- 973 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
"düşünceler ve yansımalar"
BİR TOPLUMBİLİMCİ VE KÜLTÜREL ANTROPOLOG OLARAK ATATÜRK I…(*)
Toplumlar, kendi değerleri, dilleri, kültürleri, sosyal ve siyasal yaşayışlarıyla insanlık ailesine kendilerini anlatırlar ilkin. Her toplum kendine özgülüğüyle, bu aileyi tamamlar. İçinde bulundukları çağın duyuş, düşünüş ve kavrayış biçimlerini doğru algılayıp, toplumsal yapılarına aynı doğrulukta uygulamalarıyla da kendilerini geleceğe hazırlar. Bunun içindir ki; “…Her toplumun, her ulusun kendine özgü duyuş, düşünüş ve beğeni tarzı, her çağda, her teknoloji içinde kendini egemen kılar ve kendini dışlaştırır…” (1)
Biz, uygar dünyanın, laik yaşamın, çağdaş ve insancı, evrensel değerlerin farkına, Mustafa Kemal Atatürk ve onun en büyük eseri Cumhuriyet’le vardık. Tarihsel bir kişilik olarak Mustafa Kemal Atatürk, çağın(ın) duyuş, düşünüş biçimlerini çok iyi kavramış bir dehadır. “Anadolu İhtilali, ‘Kurtuluş Savaşı’dır, onun önderi Mustafa Kemal de ödün vermez bir ulusal kurtuluş savaşçısıdır. Kendi koşullarını kendisi yarattığı için de, özgül bir dünya hareketinin başlatıcısıdır. Bugün bu hareket ‘üçüncü dünya hareketi” adını almıştır…” (V.T.).
Emperyalizme karşın, emperyalizme karşı vermiş olduğu “ulusal bağımsızlık savaşı”, tarihin akışını değiştirirken, onu da emperyalist ‘batı’nın ipliğini pazara çıkaran baş kahraman yapmıştır. Çağının çok ilerisinde bir öngörüyle, olayların ortaya çıkışları, nedenleri ve sonuçları üstüne akıl yürütmelerinde, çağdaşlarından ayrılır ve ileridedir. Mustafa Kemal Atatürk, insanlık tarihinde, devrimler tarihine “Kurtuluş Savaşları” kavramını kazandıran, yıkılmış bir imparatorluğun külleri arasından yeni bir devlet yaratan, devrimci bir önderdir. Kuldan-köleden bireye, tebadan halka, ümmetten ulusa, bir değişme ve gelişmenin öncüsü. Çağdaş, layik (kaik) ve bilimden yana bir toplumun yaratıcısı. Aydınlanma Devrimi’nin Anadolu’daki adı. O. Burian’ın demesiyle, “…Atatürk, Asya’nın Rönesans’ıdır...”
Rönesans’ın, bilindiği gibi sözcük anlamı, “yeniden doğuş” demektir. Batı toplumlarında, özellikle İtalya’’da sanat alanında kendini gösteren bu “yeniden doğuş” düşüncesi, “…Dünyayı yönetecek devlet ve bütün ruhları yönetecek bir din tasarımının iflası…”(O.Burian) anlamına gelir ki, bu, yüzyıllar boyu insanı köle durumuna düşüren Batı’daki çağdışı anlayışın da yıkılışı olmuştur. “…Ortaçağ boyunca” iki kurum, etrafını sömürüp yutarak insanlığın efendisi olmak istemişlerdir. Zaferi bunlardan biri, ulusların bütün haklarını çiğnemekte; öbürü, insan teklerinin bütün haklarını hiçe saymakta buluyorlardı. Bu iki kurum imparatorluk ve kilisedir.
Ama bu kurumların her ikisi de yasasızlık üzerine kuruldukları içindir ki, bir kararlılık bulamadılar; insanlığı saymadıkları içindir ki, güçten yoksun kaldılar… İmparatorluk da kilise de asa ve abadan yoksun göçüp gitti…”(O. B.).
