- 917 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bin Acı Çığlık
Dünyadaki bütün kahramanlar gibi, sonunda benim kahramanlarım da başkaldırdı. Hepsi bana ve zamana karşı meydan okuyarak, çizgiden dışarı çıktılar. Sanki söz birliği etmişçesine, herhangi bir hikâyemde, ünlü veya ünsüz, tanınmış ya da silik birer kahraman olmayı istemediklerini söylediler.
"Batı’nın karnında, Avrupa’nın kucağında bir İslâm ülkesi Bosna. Çocuklarının gözyaşlarının kaçıncı yılına girdiğimizi, neredeyse unutacağız. Bütün haksızlıklarına rağmen savaş, daha acımasız bir şekilde sürüyor. Birleşmiş Milletler yaftalı bostan korkulukları da, Bosnalının boğazındaki ipin ucunu çekerken, tutarmış gibi davrandığı Sırp’ın kolunu gevşetiyor. Bu yolda ne dümenlere yatıyor?"
Kafamda binlerce cırcır sesi. Gözlerim; birbirine girmiş, yer yer kenetlenmiş onlarca yeşilin tonlarında geziniyor. Kızarmış nar çiçeğinde, kabaran incirde, neşesini soyunan güllerde, benek benek beyazlarıyla yanıp sönen yaseminlerde, ara sıra esen yelin dal uçlarında bıraktığı hışırtılarda umut yok. Hava alabildiğine parlak. Duygularım pörsümüş. Üç beş kişi de olmasa, parkta in cin yok.
Cırcırların sesi arttı. Nefes nefese, makamdan makama geçerek ötüşlerinin tonunu azalttılar.
Kısa bir sessizlik.
Ve sonra aynı tonda, aynı şekilde başlayan ve aynı yerde son bulan sesler. Arada bir tonunu arttıran, öfke kusan, hesap soran, çıkışan, sıkıştıran sesler. Rüzgârla birlikte kımıldayan, uzayıp kısalan gölgelerin arasında beliriveren, herhangi bir hikâyemden kopup gelen, yanı başımdaki boş iskemleye izinsiz, üstelik teklifsiz oturan bir kahramanım;
- Neyi, niçin yazacaksın? dedi. Neden aramızdan birini, kendi duygu ve düşüncelerine göre yoğuracak, şekillendirecek, öylece ortalığa salacak, sonra da diğerlerinin yanına koyacaksın? Buna hakkın var mı?
Onu duymazdan geldim. Yeniden parktaki kadife seslere daldım… "Anne!" diye çağıran bir sesle, rüyâdan gerçeğe döndüm.
Ne mi, gördüm?
Hiç!
"Bosna, hür dünyanın ayıbıdır. Sevgilerin, umutların, insan haklarının, barışın, laikliğin, ahde vefânın, tarafgirliğin çamura düşürülüşünün hikâyesidir."
Parktaki bütün çiçekler, sarmaşıklar, böcekler ve ağaçlar yaşama savaşındalar. Bahçıvanın makası, onlardan bazılarına bir disiplin vermiş olsa bile, birkaçı yine de başkaldırmış, diğerlerine göre uzamış, ışığa veya umuda koşmuş.
Hangi umuda?
Veya kaçıncı aldanışa?
Hangi aldanışlara?
Çayımın şekerini karıştırmaya başladım. Ham toprakla örtülü gezinti yolunda, sağa sola doğru durmaksızın koşuşan iri, siyah benekli, kırmızı karıncalara takıldım. Kendi kendime, kahramanıma vereceğim cevabı kuruyordum. Fakat neden bilmem, beynim ve yüreğim bomboş. Bir yerde, bir şeyde kopukluk var. Teller arasında gelgit yok.
Karşıda bahçıvan, elindeki mendiliyle terini kuruluyor. Başından omzuna, arkaya itilen şapkasıyla oynuyor. Kahramanım masamın kenarını yumrukluyor. Öfke dolu, sıkıştırıyor:
- Söyler misin bana, Ermeni kıskacındaki Azeri için ne yaptın? Somalililere derileri siyah diye mi arkanı döndün? Sırpların bire kadar tüketme kararında olduğu Bosnalılar için hangi ağıdı yaktın? Rusya’nın sıcak karnındaki Çeçenleri, hangi dağın ardında bıraktın? Ülkenin dört bir yanında kan, diz boyu yükselmişken, sen söyler misin ne yaptın? Doğuda kardeş kardeşi katlederken, "Kanları yerde kalmayacak!" demekten başka, hangi çabayı gösterdin? Yakınında, yanı başında da bin acı çığlık yükselirken, sen, hangi çığlıklara koştun?
