- 995 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇİRKİN KIZ
ÇİRKİN KIZ
Batı Anadolu kıyılarından birinde, bir kasaba; “Ocağımız sönmesin,” diyen
ve küçük küçük yuvaların çalılarla beslendiği, çocukların sevgiyle
büyütüleceği, umutlarının yeşereceği, bütünüyle geleceğe kucak aşmış, bu
dostluğu yaşatırcasına kuşların, kuzuların, çiçeklerin de bu orkestrada
bütüne koştuğu ve nasırlı ellerin hayat çizgilerinde konakladığı, büyüdüğü
ve anıların fısıldaştığı bir yer…
Ne pastoral bir duygu ! Bu duyguların yoğunluğu ile Metin,
her zamanki gibi yaşamını ayaklarının önünde sürükleyerek, dışarı çıktı.
Kapıyı henüz kapatmamıştı; fakat merdiven basamaklarına ulaşmadan gerisin
geri döndü. Bir şeyler unutmuştu-bir şeyler hatırladı.
Kapının aralığından yalnızlığını paylaştığı, diğerlerine
rağmen, pek başı bulutlara değmeyen bir ev olsa da; ama dostunu onurla
konuk etmekten aldığı lezzeti, buram buram yüreğinden etrafına serpiştiren
ve onun her gelişinde, “ İyi ki varsın,” duygularını baharlara inat, bahar
gibi yaşayan evine, tekrar girdi… Henüz günün yorgun savaşçı namzetliğini
üstlenmemişti, yine de halinden çok yorgun olduğu belliydi, kesik
ifadelerle bir şeyler mırıldandı:
-Nasıl gidermeliyim bu kahredici yorgunluğu? Nasıl kaygısız, nasıl vurdum
duymaz olmalıyım ? Ne olursa olsun koşup sana gelirim.. Sen benim için ayrı
bir dünyasın. Belki herkesin evi öyledir.Ama; sen başkasın, sen yanağında
hüznün gizemiyle fasılasız tebessümler sunan duman bakışlı çirkin kız
gibisin. Ve Sen…..
Masaya doğru yürüdü. Unuttuğu ve sonradan hatırladığı
karalamaları, çocuğun biberonuna sarılışı gibi kavrayarak, ellerinin
içerisine gömdü.Yorgun girişine rağmen, kendini sokağın kollarına attı.
Kaldırımlar üzerinde oynayan çocukların misketini “Her zamanki gibi
karşılıklı bir oyundu bu,”çalarak, adımlarını biraz daha büyüttü. Çocuklar
alışmış olmalı ki; fakat hiç biri peşinden koşmamış, Metin ağabey!!! avazını
patlatmamışlardı. Sokakta ilerlemesini sürdürüyor, düşüncelerini; havasını
soluduğu mahallenin taşına, toprağına karıştırıyordu. Birbiriyle, güzellikte
yarışır evlerin simalarını seyrediyor, onlara söz atmadan duramıyordu.
- Nazlı kızlar gibisiniz.Böyle güzel, böyle gayet düzgün, böyle kaliteli
olmanızı neye borçluyuz? Şüphesiz, eski olmanız sizi hala süslü olmaktan
alıkoyamamış.
Çok iyi biliyordu ki; bu sabah da güneş, taze ve güleç yüzlü bir halde
doğmuştu. Bulutlar kaplasa da etrafını, güneşe dönüktü yüzü. O yürürken,
genç bir adam kesti yolunu. Elinde bir boya sandığı vardı.Yokluk, ciğerine
tak demiş ki; bu koca adam, küçük bir boya sandığıyla geziyor, bir eliyle de
boya sandığını göstererek, cılız ve kaçamak sesiyle yüreklere iniyordu.
-Boyayalım mı abi ? Bak, parlasın da kirlenmiş dünyamıza aydınlık olsun.
-Peki ! Bu yüreğimi çizen sözü ne yapabilirim ki…
-Olsun abi ! Bak para da istemem. Yeter ki boyayım abi. Ben abi. Ben var ya
ben, abi!
-Evet sen?
-Şu koskoca Dünya’da yer bulamadım abi.
-Herkese var da, sana neden yok ?
- Yok abi , öyle deme. Bak gücenirim sonra. Dünya’ya sarıldığım ipi
kopardım, ya da kopardılar abi. Gel, sen boş ver beni, ayakkabılarını
kaldırımlarda gülümset abi..
Metin adamı anladı. Ses çıkarmadı. Duvara yaslandı… Ayaklarını uzattı.
-Tek tek abi.
Metin, bu kocaman adamı saran kaçamak bir tebessümle,
-Buna da peki, dedi.
Boyacı, sanatını bilen , ilmik ilmik işleyen bir adam dikkati ve
sessizliğiyle ayakkabılara ışık verdi. Ancak, bu koca adam, alışılmışın
aksine para istemiyordu. Metinle aralarında kısa bir konuşma daha geçti.
Boyacı,”Olmaz, diyordu , Benim prensiplerim var.” Adam, geleneksel para
alma usulünü bozmakta ısrar ediyordu.
-Sen paranı koy cebine abi; ama yüreğine değil, cebine koy abi.
Metin , izlemeye başladı boyacıyı.
-Bayramların hazzına varamadım, bayramları yaşamadım.
Yavaş yavaş duygu denizine düşmüştü. Boyacı devam etti.
-Eğer siz de bu hazdan uzak kalmak istemiyorsanız, çocukların saçlarını
okşayın abi. İşte sizin borcunuz bu olsun….