Böylece, çağın dışında kalmış ve köhnemiş bu iki kurumun egemenliğine son veren Rönesans düşüncesi, onun yerine insancı değerleri yerine koymakla ve bu değerler üstünde yükselmesiyle işini tamamlar. “Yeniden Doğuş” düşüncesi yapıcılığıyla; karanlık bir dünyayı baştan başa dolanıp aydınlatan, Prometeus ruhunun destanıdır aynı zamanda. İnsanlık tarihi içinde birçok değişimlerle birlikte gelişmeler de yaşanmıştır, “…ama en büyük ve kesin olanı ikidir: Rönesans insan tekine insanlığını, ulusa milliyetini öğretmiştir (…) Bu öğreti-ruh iledir ki insan, din ve onun buyruğundaki skolastik düşünce cenderesinden kurtuldu, duygu ve düşünce özgürlüğüne kavuştu, kendini tanımayı, kendine güvenmeyi bildi; öbür dünyanın gölgesinde kalmaktan çıkıp hayatın güzelliğine vardı. Yaratıcı düşünce için insanın hayatına inanması şarttır; bilim ve sanatta bekledikleri bu ilk hızı Rönesans verdi…” (O. B.).
Batı’nın, karanlıktan aydınlığa çıkışının savaşı, üç yüz yılık bir dönemi kapsar. Antikçağ’ın, Antik düşüncenin bir devamı olan Rönesans, insana kişiliğini buldurmakla kalmamış, aynı zamanda onun, bir “değer” olarak toplum içindeki yerini belletmiş, sosyal ve toplumsal bir varlık, bir fenomen olduğunu da duyurmuştur ona. İnsan teki toplumsal varlığını, ulusal ve bireysel kimliğini Rönesans düşüncesiyle elde edebilmiştir. Kendini tanıyan insan, dış dünyaya açıldı. Kimlerle ve ne diye bağlarının olduğunu da anladı. Bu çok önemli. Ulusal ve bireysel kimliğiyle bir bütünlük sergileyen insan, Rönesans düşüncesinin büyük bir eseridir.
İnanca dayalı düşünme biçimi, Doğu toplumlarına özgüdür. Batı, inancı akıl yargıcının önüne çıkardı, yargıladı ve suçlu buldu. Bilime ve akla dayalı düşünmeyi öğrenince, gelişmenin, değişimin ve ilerlemenin ocağı oldu. Akla dayalı düşünme biçimleri (felsefe), bilim, teknik ve sanatsal ilerlemeler birbirini izledi. Doğu toplumları bu gelişmeleri yalnızca izlemekle yetindi. Dinde reformu, düşüncede ve sanatta “Yeniden Doğuş”u, bilimde ve teknikte büyük ilerlemeleri gerçekleştiren Batı, aklı her şeyin önüne koyarak başardı, bütün bunları. “…Doğu ve özellikle İslam dünyası, bugüne kadar kendi Rönesans’ına erememiş olmasının acısını çekmiştir. Ama insana insanlığını, ulusa milliyetini öğreten bu öğretici-ruha o da kavuşacakmış…
…Asya’nın çocuklarını, korkulu yolların sonuna; kendilerine, ulusal bütünlüklerine kavuşturan şövalye ruh Atatürk oldu. Onun yapıcılığı bir destandır: Bütün düzeltme, yaratma ve kurma gücüyle Rönesans Avrupası’nınkine eş bir enerji destanı. Gücünü yaratan insan, istemine dayanan insan, başladığı işi başarmak gücünü gösteren bir ulus, geçmiş ve gelecekteki hayatından sorumlu olmakla gurur duyan bir ulus, Atatürk’ün büyük destanıdır. Ve ona şükürler olsun ki, Ege’den Çin Denizi’ne kadar bütün bir dünyayı yeniden doğuran ölmez ruh yine bir Türk damgasını taşıyor...” (O. B.) Batı’nın üç yüz yılda gerçekleştirdiği Rönesans’ı, 19 yılda geçmiştir Mustafa Kemal.
“…Atatürk Asya’nın Rönesans’ıdır.”(O. B.)