Kahramanımı, sadece dinledim. Karşılık vermek için de kendimi yokladım. Baktım, beynim ve yüreğim bomboş. Yaşadığım zamanı dondurdum. Rüyâdan, gerçeğe döndüm.
Bir an için olsa da, kahramanımı unuttum. Bir umudun peşine takılabilir miyim diye, bütün parkı, köşe bucak taradım.
Aynı tonda devam eden cırcır sesleri. Uzayıp kısalan gölgeler... Yer yer açılan, dal altlarında koyulaşan ışıklar. Kadife sesler. Sesler...
Çıkıştım.
- "Vah vah! Ne tadar da kötü." dediğinizi duyar gibiyim. Bana, bu kabullenişçi tavrıma dudak büktüğünüzü görüyorum. Peki, siz söyler misiniz? Beyni ve yüreği bomboş olan bir adamdan, ne beklersiniz? Tuttuğu dallar kurumuş, umudu körelmiş Azeri, Çeçen veya Boşnak için, bana söyler misiniz, siz, ne yaptınız?
Sorular baskın…
Sorular dağ dağ olmuş, tufanlarda. Yakan, sarsan, uyandırmaya çalışan sorular.
- Siz ne yaptınız?
Kahramanıma döndüm. Beni kınasın, hırpalasın istedim. Demokrasinin yüceldiği bir çağda, ayaklar altında sürünen, Sakaryalaşamadığı için çiğnenen insan haklarını düşündüm.
Bahçıvan gitti.
Sesler dineceğine, yükseldi.
Günlük meselelerini konuşan kadife seslere, yer yer, iri, kart sesler karıştı. Yanımdaki masada askerler, fasulye muhabbetindeler. Halbuki benim kalemim, yazmaya ısınamadı. Daha doğrusu, verilebilecek karşılığın tereddütlerine yakalandı.
Ah, bu tereddütler!
İnsanı; apansızın sarıp kuşatan, bir şey olmanın veya yapmanın kararını geciktiren tereddütler. Yüreğim daralmaya başladı. Bin acı çığlık tufanları üstüme üstüme geldi.
Bin acı çığlık tufanları…
Bunaldım, tere battım.
"Savaş nedeniyle ısınan koca dünya, sevimsizliğinin verdiği utançtan kurutulmak için olmalı, soğuyor. Savaşın olduğu yerlerdeki barış öncesi zaman, zamanların en çirkini. Görüyor, izliyorsunuz: Saraybosna’da, Grozni’de ölümün acımasız yüzü, bütün hızıyla, yanına fosfor bombalarını da alarak, kol geziyor. Her iki bölgede de, toplu soykırımlar yaşanıyor.
Adına ne denirse densin, ne yakıştırılırsa yakıştırılsın, bu 20. Yüz-yıl, bana göre bir vahşet çağıdır. Ben insanlığımdan, bütün öğrendiklerimden, yakamı sımsıkı tutan çaresizliklerden utanır oldum. Düşünüyorum. Bu yaşadıklarımızdan sonra, eğiteceğimiz çocuklarımıza, kendi çağımızla ilgili hangi yaldızlı yalanları veya yanlışları, yüzümüz kızarmadan, vicdanımız sızlamadan, nasıl, ne şekilde anlatacağız? Barış diye bilinen nesnenin, ölüm tarlalarının çöplüğü olduğunu, onlara, dosdoğru söyleyebilecek miyiz? Kendimizi, tarafsız bir biçimde yargılayabilecek miyiz? Veya her zaman yaptığımız gibi kös dinlemekle yetinecek miyiz?"
Cırcırlar da aynı ötüşlerde. Sonsuz bir koşudur tutturmuşlar, makamdan makama geçiyorlar.
Toparlandım.
- Peki, dedim kahramanıma da. Söyler misin, sen ne yapmayı düşünüyorsun?
- Bir şey düşündüğüm yok.