Metin, başını evet dermiş gibi öne eğdi ve ağır ağır sokağın içlerine
süzüldü…
İnsanların seyrekleştiği ve hep bu geliş gidişlerinde, evinin sokağa
hakim penceresinde kaldırımları kollayan Nazander teyzenin, uzaklarda asılı
kalmış bakışına yakalandı. Oradan her geçişinde, bu yaşlı kadının penceresi
önünden; ince bıyıklı, bastonunu sektirerek yürüyen, püsküllü feslerini
kaşlarının üstüne indirmiş zarif beyefendileri ve Nazander’in, onlara
mendilini bırakışını hayal ederdi.
-Rica etsem mendilimi bana tekrar lütfeder misiniz? İpek işlemeler bir
türlü elime dost olamadılar da, rica etsem…
Aynı nezakete matuf bu beyefendiler; ona, ince adımlarla yaklaşırlar
selam verirlerdi.
-Ne demek hanımefendi ! Bu bana bahşettiğiniz bir lütuftur. Rica
ederim.
Mendilin, işlenmiş kenarlarından akıp gelen, tam orta yerinden tutulmuş
parmak uçlarıyla, bu güzel kadının elinde tuttuğu mendile değmenin ve
koklamanın verdiği hazla, Nazander hanımefendinin eşik önüne gelişinin
sabırla beklenişlerini görürdü.
Metin bu kez de, yaşlı hanımefendinin gözlerinden kaçamadı, durdu. Ona, “Bu
gün nasılsınız? Der gibi gülümsedi. O, bu gülümsemeye; kırışmış yüz
çizgileri, ak saçlarının seçilebildiği işlemeli beyaz örtüsüyle bağlı başını
ve ellerini kendisine doğru sallayarak içeri gel! İşaretiyle karşılık
verdi.
-Gelirim ; ama bir acı kahve lütfen. Köpüklü ve beni uzakta kalmış
günlere salacak, hoş bir seda yüklü tat isterim… Bir de, şapkasını denize
kaptıran balıkçı çirkin kızın, getirdiği balıkları görmek…
-Ömürsün kuzum vallahi ! Metin‘ im gel hadi ! Sensiz onları paylaşmak
ister miyim ?
-Tamam tamam şimdi oldu.
Yılların yorgun ve unutulmamış anılarını taşıyan merdiven basamaklarını
birer birer çıkıp, gelenlere ardına kadar kollarını açmış ve çam kokusunu
bütün bedeninde var eden ve eve yıllardır bekçilik yapmış bu kapıdan içeri
girdi. Evin salonunda kendisine oturacak bir yer kestirip, yumuşak bir
tebessüm içeren “Merhaba!” selamıyla yaşlı kadının karşısına oturdu. Bu eve
her gelişinde; anlamını veremediği duygularını, mazide yolculuğa çıkartır,
birkaç dakika oradan uzaklaşırdı. Evin o mistik kokusunda ve her köşesinde
anıların kol gezdiği, hava esintileri vardı. Bu esintiler onu bu evi her
ziyaretinde, alır uzaklara götürürdü.
Özenle ve göz nuruyla elde işlenmiş nakış nakış işlemeli örtüler, insanı
kollarının arasında geçmişten ninniler söyleterek uyutacak rahat koltuklar,
duvarların belli bölümlerinde asılı kalmış ve bakanların gözlerine
odaklanmış tozlu resimler… Son yandığından beri, külleriyle beraber hayata
gözlerini kapamış şömine ve evin diğer bütün bölümleri Metin’i sarar ve
ona, doyumsuz bir haz yaşatırlardı. Bu duygulardan zor da olsa sıyrıldı…Ve
o yaşlı kadının iç çekişlerini paylaşmak için konuşmaya başladı.
-Bu gün nasılsınız efendim.
-Çok yorgunum; ama henüz bu yorgunluğa yenilip göçmeyi düşünmüyorum.
-İyi ediyorsunuz. Bu sokaktan sizin bakışlarınızın çekildiği an, buralar
ışığını kaybetmiş bir fener gibi olur.
-Aaa efendim olur mu ! Ben kim, bu sokağa hayat vermek kim. Bu sokağın
anılarıdır beni yaşatan. Beni, hayatın ipine sımsıkı saran ve Azrail’in
peşinden göndermeyen hep bu sokaktır…. Neyse ! Ben size bir kahve yapayım.
Bu kahvenin de kırk yıl hatırı olur mu, bakalım !
Nazander hanım yerinden kalkarak, eski evlere mahsus , duvara gömülü olarak
yapılmış dolabın kapağını açtı ve kahve kutusunu alıp kırk yıl hatır
bırakacak o köpüklü kahvesini yapmaya koyuldu. Her zaman olduğu gibi yine
kahvenin yapımı uzun sürecekti. Metin, bu aradan yararlanarak, duygu
deryasına kulaç atarken, merdiven basamaklarından gelen ses, onun ilgisini
kapıya doğru çekmeye yetti. Bütün benliği ve bedeniyle kapıya doğru
çivilendi. Çünkü sesler yaklaşıyor ve çok yakınından gelen bu
mırıltılardan neşeli bir türkü esintisi alıyordu.
Meraklandı… “Sanırım davetsiz bir misafirimiz var,“ dedi. Bu cümleyi kendi
kendisine söylerken merakı bir kat daha artmıştı. Nerden bilirdi, haftanın
belli günlerinde bu yaşlı kadına balık getiren biri olduğunu? Bu duyguları
taşıyan iç konuşmaları henüz bitmişti ki; O’nu, salonun kapısı önünde
gördü. Oturduğu yerden kalkıp selamlamak ve buyurun! Demek istedi; ama
koltuğa çivilenmiş kalkamıyor, onun gözlerine asılı kalıyordu. Bir kaç
dakika kendine gelemedi.Yüreği sendelemiş, sağ sola çarpıyordu. Kendisini
toparlaması uzun sürdü.