Atatürk’e ilişkin sıralanan bütün bu niteliklerin haklı bir kaynağı var öncelikle. Bu kaynak Atatürk’ün kişiliğinde saklı. Ancak bir özelliği var ki, bütün sayılan niteliklerini aşan bir aşkınlık içermektedir bana göre. O da bir “toplumbilimci ve kültür tarihçisi” olduğudur. Birçok bilim insanı, kültür ve yazın dünyasının önde gelen sanatçı ve düşünürleri, Atatürk’ün bu özelliklerine, hemen hemen her dönem değinmişlerdir. Atatürk’ün Türk toplumunu modernleştirme çabalarına, yukarda saydığımız özelliklerini tamamlaması açısından, çok daha başka ve çok daha önemli bir özelliğini de eklemek gerek. Oysa, şimdiye kadar öğretilenlere ve yazılanlara bakıldığında, Atatürk’ü herkes, büyük bir devrimci, kahraman bir asker, Türk Ulusu’na yeni bir vatan kazandırmış bir savaşçı olarak bilip tanımıştır. Doğrudur. Ancak, yeterli değildir bu tanımlamalar, onu tam anlamıyla bize anlatmaya. Atatürk’e ilişkin sıralanan bütün bu niteliklerine, “iyi bir araştırmacı, devrimci kişiliğine, eğitimci kimliğine bir de “Kültürel Antropolog” oluşunu da eklemek gerek.
Yaşadığı toplumunu çok iyi çözümlemiştir. Çok da fazla değinilmek istenmeyen bu yönlerinin anlatıldığı ve Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü tarafından hazırlanan “Her Yönüyle İnsan Atatürk” adlı yapıtta yer alan yazıların birinde şunlara yer veriliyor bu konuya ilişkin:
“… Zaman geçtikçe görülmüştür ki; Atatürk bütün bu yukarıda sıralamaya çalıştığımız bazı niteliklerinin yanında, iyi bir araştırmacı ve eğitimcidir de… Örnek olarak Atatürk’ün ölümünden iki yıl önce bir de “Geometri” kitabı yazdığını ve bu kitapta halen okullarımızda kullanılan sadeleştirilmiş geometri terimleri yer aldığını görmekteyiz”. “
“…Siyasal bağımsızlığını kazanan Türk Ulusu, elbetteki öz dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmasını bilecektir. Türkleşmek, Türkçeleşmektir.”diyen Atatürk, bu kitabı ölümünden 1,5 yıl önce III. Dil Kurultayından hemen sonra 1936-1937 yılı kış aylarında Dolmabahçe Sarayı’nda kendi eliyle yazmıştır. (Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk).
Aynı kitapta Prof. Dr. sayın Nermin Erdentuğ’un bir yazısından yapılan alıntıda, şunlar yazıyor: “Yirminci yüzyılın ürünü olan ‘Kültür’ kavramını, Atatürk’ün fikir dünyasının temelinde görmekteyiz.”
“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” diyen Atatürk, modern dünyanın uygar ulusları arasında yerini alacak genç Türkiye’nin, hangi hedefe doğru yürümesi gerektiğini, ta o zamandan göstermiştir bizlere. Atatürk’ün başlattığı bu yeniliklerin, hedefleyip çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmeyi düşündüğü yeni Türkiye’yi, Türk Toplumunu oluşturanların kararlı ve inançlı savaşımları taşıyacaktı. Buna yürekten inanmıştı. Bu toplumun, kültür bilincinin, anlayış ve görüşüne sahip olduğuna ve bu niteliğinin onu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracağına inanıyordu.
