- 754 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Merdiven.
Hüzünlü bir hikâyedir bu!
Aklımın bir kuytusuna hapsettiğim o pazar sabahı, ne zaman firar edip hafızamda koşturmaya başlasa, koca adam olduğuma aldırmadan gözlerimden dökülen yaşları durduramam. O’nun adını taşıyan biri varsa asla onunla görüşmem, uzaklaştırırım hayatımdan. Elimde değil, elimde olsa hiç aldırmam, kötü bir anı olarak kötülerin içine hiç düşünmeden katarım o pazarı da.
O zamanlar başka yerleri bilmezdim; ama Anadolu’nun göbeğindeki o kentin kış mevsiminde nasıl olduğunu çok iyi bilirdim.
Şehir merkezinden biraz uzakta, bahçeli evler, diye anılan ve elbette adına uygun olarak kocaman bahçeleri olan yan yana dizilmiş beş evden birinde yaşamaktaydık. Bahçemizde kışın merhabasıyla boşalttığımız, baharla birlikte doldurduğumuz, bana göre devasa olan havuzumuzun ayrıcalığını sadece ben değil, benim güzel köpeğim de yaşardı. Sıcak yaz günlerinde onu oradan çıkarmak için mutlaka benim de havuzun içine girmem gerekirdi. Zaten sabahın ilk ışıklarıyla onun yemek kabına ekmek doğramak ve her zaman hazır olan kemik suyunu ekmek parçacıklarının üzerine boşaltmak da benim işimdi. Kulübesinin yanındaki leylak ağacı sanki onun için çok öncelerden dikilmişti. Bahçemizde babamın marifetiyle her mevsim daha da güzelleşen çiçekleri sulamak, güllerle ayrı bir özen gösterirken menekşelerin ve lâlelerin hatırını sormak üç kişilik ev halkının birinci görevi gibiydi. Fino bile çiçeklerin çiçek olduğunu bilerek onlara asla zarar vermezdi.
Şubat tatilindeydik, benim ortaokuldaki ilk yılımdı. Sabahın köründe evimizin önünde bir kamyonun homurtusuyla uyandım. Annem, her zamanki gibi babamdan ve benden önce uyanmış salondaki kuzineyi yakmaya uğraşıyordu.
“Yan tarafa kiracı geldi,” diye başladı söze, sonra elindeki çırayı tutuştururken devam etti, “inşallah adam gibi birileridir de geçinir gideriz birlikte…”
Ben elimdeki kazağı sırtıma geçirirken pencereden baktım. Lapa lapa yağan karın altında, kocaman burnu olan kamyonun üzerindeki adam brandayı sarmalayan ipleri çözmeye uğraşıyordu. Bu arada babam da kalkmış, komşuluk görevinden çok yeni komşumuz hakkında ön bilgi edinmek için dışarı çıkmak üzere paltosunu giyinmekteydi. Ben de köpeğimin kahvaltısı için ardından çıktım.
Biraz sonra geldi. Başındaki karları eliyle süpürdükten sonra anneme döndü.
“Kahvaltı için bize gelmelerini söyledim, bir saate işleri biter her halde, o zamana çayı hazırla!” Annemin sormasına fırsat bırakmadan devam etti. “Dört kişiler…Tamer Bey, Tamer Bey’in eşi… Tamer Bey burada bir bankaya müdür olarak atanmış… Kışta kıyamette olacak şey mi!.. Bir de kamyonun şoförüyle muavin… Bolu Dağı’nda takılıp kalmışlar. İstanbul’dan geliyorlarmış…”
Babamın tahmini beş on dakika sekerek tutmuştu. Yaklaşık bir saat sonra kapı çekingen tıklamalarla çalındı. Üç yorgun adam ve yirmi beş yaşlarında şahane bir kadın girdi içeri. Tamer Bey, kırk yaşlarında, alın kısmı oldukça geniş, biraz göbekli ve tıknaz biriydi. O adamdan aklımda kalanlar bunlar; ama asla unutamayacağım masmavi gözleri vardı. Karısı Ferhunde’ye gelince… Şahane, tanımlamasıyla o an ne gördüğümü biraz olsun anlatabilmişimdir umarım; ancak omuzlarına dökülen sık dalgalı koyu kestane rengi saçlarının ve aynı renk gözlerinin büyüsüne bir de melodik sesi eklenince, bana göre, şahane, kelimesinin çok üstünde bir tanımlamayı çoktan hak ediyordu.