Kızın elinde sepete benzer, fakat üstü kapaklı bir kova vardı. Elleriyle
sıkıca tuttuğu kovadan,su damlacıkları teker teker yere düşüyor ve ahşap
döşemenin üzerinde ıslaklıklar bırakıyordu. Kızın gözleri de bu damlacıklar
gibi Metin’in yüreğini ıslatıyordu. Kız, kovayı yere bıraktı. Islanmış
ellerini, parmaklarını bir biri içerisinde gezdirerek kurutmaya çalıştı.
Metin onu gözlemliyor, yüreğinden gelen heyecanı gizlemeye çalışıyordu.
Kızın üzerinde askılı mavi bir kot, oldukça beyaz benekleri bulunan kırmızı
bir gömlek vardı. Siyaha inat, kapkara saçları omuzlarına düşüyor, denizden
çıkartıp gözlerine gömdüğü mercan taşlarının parıltısı, şimşek gibi gelerek
Metin’in ölü denizi andırır yüreğinin bilinmeyen sularında bir yakamoz
gibi ışıldıyordu.
Kız çok rahattı , sayısız deniz zaferleri kazanmış bir amiral gibi
karşısında dimdik duruyordu. Siyah saçlarının çerçevelediği yüz kısmında;
biraz dikçe elmacık kemikleri, alınla birlikte bir bütünlüğün devamı olan
çenesi, gizemi sırtlamış simasıyla, bir tebessüm içeren dudakları, bir
biriyle birleşerek denize akıp gelen ırmaklar gibi yüreklere doluyordu…
Bildiği; fakat adını koyamadığı tılsımlı bir alevin içerisine düştü.
Kelebeklerin ve bütün bildiği çiçek sevdalıların özlemini çektiği gül
bahçesinde buldu kendini. Papatya mı, lale mi, çiğdem mi, karanfil mi, gül
mü? Hangisi yoktu ki; O, bahçenin kendisiydi…
Kız, bu yabancıya çekingen bir tebessüm içeren yüz ifadesiyle, üstünde ki
kıyafetini işaret ederek, “Anla işte!” der gibi konuşmaya başladı.
-Balık… Nazander hanıma balık getirmiştim de …
-Bütün çiçekler solar sizin görüntünüzde …
-Anlamadım … Ne dediniz ?
Metin, güneşin batışında ki kızıllığa inat, kızarmıştı. Sustu… Kendisini
toparlamak üzereydi ki; Nazander hanım kahveleri getirdi, yaşlı kadın yine
imdadına yetişmişti… Kısa bir sessizlik oluştu… Bu sessizliği yine ev
sahibi bozdu.
-Bak Metin! Kimler gelmiş… Geç! Geç şöyle gözümün önüne otur.
Kahvenin birini Metin’e uzattı, diğerini kendi içmeye başladı. Bir şeyler
hatırlamış gibi telaşla oturduğu yerden doğruldu.
-Çirkin kız sana da kahve yapayım dedi.
-Hayır ben yaparım , siz oturun lütfen!
Kız mutfağa doğru yöneldi. Bu evi iyi bildiği belliydi, doğruca gitti. Kız
giderken, Metin göz ucuyla bir kez daha baktı.
Nazander hanım bu belirsizliği ortadan kaldırmak için, Metin’e dönerek
konuşmaya başladı.
-Nasıl, dedi. Çirkindir; ama iyi kızdır.
-Çirkin, evet çirkin; ama balıkların efendisi, deniz kızı gibi…
-Bak hele, neler de bilir Metin’im.
Kısa ve sessiz bir gülüşme geçti aralarında...
-Kahve için teşekkür ederim, size zahmetler oldu.
-Zahmetler dersen, bir daha kahve yapmam haberin olsun.
Kız kahvesi elinde salona döndü.Nazander hanıma yakın oturdu. Yaşlı kadın
ikisini de gözlerinin içine hapseder gibi konuşmaya başladı.
-Siz tanışmıyorsunuz değil mi ? Hadi tanışın bakayım, beni yormayın ve
uzatın ellerinizi de, parmaklarınız dostluğun ilk meyvelerini tatsınlar.
Metin elini uzattı.
-Ben Metin… Öğretmenim…
-Ben de Çirkin kız!
Kız bunu söylerken sesinde en ufak bir eziklik yoktu. Aksine, çirkinliği bir
lütuf olarak kabul etmiş gibiydi. Gülüşmeler, salonun mistik havasında
dolaşıp dolaşıp yüreklere konuyor ve her konuşma sonunda sıcaklığını
estiriyordu.
Vakit ilerlemişti. Zaman çok hızlı koşuyordu. Metin, zamanın durmak bilmez
nefesini yavaş yavaş hissetti. Üzüntüsü yüzünde belirdi.
-Artık ben kalkmalıyım. Bir görüşmem var .
Kız , “Biraz daha kalamaz mısın?” Der gibi Metinin gözlerine baktı. Erkek,
kızın gözlerinde bir kez daha asılı kaldı. Kendisini, alabora olmuş bir
tekne gibi bu limana sığınmış olarak buldu. Gitmek istemiyordu ama verilmiş
sözleri yerine getirmenin İNSAN olmanın başlıca kavramlarından biri olduğuna
inanırdı.