“…Gerçekten Atatürk, kültür ve buna ilişkin olan kültür dinamizmi kavramlarının anlamını ve önemini Türkiye Cumhuriyeti’ni dayandırdığı temellerden biri olan “Devrimcilik” ilkesi ile işaret etmiştir. Onun başlattığı eylemler, kültürel antropoloji açısından söz konusu topluluğun, bir kültür bilincinin anlayış ve görüşüne daha o zaman sahip olduğunu ispatlar. Çünkü kültür dinamizmine ilişkin bilgiler, ancak son yirmi otuz yıldan beri kültürel antropoloji alanında kazanılmış bilgilerdir… Çünkü modernleşmeyi “gelişme” ile eş anlamda da alan antropologlara göre gelişme, giderek toplum kalkınması halini almıştır ki, bu sadece antropolojik bir süreçtir…
…İşte burada büyük Atatürk’ün göstermiş olduğu ilkelerden “devrimcilik” kavramı, kültürel antropoloji (Etnoloji) biliminde bir “Kültür Değişme Süreci” ile eş anlama sahiptir.
…O, bir yandan toplumun geçmişi ile bağ kurarken, öte yandan kültüre dayalı grup davranışları (Kültürel Antropoloji), grup sosyolojisi ve grup psikolojisi açısından toplumu hazırlamak gereğini görmüştür. Bu ise O’nun askeri, siyasi niteliklerinden başka (dışında), daha o zamanlar, bugünün bir Kültür Bilimci, Sosyal Psikolog ve Sosyolog üçlü davranışı içine girmiş olduğunu gösterir….”(2)
*
“(…)
Küreselleştirilen bir dünyada insan teki, kimlik yitimiyle baş başa. Yalnızlık ve değerlerine yabancılaşma, son yirmi, yirmi beş yılda ülkemiz insanının karşılaştığı en büyük sorun. Kendi tarihini bilmeyen bir kuşak yetiştiriliyor. Ve bu kuşak, avuçlarımıza aldığımız suyun, parmaklarımızın arasından akıp gitmesi gibi kendi toprağından, özünden, değerlerinden, tarihinden, dilinden, kültüründen uzaklaştırılıyor.
‘…İnsanı köle durumuna düşüren bağlarından kurtarmada aklın ışığıyla…’ (V. G.), insanı aydınlatmaya, ‘…yeniyi, sonsuz yeniyi aramada …’ (V. G), ‘bilimi en doğru, en gerçekçi yol gösterici’ olarak benimseyen düşünce, tabi ki aydınlıkla karanlığın çatışmasından doğmuştur. Bu çatışmanın doğal bir sonucu olan ‘Toplumsalcı Hümanist Düşünce’ ise, peşinde olduğumuz şu gerçek değerlerle buluşturacaktır bizleri:
Ulusal ve bireysel kimliğimizi kazandıran, dil ve tarih bilincimizi duyuran, kuldan-köleden bireye, tebadan halka, ümmetten ulusa, bir değişme ve gelişme sürecinin yaşandığı, ayrılmaz bir parçası olduğumuz Atatürk’e ve 1923 Aydınlanma Devrimi’ne… Çünkü, insan olarak bir değer olduğumuzu, birey olarak kişiliğimizi, ulus olarak kimliğimizi bu tarihsel kişilikle ve tarihsel sürecin sonunda kazandık ve öğrendik… Cumhuriyet devrimlerinin art arda gerçekleştirilmesi, ulus olarak toplumsallaşma sürecini hızlandırmakla kalmamış, ulusal bilincin kökleşip yerleşmesini de sağlamıştır…(3)
1923 Aydınlanma Devrimi’nin büyük düşünürlerinden Vedat Günyol şöyle diyor:
“Biz, büyük Atatürk’ü, düşünceleri, Türk toplumuna ulus olma bilincini aşılayan ve onu uygarlık düzeyine çıkarma yolundaki atılımlarıyla özümseyip, onun düşüncelerini geliştirip, daha ilerilere kulaç atmakla yaşatabiliriz onu, içimizde, kafamızda ve onun çizdiği yoldaki, ileriye yönelik tutumumuzda… Ben diyorum ki, Türkiye ancak Atatürk’ün düşünceleri doğrultusunda hep ileriye yönelik eylemlerle, dünya ulusları arasında saygın bir duruma gelebilir, donmuş, dondurulmuş inançlara inat…”
Atatürk, “çağdaş uygarlık düzeyini” hedeflemiş bir toplum yaratmanın peşindeydi. Öyle ki, çağın yenilikçi düşünürlerini ülkemize getirtmekten geri durmamıştır. 1933 yılında gerçekleştirdiği üniversite reformuyla birlikte, dönemin en büyük eğitim bilimcilerini, düşünürlerini ülkemize çağırmış ve Türkiye’nin, gelişmesinin önünü açacak ve hızlandıracak, özellikle, eğitim alanına yönelik çalışmalar yapmalarını istemiştir. Nazi Almanya’sından kaçan dünyanın ünlü bilim insanları ve düşünürleri, ülkemize davet edilmiş ve Cumhuriyet’in ilk üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nde (1933), kendilerine kürsüler verilmiştir.