Aradan bir hafta geçti. Bu bir hafta içinde, Tamer Bey, benim için Tamer amca olmuştu; Elbette Ferhunde Hanım da Ferhunde ablaya dönüşmüştü. Annemi ablası gibi görüyor, babamdan da içten söylendiği belli olan, ağabey, sıfatını esirgemiyordu. Bize geldikleri gecelerde, o zamanlar çok sıkıcı gelen Dil Bilgisi dersini onunla çalışıyorduk. Kuzinenin fırınından çıkardığı patatesleri elleri yanarken nasıl da severek yediğini hiç unutamıyorum.
Nisan yağmurları başladığında Ferhunde ablanın da gözyaşları başladı. Annemle babamın gizli konuşmasına ilk şahit olduğumda başım dönmüştü. Tamer amca, Ferhunde ablayı dövüyormuş. Annem, babama anlatırken iki cümlesinin arasına mutlaka, elleri kırılır inşallah, bu çocuğa hiç vurulur mu, bedduasını sıkıştırmayı ihmal etmiyordu.
Ben ise darmadağındım. Geceleri yatağımda yorganımı başıma çekip, Tamer zorbasını kahramanca dövdükten sonra Ferhunde ablayı alıp dağlara kaçtığımı hayal ediyordum. Bir sabah elmacık kemiğinde ve gözündeki morlukla annemle konuşmak için geldiğinin gecesi ise benim hayalim dövmekten daha da öteye geçti… Öldürüyordum!
Ferhunde abla, baharın gelmesiyle ve bizim bahçeye olan hevesiyle kendi bahçesine de çiçekler ekti, yaşlı erik ağacının altını bir cennete çevirdi.
Benim aklım ise kocasının bu güzel kadını neden dövdüğünü bir türlü almıyordu. Bahçeden dışarı çıktığını hiç görmemiştim. Zaten bize gelirken de o güzel bacaklarını açarak çitten atlayıp geçiyordu.
Akşam üstü çitten atlayıp bizim bahçeye geçti. Yine ağladığı belliydi. Ben de havuzun kenarına oturmuş köpekle oyalanıyordum.
“Ne yapıyorsun Nazif?”
“Hiiçç!” Dedim.
“Sen hiç deniz gördün mü?”
Deniz görmemiş olmamın mahcubiyetiyle elimi suda dolaştırarak, “hayır, hiç görmedim,” dedim.
O da elini suya soktu, bir o yana bir bu yana dolaştırmaya başladı.
“Deniz harikadır Nazif, sonsuzluktur… Öyle bir sudur ki o, mavidir… Biliyor musun deniz maviliğini gökyüzünden alır.”
Sonra gözlerini suya dikti, sanki gözleriyle suyun içine girmişti. Kendi kendine konuşur gibi mırıldanmaya başladı.
“Öyle özledim ki denizi, çok özledim oradaki her şeyi… Sandalları özledim, martı seslerini özledim; ama uzun bir süre gidemeyeceğim galiba!”
Birden bana döndü.
“Nazif, senden bir şey istesem yapar mısın?”
Tereddütsüz başımı salladım.
“Evet!”
Gözlerinin içi güldü.
“O zaman yarın okuldan geldikten sonra bize uğra, olur mu?”
Hiç olmaz mı!.. Yarının olmasını iple çekmiştim. Sanki zamanı hızlandıracakmış gibi sabahleyin okula koşarak gitmiştim; elbette koşarak da gelmiştim. Bu koşmalarda aklımdaki soruya cevap bulamasam da onunla bir sırrımız olacaktı. Elbet bu bir sır olmalıydı, çünkü yanımdan ayrılamadan önce sıkı sıkıya tembihlemişti. “Asla Tamer amcanın haberi olmayacak ama!”
Öğleden sonra, onun gibi çitten atlayarak kapının önünde dikildim. Kalbim yerinden çıkacaktı sanki! Radyodan dağılan şarkıyı rahatça duyuyordum. Alışkanlığımdan olsa gerek, ayağımla kapıya birkaç kez vurdum. Kapı açıldığında karşımda çok değişik bir Ferhunde abla duruyordu. Boydan boya düğmelerle iliklenmiş çiçekli elbisesinin düğmeleri üstten ve alttan gereğinden fazla açık bırakılmıştı.
“Gel içeri Nazif!”
İki adım atarak içeri girdim ve durdum. Hızlı adımlarla ardında kadın kokusunu bırakarak salona doğru yürüdü. Geldiğinde, elinde bir zarf vardı. Diğer elindeki parayla birlikte bana onu da uzattı.
“Nazif, bunu postalar mısın?
Başımı, olur, anlamında sallayarak zarfı ve parayı aldım.