Biraz çekingen ve cılız çıkan sesiyle konuşmaya başladı. Kelimeleri ortaya
atıp sahibini bulması için dağarcığından yerlere saçıyor ve bu sözler çirkin
kızın yüreğinde toplanıyor, sahibine ulaşıyordu.
-Kalkmak gerek; ama, buradan başka yere göçmek istemiyorum. Ve gitmeliyim…
Bu gidişim, yarımlık duygumdan bir çeyrek daha götürüyor. Deniz ve deniz
kızının esintilerini içmek varken gitmek zor… Her ne ise ben kalkayım.
Yerinden tekrar kalktı, vedalaşmak için elini uzattı. Bir şey unutmuş gibi
geriye doğru sendeledi ve yağmurdan ıslanmış toprak gibi gevşedi. Kız da
ayağı kalkmış elini uzatmıştı; ancak eli öylece kaldı… Kız, bir kez daha
görüşmek isteğini çok rahatlıkla söyledi.
-Metin bey, isterseniz yarın görüşebiliriz, ne dersiniz?...
Ne kadar da rahat ve insanın içini ısıtan seslenişti bu. Metin gülümsedi.
-Onur duyarım… Beni mutlu edersiniz…
-Kız, Metin cümlesini bitiremeden devam etti :
-Buraya yakın; fakat beni hep uzaklara alıp götüren, ara sıra da
yalnızlığımı paylaştığım bir yer var… O güzel yeri size de göstermek
isterdim. Genç adam, bu gözünü budaktan esirgemeyen kıza, başıyla evet der
gibi cevap verdi. Ertesi gün, akşam üzeri buluşmak üzere vedalaştılar.
Nazander hanım, bu konuşmaları yüzünde anlayışlı bir tebessümle dinliyordu.
Konuşmaya müdahale ederek varlığını hissettirmedi. Metin veda ederek, hızlı
ama acemi ve birbirine dolaşan adımlarıyla dışarı kendini zor attı. Sokağa
adımını attığında bir rahatlama hissetti. Heyecanından ve bedeninde
taşıdığı titremelerden bir süre kurtulamadı. Kendini; ancak toparlamıştı ki,
ayakları ondan önce çoktan varmıştı geleceğe yere..
Boylu boyunca uzanmış çarşıda bulunan ve sağlı sollu bir birine yaslanmış
sahafların önünden geçerek, Aşiyan sahafının ardına kadar açılmış kapısından
içeri girdi. Burası; her gelen insana bir kuş özgürlüğünü, ağlamaya hazır
öbek öbek bulutların buluşma anını, denize ulaşmak için büyük adımlar atan
nehirleri, kovanından çıkıp bal özüne dokunmak için, çiçeklerin tenine
ulaşmaya koşan arıları ve kitap sayfalarının arasında kaybolup gezintiye
çıkan seyyahları hatırlatırdı. İçeri girdi ve selam verdi.
-Merhabalar … Yaşar ağabey nasılsınız …?
-Merhaba … Hoş geldin . Bu gün pek neşeli ve kıpır kıpırsın hayırdır?
-Benim her zaman ki halim…
Kısa ve içten bir gülüşmeyi paylaştılar. Metin, içeride sohbet halinde
olanları görmemiş, yüksek sesle hal–hatır sormaya devam ediyordu. Bu sahaf
evinin, konukları için özel yapılmış bir köşesi vardı. Sohbete susamış
olanlar oraya oturur, birbirlerine yudum yudum içecekleri konuları ikram
ederlerdi. O köşeye, “Şark ve haydi sen de paylaş köşesi,” adını
koymuşlardı.
Orada oturanların çoğunu tanıyordu. Kasabanın doktoru , veterineri, kolluk
kuvvet komutanı, bir iki sohbet aşığı ve bilge insanların yanında
oturabilmekle bile bir şeyler öğreneceklerini bilen bir-iki genç delikanlı
ve ayaklı kütüphane dediği, sıkça yazmayan; fakat yazdığı zaman, insanı
duygu çemberinde evirip–çeviren ve okuyan her yüreğe, kaleminden ayrı ayrı
tat damlaları düşüren Muammer bey de vardı. Saygıyla başını öne eğerek selam
verdikten sonra yanlarına sığıştı. Algılaya bildiği kadarıyla sohbetin
konus , “İnsanlar; kimsin? Sorusuna nasıl cevap verirler?” Veya
yanılmıyorsa, “ İnsanın kendini keşfi,” idi. Sohbeti bölmek istemiyordu ama
bir cümle ile sohbette buldu kendini.
-Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir.
Muammer bey, kaybettiği ve dağarcığından yere düşürüp aradığı bu
cümleyi Metin’inin dudaklarında yakalamıştı. Bundan duyduğu sevinci daha
iyi anlatmak için ellerini açtı.
-Bakın işte insanın tek realite olduğunu gösterir bir cümle. Gerisini boş
verin… Gerisi bu cümlenin ardından koşarak ve ilmik ilmik sökülerek gelir.
Metin, gülümsedi ve teşekkür eder gibi karşılık verdi.
-Eyvallah hocam…dedi. Ama… Sizi bu konudan alacağım…
-Yine şiirler mi? dedi
-Evet hocam! Maalesef yine şiirler… Gerçi benim şiirlerim, “ Minareden
at
beni / aşağı in tut beni, “ usulünden; ama, artık sizlerde buna
katlanıverin. Bir anlık sessizlikten yararlanarak elindeki kağıtları hocaya
uzattı.
-Üstadım, bakar - incelerseniz sevinirim .