16-21 Temmuz 1921. Büyük Taarruz’a bir yıl gibi bir süre kalmıştır. Bir yandan savaş alanında düşmanı yurttan söküp atmanın peşinde amansız bir ölüm kalım savaşının komutanı olarak cephede askerleriyle birlikte, öte taraftan, ülkemizi bilisizliğin karanlığından kurtaracak eğitim ordusunun başöğretmeni olarak, Ankara’da eğitim kurultayında çalışmalara başkanlık etmektedir. 21 Temmuz 1921’de Hakimiyeti Milliye gazetesinde, “Türkiye Ulusal Eğitim İşleri” izlencesini hazırlayan kurultayın ilk genel kurulunda yaptığı konuşma yayımlanır. Şöyle diyor Atatürk; özetleyerek alıyorum:
“…Sayın Bayanlar, Baylar!
Yurdumuz, Dünya Savaşından yenik çıktı. Düşmanlarımız, durumdan yararlanmak, ulusumuzu, bütün bütün yok etmek istediler. Buna karşın ulusça gösterilen tepki ve direnmeye, Ankara görkemli bir sahne oldu. Bizi yaşatmamak isteyenlere karşı, yaşamak hakkımızı savunmak amacıyla kurulun Büyük Millet Meclisi, burada, Ankara’da toplandı.
Bugün Ankara, Ulusal Türkiye’nin Ulusal Eğitimini kuracak olan Türkiye Öğretmenler Kurultayının toplanmasına sahne olmak ergisiyle övünmektedir.
Yüzyıllar süren derin bir umarsızlığın devlet yapısında açtığı yaraları sarmak için gerekli çabaların en büyüğünü, hiç kuşkusuz, eğitim alanında, esirgemeden göstermek gerekir…
…Bugüne değin izlenen eğitim ve öğretim yöntemlerinin, ulusumuzun gerileme tarihinde en önemli etken olduğu inancındaydım. Onun için bir ulusal eğitim izlencesinden söz ederken, geçmişin boş inançlarından ve yaratılışımızın nitelikleriyle hiç de ilgisi olmayan yabancı düşüncelerden, doğudan ve batıdan gelen tüm etkilerden büsbütün uzak, ulusal yaratılış ve tarihimize uygun bir ekin düşünüyorum. Çünkü, ulusal dehamız tam olarak gelişmesi, ancak böyle ekinle sağlanabilir. Herhangi bir yabancı ekini, şimdiye değin izlenen yabancı ekinlerin yıkıcı sonuçlarını yineletebilir. Kültür (düşünce ekini) yapıldığı, geliştiği yerin özelliklerine bağlıdır. Bu yer ulusun özyapısıdır.
Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle, varlığı ile, hakkı ile birliği ile çatışan bütün yabancı öğelerle savaşma gereği ve ulusal değerleri coşku ile, her karşıt düşünce önündeki yeğinlikle ve özveriyle savunma zorunluluğu iyice öğretilmelidir. Yeni kuşağın bütün tinsel güçlerine bu nitelik ve yeteneklerin aşılanması önemlidir. Sürekli ve korkunç bir boğuşma biçiminde beliren budunlar yaşamın temel ilkesi, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her ulustan bu nitelikleri tam ve titizlikle istemektedir…” Ulusal Eğitim İzlencelerin yönünü böyle çizen Atatürk, işin gelişip büyümesi ve tüm yurtta aynı hızla devam etmesini ister. Bunun için de işi, uzmanlarına bırakır. Şöyle diyor devamında özetle:
“Ayrıntılarını tümüyle uzmanlarına bırakmak istediğim bu konuyla ilgili genel düşüncelerimi bir sonuca bağlarken, yeni kuşağın donatılacağı tinsel değerler arasında güçlü bir erdem sevgisiyle güçlü bir sıkıdüzen eğitiminden de söz etmek zorundayım.
