MAŞUK LİBASI
Oda merkezi gözlemliyor, hiç kimse ve hiçbir şey yok ikimizden başka. Arkası dönük, pencereye yakın, masaya uzak. Dışarıda çıkartmalarla mahkûm ettiği bakışları benden uzak… Sevilmek için ölmeyi, göze alabilecek yarınları arşınlıyor benliğinin metrekaresinde. Ensesi öylesine yakın ki, baktığım her yerde onu çiziyorum adeta. Elim batık bir gemi gibi, dinlenmek bir yana, dokunduğu teni yaralıyor. Loşluk ve duvarlar… Loşluk ve insanlar… Simaların ardında kendisini elzem matrisleriyle sistematik sahtelikleri için sıralar!
Anlamamazlıktan değil, anlarlığın o meczup ikircikliğinde sadece kendime yeminliyim. Şimdilik… Sakınmak için sadece sormaya söylemek yeterlilik arz etse de sadece ellerimiz kendimize saklı. Dua etmek için…
Sormadan söylemez sanmıştı bütün merasimler. İzlerin esininde, geriye sayılamayacak kadar eksikti sayılar. Harfler intizar yanlısı seslerle buradayım diyordu dudaklara. Yarım dudaklarıyla, kalbini konuşmaya çalışırken “Sadece, sadece bir seferlik” diyordu. Hiçbir şey sadece bir sefer olamazken… Duvarın boşluğu sayıklayışı hiç bu kadar elzem olmamıştı. Ben ne zaman biteceğini beklerken, geriye doğru bir adım ilerledi “Sus” dedi duvardan yana, duvar sustu.
Ayağa kalkıp sarılmak istedim varlığına, nedenini bilmeden. Bunun üzerine ayağa kalkıp ruhum “Sus” dedi cesedime. Ve o zaman adımı öğrendim uslanarak. Adım Siyah, karanlıklar bilmese de. Gece gibi zamansız mevsimlerden biriydi, o zaman vazgeçtim hatırlamaktan. Sadece yürümenin heyecanıyla kendimi sesleniyordum.
Gözlerimi kapadım sadece dinledim.
Ayazda ne zaman varacağını bilememek gibiydi her şey. Sadece ruhumun derininde söylüyordum, uyanmasın diye sağır şeytanlarım. İzliyor kelimesizliğin o cümle krallığını zerke diyordum dimağıma. Biraz ileri geri doğru sallanıp bir müddet durdu. Anladım, kulaklarımı masanın üzerine bıraktım. Bir kez daha sallanıp benden yana dönmeden dudaklarını masanın üzerine bıraktı. Artık gülümsediğin görebiliyordum.
“Nesli tükenmiş mevsimlerden bir sabahtı” diye söze başladı ve derin bir iç çekti. “Ben kim olduğumu bilmezken varlığımın dokunduğu duvarlar ıslaktı. Kanın kokusunda debelenirken, sıcaklık tazeydi. Darlığa rağmen, hissettiğim her yarın ferahtı. Dokunmak…” dedi ve sustu anladım ki sözü bana bırakmıştı.
“Sadece dokunmuştum, aramızda kalan duvarın gerginliği ve esnekliği. Her devinişinde sancıyla şekilsizleşse de simam. İsyan ettim sinir uçlarına. Sadece dokunmak yerine hissedişimin ilkini yaşadım. Yakarmadım, varlığın için sadece bekledim; sabırla… Biliyordum ki beklemek dua, sabır âmindi; hal dili için” dedim ve o devam etti.
“Tek bir kapı vardı, çıkmaya yeltenişim senin için ızdırab olacakken, ikimiz için simalarımızın bütünlüğü olacaktı. Bakışlarımın gördüğü ilk çizgilerle sen, bakışlarının gördüğü son masumiyetle ben… Yanılmayacak, yanılmayacaktım! Ama hep şüpheye düşecektik.”
“Ne senin, ne benim kurallarım olmayana dek” diye noktaladım.
Gülümsedi, gülümsediğini görebiliyordum.
“Duymaya yadsımadın ilk defa” dedi manidar vurgusuyla.
“Duymak için uyandığımda farklısını bulamadım. Sen dinle ben konuşurum, her daim, mailiğin iç tepisinde dudaklarımı kestiğim zaman. Usanma, utanmak hayânın başlangıcını görüyorken bunu kendinden soyunma. Utanmak; unutmamak için en kestirme yol. Ve sen;”
“Ve ben utanıyorum!”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.