O sırada komutanın telsizinden bir anons duyuldu. Telsizin derinliğinden
gelen madeni bir ses, “Komutanım, yaşlı bir kadının evine, hırsızlık için
girenler kadını öldürmüşler ve şu an orada sizi bekliyoruz. Adres Ş……
sokak, numara 23. Emirleriniz nedir? “
Bu ses , Metin‘ in yüreğine ince bir sızı getirdi.
-Nazander hanım…. Nazander hanımın evi bu… Komutanım sizinle
gelebilir miyim? Öldürülen kadının evinden az önce çıktım, oradaydım, sohbet
edip gülüyorduk…. İnanamıyorum…
Az sonra, verilen adrese varmışlardı. Metin, merdivenleri koşar adım çıktı.
Nazander hanım, salonun ortasında tebessüm eden yüzüyle “Ben de Azrail’in
peşine takıldım gidiyorum.” Der gibi, soluğu tükenmiş yatıyordu. Zavallı
yaşlı ve masalsı kadın… Her şey bitmişti işte. Bir tarih sayfası kapanmıştı.
Bir insan hayatı tükenmişti. Ve ölen kadın sadece nefes alan, yiyen içen,
uyuyan bir yaratık değil, geçmişi vakarla yüreğinde taşıyan, zarif bir
efsane gibiydi. Ama… Birileri, onun evinde kim bilir neler aramak ve çalmak
için eve girmişler, çalacak bir şey bulamayınca hayatını çalarak intikam
almışlardı.
Metinin yüreği yanıyordu. İsyan ve intikam duyguları ruhunda kol geziyordu
şimdi. İnsan nasıl bu kadar acımasız olabilirdi? Bir hayata son vermek bu
kadar kolay mıydı? Kimdi bu canavarlar? Nasıl kıymışlardı bu kadına. Oyalı
bir mendil kadar nazik, etrafındaki onca kabalığa, nankörlüğe rağmen hiç
şikayet etmeden ve güleryüzle yaşamını sürükleyen bu kadına nasıl el
kaldırabilmişlerdi?
Tahkikat sonrası, kendini biraz da olsa toparladı. Zavallı kadının evinden
ayrıldığında, çirkin kız da çıkmıştı evine gitmek için… Sevinci ve
tesellisi sadece oydu. Zaten o kızın Nazander hanımdan isteyeceği ne
olabilirdi? Zavallı kadın… Ne kadar içten, ne kadar kibar bir
hanımefendiydi…
Yaşlı kadını, bir gün sonra defnettiler… Toprak, yine bir insanı özüne
almıştı. İmam dualar okuyor, bütün dostlar hüzünle iç çekiyorlardı. Metin,
kendi sessizliğini, sessiz kalan düşünceleriyle dağıttı.
-Topraktan geldik, toprağa gideceğiz. Marifet, bu süreç içinde
çamurlaşmamak.
Nazander hanım çamurlaşmamıştı ama ona kıyanlar ne olmuştu acaba?
Yakalanabilecekler miydi? Çirkin kız sessizce yanına gelmiş ama Metinin
üzüntüyle söylediği o sözleri duymamıştı. Göz göze geldiler. Metin, bir
şeyler söylemek istedi, kız “Tamam, anladım” der gibi başını öne eğdi. Ve
mezarlık tek tek boşaldı.
Nazander hanımın evinde, değerli olan ne vardı ki böyle oldu? Diye
düşünüyordu Metin. Sadece anıları… Kimsenin değerini bilmediği ve giderken
heybesinde götürdüğü anıları…
Mezarlıktan , en son ayrılan Çirkin kız ve Metin oldu. Bomboş sokaklarda,
başıboş dolaştılar. Denize sırtını dönmüş dağların görüldüğü yere geldiler.
Dalgaların kayalara çarpıp, sonra tepe taklak düşüşünü ve ayaklarının
uçlarına değen damlacıklara hakim bir masaya oturdular. Bu yer, ne karada
ne de denizde idi. Birisine göre denizde, birisine göre karada. Yer
değiştikleri zaman, düşünceleri de değişiyordu. Sohbetin, uzun yollarında
saatler geçti. Metin ve Çirkin kız, bu yolun bitmesini istemiyorlardı.
Günler birbirini kovaladı. Paylaştıkları dostluk, zamanın dişlileri
arasında akıp gitti. Saatler, Metin ve Çirkin kıza inat hızla koştular.
Hep koştular… Erkek kızı merak ediyordu, kız ise erkeği. Ayrı oldukları
zaman dilimlerinde neler yaptıklarını, nasıl bir yerde yaşadıklarını, o boş
ve anlamsız saatleri nasıl geçirdiklerini…
Metin soramıyordu, kız da soramıyordu… İkisi de sadece zaman içinde
gelişen bu güzelim paylaşımı bozmamak adına susuyorlardı. Ama bir gün kızın
eline, erkeğin evini görebilmek için bir fırsat geçti...
Her zaman olduğu gibi çarşıya iniyordu kız. Metinin evinin önünden geçen
sokaktan geçmeyi alışkanlık edinmişti son zamanlarda.
Tuhaftı ama bu gün, her zaman kapalı olan sokak kapısı aralıktı. Acaba
içerdemiydi? Kapıya ilerledi ve seslendi.
-Metin?
Ses yoktu, belki aceleyle çıkmıştı evden ve kapının açık kaldığını fark
edememişti. Hem zaten bu kasabada kapıları kilitlemek gereksizdi. Sakin ve
güven dolu bir yerdi burası. Ama…
Nazender teyzenin öldürülüşünden bu yana artık eski güvenlik kalmamıştı.