İşte biz bu kurultayınızdan yalnız, çizilmiş eski yollarda nasıl yürünmesi gerektiğinin tartışılmasını değil, belki ileri sürdüğüm koşulları içeren yeni bir sanat ve bilim yolu bulmak, ulusa göstermek ve yeni kuşağı bu yolda yürütmede önder olmak gibi kutsal bir görev bekliyoruz…
…Büyük tehlikeler karşısında uyanan ulusların ne ölçüde kararlı olduklarına tarih tanıklık etmektedir. Silahlarıyla olduğu gibi, kafasıyla da savaşmak zorunda olan ulusumuzun üstün gücü, ikincisinde de göstereceğine hiç kuşkum yoktur. Ulusumuzun temiz yaratılışı, sınırsız yeteneklerle doludur. Ne var ki, bu doğuştan gelen yetenekleri, geliştirebilecek bilgilerle donatılmış yurttaşlar gerekir. Bu ödev de sizlere düşüyor…”
…Ulusal hükümetimizin tam bir gerçeklik ve içtenlikle dilediği ölçüde, Türkiye öğretmenlerinin yaşamına değin rahatlık ve bolluğu sağlayamamış olduğunu bilirim. Ne var ki, ulusumuzu yetiştirmek için kutsal bir görevi üstüne almış olan yüce Türk öğretmen topluluğunun, bugünkü durumu göz önünde bulunduracağından ve her güçlüğe göğüs gererek bu yolda yılmaksızın yürüyeceğinden kuşkum yoktur. Ödeviniz pek önemli ve millet için yaşamsal bir nitelik taşımaktadır…”
Cumhuriyetin ilanına daha beş yıl gibi bir süre vardır. 26 Ağustos 1924 Pazartesi günü Ankara’da ilk kez toplanan Öğretmenler Birliği Genel Kurultayına katılır. Bir gün sonra da Hakimiyeti Milliye gazetesinde yayımlanan kurultayda yaptığı konuşmasını şöyle tamamlar:
“(…)
Arkadaşlar, Yeni Türkiye’nin birkaç yıla sığdırdığı askerlik, siyaset ve yönetim alanındaki devrimler, sizin; sayın öğretmenler, sizin toplumda ve düşünce yaşamımızda yapacağınız devrimlerdeki başarınızla gerçekleşecektir. Hiçbir zaman unutmayın ki, Cumhuriyet sizden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar ister…”
22 Eylül 1924’te, Samsun’da öğretmenlerin, kendi onuruna verdiği bir çayda yaptığı konuşmada da eğitim izlencesinin ve cumhuriyet düşüncesinin yönelimini şöyle belirliyordu:
“…Baylar,
Yeryüzünde her şey için, özdeksel işler için, tinsel işler için, yaşam için, başarı için en gerçek kılavuz, bilimdir; tekniktir. Bilim ve tekniğin dışında kılavuz aramak, çevresinde olup bitenleri görmemektir, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmadır. Yalnız, bilim ve tekniğin yaşadığımız her andaki evrelerinin gelişmelerini kavramak ve ilerlemelerini anında izlemek zorunluluğu vardır…”
Ulusal bilinçleri körelmiş olanların ya da ulusal kimliği edinememiş topluluklar, düşüncede ve duyguda, ortaklık edemezler. Yani duygu ve düşünce birliğini kuramazlar. Duygu ve düşünce birliği oluşturmak, yurt ve ulus kavramlarının gereğini yerine getirmekle olanaklıdır ancak. Duygunun kaynağı yurtsa burada, düşüncenin kaynağı da ulusun kendisidir, bana göre. Bu iki kaynaktan beslenmeyenler, bir ulusun istek ve eğilimini de sezemezler. Böyle bir sezgiye ulaşamamışların, ne ulusal bir kimlik edinme şansları vardır ne de bağımsız bir yurt toprakları üstüne yaşama hakları vardır. Yaşamda ilkelere sahip olmak, bunların uğrunda savaşıma girişmek, doğru ve ışıklı bir yolda yürüyebilmek için tek çıkar yol, “…Bir ulusun bireylerinde kesinlikle egemen olması ve uyulması gereken şey, ulusun ortak dileği ve toplumsal düşüncedir. Bir insanın yurt ve ulusuna yararlı işler yaparken, göz önünden bir an uzak bulundurmamak zorunda olduğu ilke, ulusun gerçek eğilimidir… (Atatürk).”
