YALVARIRIM GİTME...
Gelişin gibi ani oldu gidişin. Haksızlıktı bu. Gidene zor değildir aslında. Kalan, her köşe başında sinsice kendisini bekleyen anıların darbeleriyle her gün tekrar tekrar ölür. Son gücünü toplar, kendini külünden tekrar yaratır. Karşılaşacağı her anı ile yeniden yok olabilmek için.
Gidebilir miyim? Demedin. Usulca fısıldadın kulağıma;
Seni seviyorum ama gitmeliyim.
Kal! Denmezdi sana. Bu yakarışlar da bana yakışmazdı. Gönlüme sahip olmuşken riyasızca ve sınırsızca, elinin tersiyle itiyorsan, gitmek hakkındı.
Tekbir şey istedim senden giderken; bu şehirdeki sana ait tüm hatıralarını da al, öyle git, dedim. Bırakma senden izler.
Son ricamı da dinlemedin. Beni, senin hayaletinle bu şehirde, ölüme terk ettin.
Sensiz nasıl yaşandığını çoktan unutmuşum. Sanki ömrüm, senin geldiğin gün anlamlanmış da daha önceki yaşantım sadece çocukça heveslerle geçmiş. Hep aradığım cevabı, yüzüne vuran rüzgârın ardına saklanmış ürkek bakışlarını o taş merdivende ilk gördüğüm an bulmuşum. Basamak basamak bana gelişin, bir mucizenin gerçekliğe dönüşümüymüş.
Hafızasını yitirmiş ve her şeyi yeni baştan öğrenmeye çalışan biri gibiyim. Tüm yaşantımı değiştirdin sen ve şimdi senden öncesine nasıl dönülür bilmiyorum.
Şaşkınım.
Afallamışım.
Korkuyorum…
Lütfen tut uzattığım ellerimi, düşüyorum…
Nefes alamıyorum. Gözyaşlarım asi, söz dinlemiyorlar. Yüreğim daralıyor, göğsüm kasılıyor. Sensiz yaşamayı öğrenmem gerek.
Ben sensiz olmak istemezken, sensizliğe alışmam çok zor olacak.
Bu şehirde hala aldığım nefeste senin kokun, yediğim ekmekte senin tadın varken, mümkün mü?
Ya ben hasretten öleceğim, ya bu şehir başıma yıkılacak.
Ya sen bana geri döneceksin, ya İstanbul İstanbulluktan çıkacak…
14.09.08/İstanbul