Kapıyı kapatmak ve yoluna devam etmek istedi, yapamadı. İşte, onun evini
görmek için bir fırsat çıkmıştı karşısına…. Yaptığı çok ayıptı ama kendisini
bu meraktan alıkoyamıyordu bir türlü.
Yavaşça aralık kapıyı itti. İçerisinin loş ve yalnızlık dolu havasına
alışmak için bir süre olduğu yerde hareketsiz kaldı. Korku mu, saygı mı?
Yüreğinde ki her neyse, onu adım atmaktan vazgeçirtiyordu. Bilinemedik bir
dünyaya adım atan kaşifler gibi… Merak vardı içinde. Aynı zamanda bir
başkasının, o yalnız adamın dünyasına tecavüz ediyor gibi hissediyordu
kendisini. Ama girmeli ve yüreğindeki sorularını yok etmeliydi artık.
İçerisi, dışarının sıcaklığına inat serindi, bir an ürperdi, sonra ilerledi
salona doğru. Odanın tam orta yerindeki direk, sanki dünya kurulalı beri hep
oradaymış da, ev o direğin etrafına yapılmış gibi, öyle güçlü bir görünüşe
sahipti. Yılların etkisiyle kararmış, bunca yıla rağmen, gövdesinde
kararmadan başka bir yaşlanmışlık belirtisi yok.
Şapkasını farkına varmadan çıkarttı kız… Yanındaki masaya koydu. Elleriyle
eşyalara dokunuyor, adamdan bir iz, bir belirti arıyordu. Masanın üstünde
kitaplar, bilgisayarı, telefon, kağıtlar… Kağıtlar… Kağıtlar… Kalemlikte
bolca kurşun kalem, bir dolmakalem ve tükenmezler. Masada açık duran
kağıtlardaki yazıları okumak istedi. Ama kendi kendini frenledi sonra.
“Adamın evine girdin, beynine, düşüncelerine de mi girmek
istiyorsun? Diyordu kendisine.
Delice bir merak duyuyordu. Ne zamandır dost olduğu, zamanı paylaştığı bu
adam, bir bilseydi ki şu anda ondan habersiz, onun evinde, özelinde bir
keşif gezisine çıkmış… Çok çirkin bir şey yaptığının bilincindeydi ama
alıkoyamıyordu kendisini. Üstelik her gün önünden geçtiği ama her zaman
kapalı gördüğü bu kapı, bugün kendisini bekler gibi aralıktı.
O kadar uzun zaman merak etmişti ki bu adamı…
Onunla karşılaştıklarında, adamın gözlerinden kayıp geçiveren o dostça
gülümseme… Tanımıyor ama diğer taraftan da her şeyini biliyor gibi… Adam
sanki dünyanın tüm sıkıntılarını yaşamış gibi. Yüzyılları yüklemiş de
sırtına, çaresiz dertlerin çarelerini ararmış gibi… Herkese faydalı olmak
isteyen, kendisinden başka herkese yararlı olan… Ne var ki kendi yürek
yükünü şikayetsiz ve kimseye açmadan yaşamını sürdüren bir adam.
İleride, masanın üstünde başkalarıyla çekilmiş bir resmini görüp ona doğru
ilerledi. Resimdeki gülen yüzü inceledi uzun uzun. Güzel, yakışıklı yüz
hatları vardı. Aydınlık, hoşgörülü bakışlar. Ama neden hüzünlü? Neden acılı?
Ve neden o bakışlarda kendisinden izler vardı?
Kendi kendisine gülümsedi, sonra gülüşün tınlamasından korktu ve
bir an hareketsiz kaldı. Kendisinden izler ha? Bu resim kim bilir ne kadar
uzun
zaman önce çekilmişti. O zamanlar adamın yaşadığı yerlerde, kız yoktu ki.
Adam buraya geleli daha bir yıl olmamıştı bile. Yine de... Kızı
gözbebeklerinde taşımış gibi… Bu kez daha yüksek sesle güldü kız.
Gözbebeklerinde…
Oysa adam bir süre öncesine kadar farkında bile değildi belki de
kızın. Belki, herkese bakışı öyleydi. Belki içindeki insan sevgisiyle
bakıyordu herkese baktığı gibi…
Resmi eline aldı, adamın yüzünü bilinçsizce okşadı. Onunla
konuşuyordu şimdi.
Sen, dedi. Sen… Kim bilir, belki de bakışlarındaki o gücün farkında bile
değilsin. Onlardaki sevginin, anlayışın sen; farkında bile olmadan
bakıyorsun, sen sevgi bakıyorsun, vefa bakıyorsun, dostluk bakıyorsun…
Artık gör beni. Herkese baktığın gibi değil, ben olduğum için bak bana. Fark
et!”
Yürüyordu, resimle konuşurken. Sonra durdu, resmi yanında durduğu
sehpaya bıraktı, çevresine göz gezdirdi. Sade ama zevkli döşenmişti salon,
göz
yormayan pastel renklerle. Dünyanın kim bilir hangi ücra köşelerinde el
emeğiyle yapılmış objeler. Duvarda değişik ırklardan insan resimleri. Geniş,
uzun bir kanepe… Uzanıp, dinlenilecek, kitap okunabilecek rahatlıkta. Geniş
bir sehpa, üstü kitaplarla dolu.
Adamın erkeksi dünyası, insancıllığı belli ediyordu kendini bu
evde.
Fazladan bir şey yok ama her şey o kadar gerekli ve yerinde kullanılmış ki.
Zevkli biri olduğu belli oluyordu.
Dışarıda havanın karardığını fark etti, bir telaş kapladı yüreğini.
