"MUST DEĞİL OĞLUM, MAST. MASTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTT!!!..."
Orta okulu yeni bitirmiştim.
Ailem, o vakit “illa Sanat Okuluna kayıt yaptıracaksın” diye, tutturmuştu.
Sanat Okuluna kayıt yapmak şimdiki gibimiydi?
Nerde?
O zamanlar, Orta Okuldan sonra buraya yerleşmek için bir sınav düzenlenir, kazanırsan, öyle girebiliyordun ancak.
Zor iş vesselam...
Sınavı kazanmak için, gece gündüz çalıştığımı hiç unutmuyorum.
Sınavın sonucunda, kazandığımı anlayınca çok sevinmiştim. Çok...
Hayat işte...
Gözümde canlandı yine o zamanlar...
O ağaçlar, okulun bahçesindeki sigara içişlerimiz...
Sıra oluşlarımız... Kantin...
Ne kadar da kısa yaşam?
Dün gibi sanki...
Neler paylaşmışızdır, o okulun bahçesinde?
Korkulu, heyecanlı sınav zamanlarımız...
Okulu boşladığımız, tavla oynamak için okuldan kaçışlarımız...
Bahattin hoca...
Muhammed Karabudak...
Harun Hoca...
Süleyman Hoca...
O Süleyman hoca ki, koridorları çınlatırdı.
Seni hiç unutmadım hocam.
Hiç birinizi...
Hele de seni.
Bahattin hocamı...
İlk dersimizdi onunla.
Yine tertemiz, jilet gibiydi üstü başı.
Taralı saçları...
Onun temizliğini örnek almışımdır hep.
Şu kelimesi hala hafızamın bir yerinde duruyor:
“Hayat çok kısa... Şimdi buradasınız, bir gün gelecek, bir bakacaksınız ki, yıllar geçivermiş... Bu günlerin değerini, kıymetini bilin arkadaşlar...”
“Üç sene ne ki... Göz açıp kapayıncaya kadar biter...”
Doğruydu...
Bilemedik belki... Yada bilemeyenler oldu o günlerimizin kıymetini...
Zaman, seni çok haklı çıkardı, çok...
Sen çok yaşa hocam...
O, sıralarda, o sınıflarda, paylaştığımız her şeyi özlüyoruz şimdi.
Kavgalarımızı bile...
Bahattin Hocam, temizliği çok severdi.
Öyle ki, saç tıraşlarımızı inceden inceye kontrol eder, saçı uzun olanı sıradan ayırır, makası eline alır, güzelinden bir tren yolu çizerdi Bahattin Hocam.
Tıpkı, X ray cihazı gibi, uzun saçlarımızla, imkanı yok, geçemezdik içeriye.
Ne günlerdi o günler?
Aklıma gelince, dudaklarımda tebessüm beliriyor şimdi de.
Prensiplerine bayılırdım.
İngilizce dersinin birinde, bir gün, bizi uyarmıştı:
“Bakınız arkadaşlar, bir dahaki sefere geldiğimde, eğer, İngilizce kitaplarınızı kapsız falan görürsem, siz bilirsiniz.." demişti.
Bendeniz, kulak asmamıştım tabi bu uyarıya.Taki , o gün gelene dek.
Ne bilirdim ki sonunu?
O tuhaf üslubuyla:
“Sana ben ne demiştim Zeki? niye kaplamadın kitabını? hı!!!
“Çabuk git dışarı. Naylon mu buluyorsun, gazete mi buluyorsun, ne buluyorsan bul, kapla defterini, öyle gel hade!” deyip çıkarmıştı sınıftan beni sonra.
Şans bu ya... Okulun bahçesinde, her gün mıntıka temizliği yapıldığından, bişey bulamamıştım kitabımı kaplayacak.
Gerisin geriye sınıfa dönmüştüm sonra.
Sınıfa girişimi, mahzun mahzun bakışımı unutamıyorum hala.
Arkadaşlarımın sırıtışlarını hele...
Ne günlerdi o günler?
O yabancısı olduğumuz, İngilizceyi, bize zor bela öğretmek için, ne yöntemlere başvururdu Bahattin hocam?
“Must sözcüğünü bir türlü anlayamayan, bir arkadaşa , kendi bildik yöntemiyle :
“Oğlum Must değil Mast! Mast diyeceksin!.. bildiğimiz Mast( başka bir dilde yoğurt) varya...O işte..”
der, bizi kahkahalara boğardı sonra Bahattin hocam.
Geçenlerde hastalandığını duyduğumda, koşup, ziyaretine gitmiştim.
Ne de olsa, vefa borcu vardı ona.
Bütün öğrencilerinin olduğu gibi.
Hakkını helal et Bahattin Hocam .
Seni unutmadım, unutmayacağım hocam...