Haziranın ortalarına geldiğimizde Ferhunde abla için tam beş kez postahaneye gitmiştim. Onların evine de postacının kaç kez uğradığını bilmiyorum; ama ben üç kez şahit olmuştum buna. Tamer amca yine dövmeye devam ediyordu. Babam, bir ara konuşmaya çalıştı onunla; sanıyorum babama kibarca karışılmaması söylenmişti. Babam ise onu, son olarak karakola şikayet etmekle tehdit etmişti. Bu olay elbette komşuluk ilişkilerini de zedelemek için yeterli olmuştu. Ancak, Ferhunde abla gündüzleri yine çitten atlayarak bizim bahçeye geçmeyi ihmal etmiyordu.
Her zamanki gibi özen göstererek çiçekleri sulamaktaydım. Çitin öbür yanından seslendi.
“Nazif!”
“Efendim, Ferhunde abla.”
“Sizde keser var mıydı?”
Bir şey söylemeden gidip keseri getirdim. Arka bahçelerinde duvara dayalı duran kırık ve eksik basamakları olan merdiveni getirdi.
“Canım sıkılıyor, şu paslı çivileri söküp düzelttikten sonra bakayım bu merdiveni tamir edebilecek miyim!”
Eline keser yakışmamıştı.
Bahçelerine geçerek, ”dur, ben hallederim,” dedim ve keseri aldım elinden. Yarım saat sonra merdiveni yenilemiştim. Gözlerinin içi gülüyordu. Hiç beklemediğim bir şey yaptı birden. “Gel lan buraya,” diyerek bana sıkıca sarıldı. Benim yüzüm onun göğüslerinde ateş gibi yanarken söylenmeye devam etti.
“Benim Nazif’im tam bir erkekmiş de benim haberim yokmuş!.. Artık benim erkeğim sensin, tamam mı?”
Tamam, demek o kadar kolay değil tabi.
Aynı günün öğleden sonrasıydı. Ben havuzun kenarına oturmuş sudaki aksime bakarak erkekliğimle övünüyordum.
“Ne yapıyorsun Nazif?”
Yüzüne erkek gibi baktım. Sudakileri göstererek, “bunlar ne Nazif?” Diye sordu.
“Bu büyük yaprak, sandal,” dedim.
“Peki bu üzerindeki iki tırtıl neyin nesi?”
“Biri sen!”
“Ya diğeri?”
“!!...”
Gülümsedi.
“Dikkat et, onlar kelebek olacak, sakın suya düşüp ölmesinler!”
Sonra bana İstanbul’u ne kadar özlediğini anlatmış, denizden uzun uzun bahsetmişti. Geceleri yakamozlar oluyormuş denizlerde. Sanki yıldızlar denize düşüyormuş…
Ertesi sabah köpeğimin havlamasına uyandım. Yatağımın yanındaki pencerenin perdesini aralayarak dışarı baktım. Daha çok erkendi; ama köpeğin havlaması durmuyordu. Pantolonumu giyinip dışarı çıktım. Köpek, güzel komşumuzun bahçesine doğru havlayıp duruyordu. O yana baktım. Ferhunde abla, erik ağacının dalında sallanıyordu. Anlayamadım bir şey. Boynundan kendini bağlamıştı. Hafifçe esen rüzgâr beyaz geceliğini dalgalandırdıkça havada duran bir kelebeğe benziyordu.
Olanca gücümle, “babaaa,” diye haykırdıktan sonra, çitin öbür yanına geçtim. Ayaklarından tutarak yukarı kaldırmaya çalıştım. Gücüm yetmedi. Ben kaldırdıkça bacakları dizlerinden katlanarak yukarı doğru kıvrılıyordu. Kimse gelmeden ve kimse görmeden ayaklarından öptüm. Ağaca dayalı merdivene gözüm ilişti. Bir tekmeyle devirdim onu oradan.
Günlerden pazar olduğundan bütün komşular hemen toplanmıştı bahçeye…
Okulların açılmasına birkaç gün kalmıştı. Annem, babam ve ben bahçedeydik. Masanın başına toplanmış çay içiyorduk. Yirmi beş yaşlarında yakışıklı bir adam bahçemizden içeri girdi.
“Merhaba!”
“Merhaba,” diye karşılık verdi babam.
“Size şu yan komşunuzu soracaktım, nereye taşındılar biliyor musunuz?”
Babam, annemin yüzüne baktı, sonra tekrar adama döndü.
“Siz kimsiniz?”
“Benim adım, Kemal… Kemal Yılmaz… İstanbul’dan geliyorum.”
Bu isimi hemen hatırladım, Ferhunde ablanın benimle gönderdiği mektupların zarfında bu isim yazıyordu.
Babam, adama oturmasını söyledi.
“Geç kaldınız Kemal Bey kardeşim, çok geç kaldınız,” dedi.