Adam az sonra dönerdi. Baktı her şey yerli yerinde ama resim… Hızla resmi
bıraktığı yerden alıp masanın üstüne aldığı yere koydu, kapıya ilerledi.
Sonra geriye dönüp baktı. Her şey bulduğu gibiydi. Az sonra adam evine
dönecek, şu
kanepede uzanacak, şu masada yazacaktı.
“Seni sana bırakıyorum yalnız adam, diye fısıldadı. Seni sana…
Bir gün beni fark edebilmen umuduyla hoşça kal!” Sonra kapıyı yavaşça
çekerek ardından kapattı. Bir dakika sonra ufak kasabanın tozlu ve ıssız
yollarından süratle evine doğru ilerlerken geride unuttuğu şeyi hatırlamadı
bile.
Şapkasını… Balığa çıkarken güneşten korunmak için devamlı taktığı
o eski şapkasını yalnız adamın evinde, masanın üzerinde, ruhunu bırakır
gibi
unutmuştu…
Bu olay hiç anlaşılmadı erkek tarafından ya da hiç belli etmiyordu kıza..
Dostlukları her doğan günle daha da gelişti…Bir bütünün parçası olmuşlardı.
Sabırsızlıkla görüşecekleri günü, saati beklerlerdi.Ama günler… Günler yine
durmak bilmedi..
Bu kasabanın yamacına kurulduğu dağın üzerinde kol kola ve sırtlarını
birbirine yaslamış gezen bulutlar, bilinmedik bir sebeple ayrılmışlardı.
Aynı günlerde; Metinin, Erzurum Şenkaya ya tayin ataması gelmişti. Parçalar,
bütünden bir bir kopuyordu. Oysa ki; ulaşmak istediği günlere çok
yaklaşmış, tutmak üzere idi. Şimdi bunun zamanımıydı? Anılarını yüklenip,
sessizce gitmek istedi. Yüreğinde körüklediği ateş cılız ve fersiz kalıyor,
üşüntüler çöküyordu bedenine.
Çirkin kız haberi çoktan almıştı. Metin’in evinin önüne gelmiş, kapıyı
hızla çalıyordu…
Metin, her çalışta ayrılık sesi çıkartan kapının kilidini açtı. Çirkin kız ,
Metinin karşısında duruyor , “Bir şey yapamaz mısın?” bakışıyla üzüntüsünü
ifade etmeye çalışıyordu. Genç adam, kanadı kırılmış bir kuş ve göç yoluna
düşmüş dağınık obalar gibi keyifsiz ve yorgun, ”Hoş gelmişsin, “dedi.
-İçeri gel …Belki bu son günümüz…Belki, yolunda olmayan yollar beni
alır da götürür. İçeri gel…
Çirkin kız , cevap vermeden içeri geçti ve bir zamanlar şapkasını unuttuğu
masanın kenarına ilişti. Metin, kızdan habersiz bütün dostlarıyla
vedalaşmıştı. Bir tek o kalmıştı. Karşısına geçip oturdu.
-Gidiyorum ya…
-Bu kadar çabuk mu ?
- Elimde değil.Biliyorsun, atamam geldi, mecburum.…
-Peki ! Yolculuk ne zaman ?
-Yarın…Ama gitmek istemediğimi, yüreğimi burada bıraktığımı bilmeni
isteri.
-Oralarda da dağlar varmış. Daha büyükmüş.
-Yüreğim ve gözlerimin seni gördüğü kadar değil..
Çirkin kız vedalaşmak istemiyordu. Ayağa kalktı ve ağır adımlarla
kapıya doğru yürümeye başladı. Metin, kızın zorlukla duyacağı boğuk
bir sesle yutkunarak konuşmaya başladı.
-Ne olursa olsun seni hep seveceğim. Çünkü sen, asil ve yaşama direnen,
bilinçli bir kızsın. Ve sana, hep saygı duyacağım….
Metin, bunları söylerken kız, sanki daha fazla bir şey duymak istemiyormuş
gibi ayağa kalkmış ve arkasını dönmüştü. O da bir şeyler söylemek istiyor
ama kelime haznesinin ne kadar yetersiz kaldığını şimdi acıyla hissediyordu.
Hangi kelime, Metin gittiğinde, kendi içinde boğulacağı karanlığı
anlatabilirdi? Hangi sözcük şu anda yüreğinin parçalandığını anlatabilirdi?
Beyni sallanıyor gibiydi kızın. Duyduğu acı fiziksel bir acıya dönüşmüştü.
Dostunu arkadaşını ve kendisini şimdiye kadar anlayabilmiş tek insanı,
hasılı Metini kaybediyordu. Bundan daha kötü ne olabilirdi?
Ama… O çirkin kızdı… Kimseye sokulmayan, kimseden bir şey beklemeyen….
Metine de bir şey söylemeyecekti. Söyleyeceği şeyler onu çok üzebilir ve
gidiş yolunda adımlarının tökezlemesine neden olabilirdi.
Son kez dönüp, onun yüzüne baktı. Sevgili, gülümseyen, anlayan, ve
anladığını anlatabilen bu yüze… Demek bu günden sonra bir daha göremeyecekti
bu yüzü. Kendisine her gördüğünde, “Merhaba Çirkin, bu gün nasılsın
bakalım?” Diyen o sesi duymayacaktı. Buruk bir gülümseme yerleşti yüzüne.
Bunun dışında başka hiçbir duygunun belli olmamasına çalışarak…. Ona doğru
ilerledi. Sakin bir tavırla elini uzattı.
-Peki, dedi. Peki! Sana gideceğin yerde başarılar diliyorum. Yolun ve bahtın
açık olsun….