- Niçin?
- Bakıyorum beni de, tuzağına çekmeye çalışıyorsun. Ben ne yapmayı düşünüyorum, ha? Yağma mı var? Tuzağına bu defa düşmeyeceğim. Hem başka kahraman mı yok? Git, onlardan birini yakala. Giydir, kuşat. Sal ortalığa. Ben, senin yazacağın hikâyede yokum. Tut ki beni görmedin, düşünmedin canım. Benim yüreğim hassas. Bin acı çığlıktan tekine bile dayanamam. Ben de balkondakiler gibi olmak, her şeye seyirci kalmak istiyorum. Siz, onca gerçekle burun buruna yaşayanlar, okun ucu can evinize değmeyince, sıra size gelene kadar, öyle yapmıyor musunuz? Beni sil, yok say!
Son sözüyle birlikte kahramanım yerinden doğruldu, izin bile istemeden, geldiği gibi teklifsiz çekti gitti.
Üzüldüm.
Sonra yeniden parktaki kadife seslere daldım.
Yüreğimdeki öfke sellerini durdurmaya çalıştım. Bir hayâlden başka birine yol aradım.
Bütün kapılar kilitli. Domuzuna bir teki bile açık bırakılmamış. Her tarafımdan kuşatılmış olmanın çaresizliğini yaşıyorum. Uygar çağın dönemeçlerinde çırpınıyorum. Sevginin, dipsiz kuyulara gömüldüğü bir dünyada yaşamak zor. Tüfek icât olunca, sadece mertliğin bozulduğunu sanırdık. Meğer ne kadar safmışız? İnsanlık bitmiş, diz boyu çamura batmış, ölmüş. Kadife seslere, iri, kart, yalnızca emretmeyi seven sesler karışmış. Ortalık toz duman! Bütün yollar tutulmuş, umutlar Allah’a kalmış. Olsun varsın! Yılar, pusar, siner miyim hiç? Uygar çağın şerefinden ben de sorumluyum.
"Rusların Çeçenistan çıkartması, tam bir fiyaskoya döndü. Boris Yeltsin, çağımızın Neron’u olma yolunda. Şimdi, hem içten, hem de dıştan sıkıştırılmaya başlandı. Bu sıkıştırmalar da, Yeltsin’i şaşkına çevirdi. İş, pazaryeri bombalamaya kadar ucuzladı. Silâhsız siviller, Grozni’yi düşürememenin öfkesini taşıyan Rus uçaklarının bombalarıyla katledildi. Buna rağmen, bütün Kafkas halkları, Çeçenlerin direnişine güç vermek, destek olmak için de Grozni’ye, sonsuz bir akındır başlattılar.
Ruslar şaşkın! Ruslar panikte!"
Derken, "Anne!" diye çağıran bir sesle, yeniden daldığım rüyâdan gerçeğe döndüm.
Yanımda saçlarına fön çektirmiş, tırnakları ojeli, gülücüklerinde alaycı tonların sayısız parıltıları çakıp sönen başka bir kahraman var. O da bir hikâyemden kopup gelmiş. Gelişine sevinmedim desem, yalan olur. Umudun yüzlercesi yüreğimi kımıldattı. Cırcırların sesleri arttı. Nefes nefese, makamdan ma-kama geçerek, aynı ötüşlere başladılar.
- Siz de, işte böylesiniz! dedi kahramanım. Her şeye de çanak tutuyorsunuz. Savaşçı mısınız, barışçı mısınız? Gerçekten anlamak zor. Umutlanma sakın. Diğeri gibi ben de, bu hikâyende yer almak istemiyorum.
- Neden?
- Neden olacak? Ben de, kendi payıma; inancı başka, yaşayışı daha başka olan insanları sevmem, sevemem. Uygar dünyada yarattığınız savaş alanlarında, onca analar gözyaşı döker, bebeler boynu bükük kalır, babalar katıldıkları cephelerden dönmezken, bir sözü ile kilitli kapıları açabilecekler ortaya çıkmazken, sizi nasıl sevebilirim? Ben, keskin nişancıları gördüm. Yanan, yıkılan şehirleri, acımasızca bombalanan pazaryerlerini de bilirim. Açlığı, arkasızlığı, bir dilim ekmek uğruna katlanılabilecek bütün çaresizlikleri yaşadım. Çirkeften yeni döndüm. Şimdi dinlenmek istiyorum. Buna ihtiyacım var. Bana bir yorgunluk kahvesi söyler misin?
