21
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1806
Okunma
Efendim Anıtkabiri hâlâ görmemiş olanlar var mıdır bilemem, ama son halini görmeyenler vardır muhakkak! Ve gördüklerinde eminim ki gecikmiş olmaktan büyük üzüntü duyacaklardır. Dedim ya Ankara’daydım bir süredir diye; Ankara’da olduğum zamanlarda da olduğu gibi her gidişimde de mutlaka uğrarım Atamıza. Ana babama uğrar gibi, sevgi, saygı, özlemimi yinelemek ve dualarımı iletmek üzere. Ve de yaşamak yeniden o yaşanmışlıkları ve duygularımı tazelemek üzere.
Özellikle hafta sonuna bırakmıştım bu kutsal ziyaretimi. Çok sıcak bir Pazar günüydü. Büyük Şehir Belediyesinin şehrin biraz dışında oluşturduğu hobi bahçeleri var, apartmanlara sıkışmış bir parça toprağa ve toprakla uğraşmaya hasret olanlar kiralayıp arzuları doğrultusunda sebze yetiştiriyorlar oralarda. Pazar günleri çoluk çocuk gidiyorlar o bahçelere, çapalıyor, suluyor ekiyor, akşamına da yetişmiş olanlardan bir iki domates, biber vs ile mutlu bir yorgunlukla dönüyorlar evlerine. Apartmandan bir iki aile o bahçelere gitmişti o Pazar. Bir iki Karadenizli aile de, Karadenizlilerin satın aldığı bir yaylada yörelerinin şenliklerinin yapımına katılmıştı. Kimi havuzlara, kimi pikniğe… Bu noktadan hareketle bugün bu sıcakta kimse gitmeyi düşünmez, tenhadır ben de rahat rahat izler daha güçlü duyumsar ve yaşarım düşüncesiyle gittim Anıtkabire.
Girişte büyük bir kalabalık kuyruk halinde, kavurucu güneşe rağmen şikâyetsiz sıralarını beklemekte. Eskilere oranla daha bir titiz arama var çünkü. Önce kalabalığa üzülür gibi olsam da, çabuk terk etti bu duygu yerini sevince. Kar kış demedikleri gibi; hafta sonu, sıcak da etkili değil demek ki pek çok kişi için, öyle ki, üzerinde gelinliği, damatlığıyla henüz evlenmiş iki çift bile vardı. Mutlandım, çok mutlandım hem de.
Uzun sürmedi bu sevinç ve mutlanış. Daha girişte küçük bir kız çocuğu: Aa anne başörtülüler de gelmiş, yasak değil mi, nasıl soktular içeri diye sordu. Annesi: Niye yasak olsun kızım, o hepimizin Atası, hepimiz seviyoruz O’nu, herkesin gelmeye hakkı var, dediyse de susmadı küçük kız: Ama anne onlar Atatürk’ü sevmez, Atatürk de onları diye devam etti. O ne biçim laf diye azarladı annesi. Susmuyordu kız: Ama anne Atatürk dindarlara, dindarlar da Atatürk’e karşı, sevmiyorlar birbirlerini, düşmanlar onlar birbirlerine diye devam etti. “Saçmalama nerden çıkartıyorsun bunları” der demez, yine ama diye başlamıştı ki; annesi daha sert bir tavırla, yanlış anlamışsın. Atatürk din düşmanı değil, gerçek dindarlar da Atatürk düşmanı değil. O senin dediğin başka bir şey, sus şimdi eve gidince anlatırım ben sana diye noktaladı bu ibret verici yanlış fikirle bezeli konuşmayı. Çocuk bu anlar mı laftan, bu defa da: Gerçek dindar da ne demek, sahtesi nasıl oluyor dedi. Anne yine sert şekilde tuttuğu elini çekiştirerek: Sus dedim, burada anlatılacak şey değil, evde anlatacağım hepsini.
Nasıl üzüldüğümü anlatamam. İşin aslı gerçeğince anlatılmayışıyla, Atatürk’ü her şeye bilir bilmez kılıf ve kalkan kullanışla, karşı çıkışın bazı olgulara asıl sebepleri, o olguların aslında neler olduğu ve neler yapılandırılmaya çalışıldığından ötürü karşı çıkılıp yasaklar konduğu, açıkça ortaya konmayışı ve herkesi aynı kefeye koyuşuyla, bilmezlerin ve çocukların gözünde nasıl bir Atatürk, nasıl bir dindar oluşturulduğunu görüyor musunuz ama bilinçli, ama bilinçsiz?
Bu çocuk belli ki bilinçli bir Atatürkçü ailenin çocuğu lakin çocuğa gereğince yansıtamamışlar ya da henüz küçük diye gereken özeni göstermemişler, çocuk da TV den, sağdan soldan duyduklarıyla böyle yanlış bir kanıya kapılmış, henüz gerekli araştırmayı yapıp doğruya ulaşamayacak kadar küçük oluşuyla.