Sonra onun uzattığı ılık ve güçlü eli son defa sıktı. Gözpınarlarına söz
dinletemeyeceğini iyi bildiği için, aceleyle sokağa fırladı. Adımlarının onu
nereye götürdüğünü bilmiyordu.
Uzaklaşsınlar yeter ki. Bu evden, bu adamdan ve hatta bu kasabadan... Çünkü
bu kasaba, bu adamı görmüştü. Biliyordu ki artık burada kime baksa, o yüzde
Metini görecek, her seste Metini duyacak… Buralardan gitmeliydi o da… Metini
tanımayan, sesini duymamış olan, onun adımlarının basmadığı bir yerlere
kaçmalıydı.
Burada artık onun varlığı olmadan kalmak… Yaşamak… Biliyordu, bunu yapamaz,
sürdüremezdi. Dağlar, her zaman kendisini sakinleştiren dağlar. Yüzünü
onlara dönmeli, daha bu kasabaya geldiği gün merak etmeye ve dostluğundan
zevk almaya başladığı adamı bir an önce geride bırakmalıydı.
Kızın kapıdan çıktığı andan beri yalnızdı Metin. Kendisini dinlemek ve
dinlenebilmek için uzandı. Duygusal yorgunluğunun çöküntüsü altında kalarak
çok geç saatlerde uyuyabildi.… Sabahın ilk ışıklarıyla, ana yoldan geçerek
uzaklaşan otobüsle kasabadan ayrıldı.
Onun, bu erken çıkışını kimse görmemiş, tüm öğretmenlerin kaderi, Metini de
kim bilir kaçıncı kez yakalamıştı. Kasabadan kasabaya, köyden köye, biteviye
yolculuklar… Yeni bir okul, yeni öğrenciler… Yeni fikirler… Ve bir türlü
unutulmayan anılar…
On yıl geçmişti aradan. Kasabanın üzerine kaçıncı güneş doğmuş, kaç
kış yağmurlarını boşaltmıştı kim bilir… Metinden hiçbir haber çıkmamıştı bu
süre zarfında. Aynı gittiği günkü gibi, kulaklarında sesi, hayalinde yüzü,
kimseye bir şey anlatmadan, içinin acısıyla yaşamıştı çirkin kız. Bu
kasabadan da gidememişti. Şikayeti yoktu. Onu tanımış olmak bile bir
değerdi. Unutmamıştı ve anısını taze tutmak uğruna, yüreğinde yanan ateşi
devamlı taze tutuyordu.
Televizyon açıktı o gün. Çok seyrek tv izlediği zamanlardan biriydi kızın.
O sabah balıktan gelmiş, avladığı balıkları dağıtmış ve yine evine dönerken
bir zamanlar Metinin oturduğu evin önünden geçmişti. O evde şimdi çocuklu
bir aile oturuyordu. Ve ne zaman oradan geçse içerdeki çocuk sesleri,
televizyonun gürültüsü onu kızdırır ve eve girmek, “Susun artık, burada
eskiden Metin otururdu, bilmiyor musunuz? Neden bu kadar gürültü
çıkartıyorsunuz, demek isterdi.” Ama… Anlamazlardı ki onlar.
Dalıp gitti anılara… Geri dönmeyen ve dönmeyecek olan birinin anılarını
saklamak ne de zordu…
“Bu gün, sabah saatlerinde meydana gelen menfur olayda, bir öğretmen
saldırıya uğramış ve şehit olmuştur. Ülkemizin üstüne çökmek isteyen
karanlığa lanet ediyoruz…”
Ses, televizyondan geliyordu. Öğretmen denince, dikkat kesildi.
Fotoğrafçılar öğretmenin evinin resmini çekiyorlardı. Dondu kaldı kız.
Kitaplık, sehpa, bilgisayar masası, kanepe, her şey ama her şey… Metinin
eşyaları. Ve duvarda bir şapka… Kendisinin yıllar önce o kaçamak girişinde
Metinin evinde unuttuğu şapka… Ve altında, duvara yazılmış bir yazı…
“Çirkin kız, şapkanı evime girdiğin gün unutmuştun…”
Ekranda Metinin yüzü belirmişti. Her zaman olduğu gibi yüzünde hafif bir
gülümseme vardı resimde. Sunucu olayı anlatmaya devam ediyordu. “Şehit
öğretmen Metin Yıldırımın cenazesi, yarın memleketine götürülerek
defnedilecektir.”
Daha fazla dinleyemedi… Ayakları kendisini taşıyamıyordu artık. Oturduğu
koltuktan yere kaydı. Başı dönüyor, kalbi parçalanmak ister gibi çarpıyordu.
Fiziki bir acının pençesindeydi şu anda. Kıvranıyor elleriyle göğsünü
tutuyor, zaptedemediği gözyaşları, görüşünü engelleyerek bir sel gibi
akıyordu.
Gözünün önüne gelmişti Metin. Olanca canlılığıyla. Gülümsüyordu.
-Çirkin kız, merhaba! Ağlamak yok, sil yaşlarını.
-Metinnnnnn, Metinnnn!!!!
-Biz öğretmenlerin kaderi bu. Hepimiz bir mum gibiyiz. Her tarafı
aydınlatırken, kendimiz tükeniriz…
Sonra hayal kayboldu sessizce...
Şimdi odayı dolduran tek şey yığıldığı yerde, o anda yaşamaktan ve nefes
almaktan vazgeçmekte olan kızın, yüreğini ve beynini parçalayan korkunç
acının getirdiği, son hıçkırıklardı…
Mustafa ŞİMŞEK
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.