Bir ulusun/toplumun, özelde de bireyin/kişinin, gözden uzak tutmaması gereken önemli şeylerin başında, ulus olarak bağımsız kalmak, birey olarak da özgür ve kafa bağımsızlığına ermiş kişilik geliştirmektir. Cumhuriyet düşüncesi, bu amacın bir yansımasıdır. Ve biz cumhuriyetin yarattığı kuşaklarız. Her ne kadar, 3 Kasım’da yatıp 4 Kasım’da uyandığımız Türkiye tablosu, layiklik karşıtlarının oluşturduğu bir görünüm sergilese de, Cumhuriyet güçleri bu yenilgiyi atlatacak bir birikime ve aydınlığa sahiptirler. Buna yürekten inanıyorum. Tüm belirsizliklerine karşın önümüzde uzayan gelecek bize, kararlı bu karanlığı yenebilecek fırsatları da barındırmaktadır kendinde. Bu doğanın diyalektiğinin olmazsa olmaz bir kuralıdır. “Zıtlıkların çarpışmasından doğrulur her şey” demişti Heraleitos. İnsanlık tarihinin dönüm noktalarından biri olan Kurtuluş Savaşı, 20 yüzyılın en büyük devrimcisi Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri en büyük yol göstericimiz olacak yine bu savaşımımızda bize.
“…Varlığımızı, bağımsızlığımızı kurtaran bütün çaba ve davranışlar, ulusun ortak düşüncesinin, dileğinin, engelleri yenme gücünün yüksek ölçüde belirlemesi sonucundan başka bir şey değildir… Bununla birlikte bu sevinci koruyabilmek için, umutlar gerçekleştirebilmek için, bundan sonra göz önünde bulundurulacak noktalar da çoktur… Bir ulusu, özgür bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum olarak yaşatan da; köleliğe, yoksulluğa düşüren de eğitimdir.
Eğitim sözcüğü tek başına kullanıldığı zaman, herkes bundan, kendi anlayışına, amacına uygun bir anlam çıkarır. Ayrıntılara girişilirse, eğitimin amaç ve erekleri değişir. Örneğin dinsel eğitim, ulusal eğitim, uluslararası eğitim… Bütün bu eğitimlerin amaç ve erekleri başka başkadır… Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni kuşağa vereceği eğitimin, ulusal eğitim olduğunu kesinlikle belirttikten sonra, ötekilerin üstünde durmayacağım; yalnız, ne demek istediğimi kısa bir örnekle açıklayacağım.
Baylar; yeryüzünde üç yüz milyonu aşkın Müslüman vardır (1924 yılı verileri A. E. A.).Bunlar, ana, baba, hoca eğitimiyle eğitim ve ahlak almaktadırlar… işin gerçeği şudur ki, bütün bu milyonlarca insan yığınları, şunun ya da bunun kölesi, uşağı durumundadırlar. Aldıkları dinsel eğitim ve ahlak, onlara, bu kölelik zincirlerini kırabilecek insanlık değerlerini vermemiştir, vermiyor. Çünkü eğitimlerinin amacı ulusal değildir.