Bir de tam tersi bir ailenin, ya da bilgisiz ve kulaktan dolma bilgilerle inancını yaşadığını sanan bir ailenin çocuğunu düşün! O da, Atatürk gerçekten hiç ayrımsız her başını örtene, her inancını yaşayana düşmanmış gibi, dahası dinsizmiş gibi algılamaz mı küçücük aklıyla ve de düşman olmaz mı Atatürk’e, diğer çocuğun tüm dindarlara ve dine olabileceği gibi? Ve hatta Atatürkçü olmakla, inançsız olmayı bir tutmaz mı, öyle olması gerektiğine inanmaz mı bu süreçte? Görüyor musunuz bilinçsizce, bazı kesimlerce de bilhassa sapla samanı nasıl karıştırmakta ve ne tehlikeli tohumlar atmaktayız minik yüreklere.
….
Efendim, eski müzenin alanı genişletilip, mozolenin bulunduğu kısmın altında, Atamızın esas kabrinin bulunduğu kısımda galeriler yeniden düzenlendi biliyorsunuz. İlk girişte, yine daha önceden gördüğümüz, Atamıza ait şahsi eşyalar ve hediyeler sergilenmekte farklı bir düzenlemeyle, masasında çalışma esnasında ve bu kısmın sonunda yeniden yapılan Atanın balmumu heykeli ayakta ve fraklı, bu defa Ataya iyice benzemiş. Ayrılamadım uzun süre karşısından yine. Saatlerce gözlerine baktım, anlamaya, hissetmeye çalıştım O’nu, konuştum da içimden bir yandan da dertleşerek. Keşke sorularıma danıştıklarıma yanıt da alabilseydim. Gerçi ben payıma düşeni alıp daha önce aldıklarımla pekiştirmiş katlamıştım, ama keşke herkes duyabilseydi benim duyduklarımı!
Düzenlenen ilk galeride boydan boya Çanakkale savaşı resmedilmiş, düşman gemileri top atışlarından yanmakta, üzerinde uçaklar, karada tam bir savaş alanı oluşturulmuş, havan topları mermiler, şarapnel parçaları yerlerde. Ve yine yerde bir Türk askeri, üzerinde bir Anzak öldürmeye çalışmakta Türk’ü, bir iki adım gidiyorsunuz, bir Anzak kanlar içinde ölmeye ramak ve bir Türk askeri matarasındaki belki de son bir iki yudumu ona içirmeye çalışmakta.
Bir iki adım sonra büyük bir çatışma süngü süngüye, az ötede bir tepede Atatürk ve komutanları hem savaşı izlemekte hem de taktikler vermekte. Atatürk’ün karargâhı, küçük bir sandık üzerinde ot minder, yine bir sandık üzerinde, bir kahve cezvesi ve çaydanlık o günlere özgü, bir maşrapa, telsiz ve telefon, açık bir harita. Bütün silah ve gereçler o günlere özgü ve gerçek. Yine az ilerde yaralılar, bir grup doktor, hemşire cansiperane görevdeler, onların ötesinde gece, bir siper içinde yaralı bir asker, başında iki arkadaşı, biri Kur’an okuyor, bir diğeri ellerini açmış dua ediyor, küçük bir gaz lambası yanlarında. Her yer alev alev, her yer toz toprak, her yer kan revan içinde, mermi taşıyanlar, yaralı ve şehit düşmüşleri taşıyanlar.
Bu bölümdeki huşuyla sarmal duygu dolu gezinizin sonuna geldiğinizde, yine bir mermi geçiyor kulağınızın dibinden. Atlıların Allah Allah nidalarına, atların doludizgin nal sesleri karışıp geliyor arkanızdan. Kaptırmışlığınızla kendinizi gerçekmiş ve ezilirim korkusuyla irkilerek arkanıza döndüğünüzde, kendinizi Sakarya meydan muharebesinin ortasında buluyorsunuz.
Aynı zamanda, Türkiye’de ilk kez uygulanan bir ses sistemiyle, fonda savaşın sesleri, top atışları, bağırışlar, arkanızdan bir yerlerden atların kişneme ve nal sesleri yaklaşmakta, irkiliyor, kulağınızın dibinden geçen bir mermiyle, az ötede atılan topun sesiyle daha bir panikleyip Allah diye ayağınızın dibine şehit düşen askerle birlikte düşüyorsunuz siz de vurulup.
İçindesiniz savaşın, bire bir yaşıyorsunuz her bir anını. Ürperiyor, duygulanıyor, üzülüyor, yaralanıyorsunuz. Daha bir rahmet ve şükranla anıyorsunuz o insanları, daha bir seviyorsunuz onlarla birlikte vatanınızı, daha bir sahipleniyorsunuz. Gözyaşlarınız dualara, dualarınız gözyaşlarınıza karışıyor farkındasız.
Gidiniz efendim, hangi ilde olursanız olunuz, zaman ayırıp çoluk çocuğunuzu da alıp gidiniz, gidiniz ve görünüz, görünüz ve yaşayınız o günleri, hele ki bu günlerde mutlaka!!!
İmkânı olanlarınız ise sıklıkla gidiniz.
Çıkışta bambaşka hislerle dolacak, daha bir vatanperver, daha bir duyarlı olduğunuzu, pek çok şeyi yeniden sorgulayıp gerçeklerin buluncuna daha bir vardığınızı göreceksiniz!
Eminim ki, dudaklarınızdaki dualara, ne kadar tutmaya çalışsanız da kendinizi, engelleyemediğiniz gözyaşlarınız eşlik edecek!..