Hiçlik Üzerine
Hep birşey olduğunu zenneder insanoğlu. Ya da birşey olacağını. Tüm hayatı boyunca yeni hedefler bulur kendine. Ya da kendisi için belirlenmiş hedeflere ulaşmaya çalışır. Bir yarış atı olmadığının farkına vardığı anlarda ise, kendini sorgulama fırsatı bulur…
Bir bütünün parçası mı, ta kendisi mi, tezahürü mü, ya da neyi olduğunu sorgulayıp durdu felsefeciler bugüne kadar. Ama felsefenin belki de özünde olan kafa karışıklığından kurtulabilenler, girdikleri yolu tasavvuf olarak nitelendirmeye başladılar…
Her şeyi kavrayacak kapasitesi olmadığını kabullenebildiği ölçüde vizyonu gelişen bir varlık insan. Kendi aczini ne kadar fark ederse, o kadar fazlasına ulaşıyor. Farkındalıkları gitgide büyüyor; ta ki kendi yok olana, aradan çıkana kadar. Ondan ötesi mi? Ondan ötesi yok! Öyle söyleniyor…
Peki nasıl olacak bu? Yani giyegeldiğimiz benlik zırhından nasıl sıyrılacağız? Öyle bir zırh ki bu, değil kendisini çıkartana, üstünü çizene bile alemi dar edebiliyor. Kimi zaman da kendisini çıkardığını zannedenleri öyle bir kandırıyor ki, içinde gizlediği daha sert zırhı göremiyorlar bile!
Peki nasıl olacak bu? Kibirimizi nasıl ayaklarımızın altına alacağız? Öyle ya, ’sen kim oluyorsun da…’ diye başlarız bazı cümlelerimize… Sahi: O kim oluyor? Biz kim oluyoruz? Bunu asabiyeti yenmiş bir kafayla iyi bir düşünsek ya… ’Ben kim oluyorum’ desek ya…
Ama olmaz… Biz dünyanın en dibine saplandığımız halde, ahireti de ihmal etmeyiz… Onlarca gönül kırdığımız günlerde, namaz kılarız… Onlarca gıybet ettiğimiz günlerde, umreye gideriz. Onlarca fetva verdiğimiz günlerde, oruç tutarız…
İbadetimizin de, inancımızın da bir fiyatı vardır. Çocuklarımızı mal gibi alır satarız parası daha çok olana… Sonra da fazilet, doğruluk, namus edebiyatı yaparız. İçimizdeki çürümeyi fark edemez, kötü kokuyu dışarıda arar dururuz…
Oysa bir düşünsek kim olduğumuzu… Bir fark etsek hiçliğimizi… O zaman tüm alem değişiverir peşisıra. Tüm yaprakların etmekte olduğu secdeye katılırız. Gelip geçici dünya hayatı uğruna ürettiğimiz tüm duvarlarımızı yıkar, gönüllerden gelen sese kulak veririz…
Çocuklarımıza duyguların gelip geçici olmadığını, tam tersine duygularının takipçisi olmaları gerektiğini öğretebildiğimiz gün, sanal benliğimize en büyük darbeyi vurmuş olacağız belki de…