"Srebrenica düştü!
Akılları mavi, turuncu hayâllerde olanlar, kına yaksın!
On binlerce Bosnalı Müslüman, katledilme korkusunun telâşıyla yollara döküldü.
Yollara düşürülen Srebrenicalı, kötü kaderine ağlıyor."
Kahvelerimiz de geldi.
Saçlarına fön çektirmiş, tırnakları ojeli kahramanım, tükenmez bir hasretle kahvesini yudumladı.
- Onlar, dedi, bu zavallı insancıklar, namusları ve şerefleri için ölüyorlar. Düşmanları arkalı. Bitmez tükenmez savaş araçlarına sahipler. Öldürme makineleri gibi çalışıyorlar. Ölüm tarlalarında diledikleri gibi at koşturuyorlar. Bu tarafta siz, oturmuş keyif çatıyorsunuz. Kılınızı kıpırdattığınız yok. Yoksa siz de, uğrunuzda ölen, ölüm tarlalarında tükenen zavallıları gördükçe, zevkten dört köşe mi oluyorsunuz?
- Yanılıyorsunuz!
- Yanıldığım falan yok. Böyle olmasa, bir şeyler yapardınız.
- Yapıyoruz ya...
- Yetmez! Göstermelik kararlarla, yetkisiz askerlerle, bu öldürme makinelerini susturamazsınız. Lütfen, beni yok say! Beni unut! Hikâyende sıradan bir kahraman olmak istemiyorum.
- Başrole çık!
- Ben, haddimi bilirim. Ne oldum delisi de değilim. Ne olacağım endişesindeyim. Bırak yakamı. Geldiğim gibi gideyim. Yalnız şunu olsun, düşün: O zavallılar, kendi kimlikleri içinde hür yaşama hakkından yoksun mu bırakılmalılar? Hürriyetin güzelim şafağı, onların ülkesine de doğmayacak mı? Boyun eğip verilenle yetinecekler, başkalarının ipiyle tasmalanacaklar mı? Neticede alınlarında taşıyacakları kara lekeyi kuşaktan kuşağa aktaracaklar mı?
- Hiç sanmam!
- Öyleyse, niye duruyorsunuz? Ne zaman uyanacak, onlara yardıma koşacaksınız? Dünya ile birlikte hareket, onların hiçbir derdine merhem olamaz. Aslında bu bir saçmalık değil mi?
- Nasıl?
- Görüyorsunuz. Dünya ile birlikte hareket edenler, öldürme makinelerinin arkasında saf tutmuş. Ölüm tarlalarında boy boy açan gelincikler, onların umurunda mı?
- Değil mi?
- Ay, şimdi patlayacağım! Bunu anlamak için kör veya sağır olmak lâzım. Görüyorum; sen de mankurtlaşmışsın. Bakar kör, işitir duymazsın. Ben, sizin gibilere katlanamam. İstersen, içtiğim kahvenin parasını da vereyim. Bak işte, buraya bırakıyorum.
"Şeyh Şamil’in ülkesinde Rus tankları. Gecenin ilerleyen saatlerini fırsat bilip, boş buldukları gediklerden bu ülkeye sızmaya çalışıyorlar. Barış sözüyle yatıp kalkıp, yalnızca geviş getirenler, suskun! Vaziyet almak için, her hâlde kuvvetlinin ortaya çıkmasını bekliyorlar. Taraflardan biri, diğerini boğmaya, yok edip tüketmeye kalkıştığında, seslerini yükseltecekler, insanlık adına dillendirdikleri unutulmaz şarkılarını tekrarlayacaklar.
O kadar.
Yalnız, görünen o ki Çeçenistan, hedeflediği yolda, yedisinden yetmişine, oğlundan kızına, kadınından erkeğine, unutulmaz Şeyh Şamil’in körüklediği cesaretleriyle, korkusuz ilerliyor. Çeçenlerin gittikleri yol, doğru yoldur. Kafkaslar’ın kartalları, İslâm’ın yiğit silâhşorları, dün olduğu gibi, bugün de Rus tanklarının paletlerini çözeceklerdir."