Baylar, ulusal eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiçbir kuşku kalmamalıdır. Bir de, ulusal eğitim temel olduktan sonra bunun dilini, yöntemini, araçlarını da ulusallaştırma zorunluluğu tartışma götürmez. Ulusal eğitim ile geliştirilmek ve yükseltilmek istenen genç beyinleri, bir yönden de paslandırıcı, uyuşturucu, gerçek dışı yararsız şeylerle doldurmaktan titizlikle kaçınmak gerekir…
(…)
Yaşamın her çalışma alanında olduğu gibi, özellikler eğitim ve öğretimde disiplin başarının temelidir. Müdürler ve öğretmenler, disiplini sağlamak, öğrenciler de uymak zorundadırlar.
Baylar; öğretimde yaşamın kılgısal gereklerini karşılayan ve çevrenin özel koşullarını göz önünde bulunduran bir yöntem üstündeyiz…” diyordu, 1 Kasım 1925 tarihli bir konuşmasında Atatürk (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 328).
Görüldüğü gibi Atatürk, cephede düşmanı yenmenin ve yurdu düşmandan temizlemenin savaşını verirken bir yandan, asıl cephe gerisindeki karanlığı ve bilisizliği yenecek bir aydınlığın savaşımını da sürdürmüştür aynı zamanda. Eğitimin her alnına uzanmış, konunun uzmanından daha yetkin ve donanımlı bir eğitim bilimcisi olarak, bu büyük savaşımın başarıya giden yolunu, aydınlık düşünceleriyle ışığa evriltmiştir hep. Çağının duyuş düşünüş biçimini çok iyi kavrayan Atatürk, ‘batı’nın üç yüz yılda gerçekleştirdiği Rönesans’ı, içinde, Kurtuluş Savaşımız da olmak koşuluyla, 19 yılda geçmiştir bu üç yüz yılı Mustafa Kemal Atatürk. “O Asya’nın Rönesans’ı (O.B.), 1923 Aydınlanma Devrimi de, Anadolu Aydınlanmasıdır bizce…
Ama ne yazık ki, Atatürk’le başlayan bu bilinç, onun ölümünden sonra devam ettirilememiş ve cumhuriyet devrimlerinin altı oyulmuş, ülke hızla karanlığa sürüklenmiştir. Aslında bugün yaşadığımız sorunların asıl kaynağının ne olduğu ve Atatürk Türkiye’sinin, layik Cumhuriyet’in karşı devrimcilere, nasıl ve ne şekilde teslim edilişinin tarihsel süreci de böylelikle bilinebilecektir kanısındayım.
Yazımın bu bölümünü, O’nu anlama ve genç kuşaklara daha iyi tanıtma adına, bu niteliğinin çok daha öne çıkarılıp, gündemde tutulmasının kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu bir kez daha yineleyerek bitirmek istiyorum. Böyle olursa ancak, bizler, gerçekten, O’nu yeniden keşfetmiş olacağız ve bugünkü karanlığa bir son vermiş olacağız.
İkinci bölümde, “anlam” açısından eğitimi ve “değer” olarak Cumhuriyeti” tartışmaya çalışacağız.
Kaynakça:
1. Denemeler, İsmail Tunalı
2. Her Yönüyle İnsan ATATÜR (Yayımlayan Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü)., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayın No:239 Prof.Dr. Nermin Erdentuğ, Cumhuriyet’in 50. Yıldönümü Anma Kitabi, s.67-68
3. “Kaynağını Aydınlanmada Bulan Irmak: V. Günyol”. Başlıklı yazıdan. Ali Ekber Ataş (Ünlem Sanat Dergisi, Haziran-Temmuz sayısı).
(*) Bu yazı, “Gazi Üniversitesi’nin Kuruluşu’nun 80. Yılı nedeniyle hazırlanan “ATATÜRK, CUMHURİYET VE EĞİTİM” armağan kitap için kaleme alınmıştır.
(*) Ressam, öğretmen, şair. İnsancı Felsefe, Sanat ve Bilim Çevresi, İstanbul Yürütücüsü (imroz-bir-ada)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.