlemden sonra kapıdan eve sevinç dolu olarak girdim. Babam, annem ve kardeşlerim sobanın çevresinde oturuyorlardı. Yüzleri soluk ve bezgindi, acı ve öfke doluydu, kapkaraydı. Hiç birisi hayata gülümseyemiyordu.
Üç ay kadar uzun bri süre görüşemediğimiz halde bana hoşgeldin demek için kendilerini zorluyorlardı sanki. "hoşgeldin" kelimesi dudaklarının arasında sürtüne sürtüne çıkıyordu. Her sene sevgilisine koşar gibi beni kucaklayan bu eller kurumuştu sanki... Bana uzanmıyordu o eller...
Aradan çok geçmedi, halam nefes nefese telaşla içeri daldı. Ayakta duramayacak kadar yaşlı olduğu halde ayak üstü acele acele, karıştıra, karıştıra konuştu. "Buradan gidin, çabuk toz olun, toz olun. Hadi ne duruyorsunuz, toz olun çabuk. Ailecesine eviniz, barkınızla kaçın. Bu geceden tezi yok kaçın, kaçın buradan. Artık sizi yaşatmazlar, ocağınızı söndürürler, ocağınıza incir ağacı dikerler sonra. Kaçın, kaçın, gidin buralardan." dedi ve zindandan çıkarcasına kendisini dışarı attı, gitti hemencecik.
Olayın nedenini sormaya gerek yoktu. Anlamıştım ailemizin içini burkan, evimizi zindana çeviren nedeni. Evet, amcam eski bir davadan dolayı katil olmuştu, kinini yenememiş, iki cana kıymıştı. Bundan bizim bir suçumuz yoktu, yoktu ama olmuyor. Nasıl olsa yakın akrabasıydık katilin. Amcam katliamdan sonra dağa kaçmıştı, bizler topun ağzında kalmıştık. Biz de düşmanların gözünün önünde kaybolmalıydık. Uzaklara, bilinmez yerlere gitmeliydik.
Gecenin ikisinde hiç uyumamış olarak yola koyulduk. Silahlarımızı bir avcı taşımaktaydı, biz taşıyamazdık. Birisi görürse haber verir, anamızı ağlatırlardı. Üzerimizde fazla yük yoktu. Yoldaki çamur sırtımıza kadar çıktığı için ağırlığımız oldukça artıyordu ve yol almakta zorlanıyorduk.Yolumuz uzadıkça uzuyordu. Gökyüzünü kapkara bir yağmur bulutu kaplamıştı, hafiften yağmur çiseliyordu. Gece yüklendiği kapkara bulutun etkisiyle daha bir gece olmuştu. Birbirimizi zor seçebiliyorduk. Zaman zaman birbirimize dokunduğumuzda uykusuzluktan kapanan gözlerimiz açılmakta zorlanıyor, tüylerimiz diken diken oluyordu.
Gecenin sessizliğinde yürüdüğümüz halde kafamda silah sesleri ve korkunç haykırışlar yankılanıyordu. Hayal kuruyordum, daha doğrusu kabus görüyordum. Yolda düşmanla karşılaşıyor, birbirimizi kurşun yağmuruna tutuyorduk. Neticede ben ölüyordum. Ailemizi kara bir duman bürüyor, kalplerimizde yuva kuruyordu.
Bundan sonra artık anamızın kucağına giremezdik, ana kucağı kadar değerli olan o atadan, deden kalma toprak bana düşman olmuştu. Sanki ayağımın altında duran bir atom bambası gibiydi. O kucak bana açılmıyordu, o kucağa koşamıyordum. O kucağa koştukça, daha doğrusu oradan uzaklaşmadıkça ölmeye ve öldürmeye razı olacaktım.
Kavakuşluk gelip çattığında yüreğimizin burkulması durdu, üstümüzdeki buhran dağıldı. Ana kucağı gibi sıcak olan topraklarımızda uzaklaşmıştık. Artık çok uzaklarda bulunuyorduk, Bir anlık öfkenin ve kinin maliyeti bizi topraklarımızdan koparacak kadar pahalıya mal olmuştu. En kötüsü de yüreklerdeki kin tohumları daha da boy atmıştı.
1969
İsmail Cömertoğlu