Omzundan çantasını indirdi. Para çıkarmaya davrandı. Açılan çantadan bir çift muhabbet kuşu fırladı gitti.
Muhabbet kuşları ürkek. Üstelik de yorgun olmalılar. Bahçıvanın disipline soktuğu çiçeklerden baş kaldıranına kondular. Kurtuluşun sevinciyle, kim bilir hangi umuttan hangisine yol bulmak için olmalı, cırcırların ötüşlerine katıldılar.
Kanat çırptılar, uçtular, uçtular.
Bin acı çığlık ağıdına başladılar.
Onların peşi sıra koştum. Bütün kilitli kapıları zorladım, tek-meledim. Paslı kilitlerde bir gevşeme izi yok. Saçlarına fön çektirmiş, tırnakları ojeli kahramanımı unuttum. Yoksa o mu beni terk etti? Bunu şimdi kestiremiyorum. İkincisi daha ağır basıyor.
Koştukça açıldım. Muhabbet kuşlarının uçuşu, yıllarca sürdü. Bunu çok iyi biliyorum. Ben de yıllarca koştum.
Gün bitti, yol tükendi, gece başladı. Hem Azeriler, hem Çeçenler, hem de Boşnaklar, yol çatağına geldiler. Duraladılar, duraksadılar. Yeni umutlara soyunuyorlar. Ben, kendime yanıyorum. Hâlâ aradığım kahramanımı bulamadım. Bin acı çığlığın ıstırabı, yakamı bırakmıyor. Yüreğime bu ıstırabın ağırlığı çöreklendi.
Neye yanacağıma, kime kızacağıma, yarınlara hangi hikâyemi göndereceğime karar veremedim.
Yüreğimde bir sancı, bir sancı.
Kulaklarımda bin acı çığlık!
Aklım, hesaplaşmanın arifesinde. Fakat kiminle, nasıl? Kestirmek, karar vermek güç.
Bu defa sancılardan kurtulmak, bin acı çığlığı unutmak, biraz da gecenin şiirini yakalamak için, balkona çıktım. Şehir uykuda. Ovaya doğru uzanıyor. Sokak lâmbaları fersiz, ölgün. Ovanın bittiği yerde, belli belirsiz karanlık dağlar yükseliyor. Orada, koyu karanlıkta soluk turuncu bir fırça darbesi. İşte, ay bu! Dokunsanız tutacaksınız. Fakat o kadar yakın, o kadar uzak ki, anlatmak zor. Minarelerde sabah ezanları okunuyor.
Sancılarım diner gibi oldu, kendime geldim, döndüm.
Bu dönüşle birlikte, pazaryerinde onu gördüm. Acınacak bir durumdaydı. Daha ömrünün en körpe çağındayken, bir çift koltuk değneğinin yardımına mecbur edilmişti. Sarışın, mavi gözlüydü. Gökyüzüne, ufkun en uzak noktasına bakıyordu. Gökyüzü, bu sonsuz fakat umut dolu bakışlardan utanmışçasına, maviliğinden soyunup griye dönüyordu. Belki de bu renk değiştirmenin temelinde, insanın insana yaptığı sayısız kötülüklerin ayıbı yatıyordu.
Pazaryerinde koşuşan telâşlı insanların sayısı oldukça az. Ötelerden, kim bilir hangi canları yakan, yıkan top sesleri geliyor. Bazı çatılardan dumanlar yükseliyor. Koyu dumanlar bir yerlerden imdat bekler gibi, sahipsiz. Yanan yanıyor, yıkılan olduğu yerde kalıyor. Güzelim şehir, bir yaşlı adamın suratına dönmüş, sivilcelenmiş. Bütün pencerelerdeki gölgeler de ürkek. Sirenlere bastıran ambulansların hareketlerinden anlam çıkarmaya uğraşıyorlar.
Pazaryeri soluk soluğa. Bin acı çığlıktan bazıları dorukta. Az sayıdaki insan, kaçar gibi koşuyor. Şimdi eve dönmek, dönebilmek onlar için en büyük bayram olmalı.
Sirenlerin sesleri çoğaldı. Araçların homurtuları yakınlaştı. Keskin nişancılar atışa başladılar. Dönme umuduyla koşuşanlardan birkaçı, oldukları yere kapaklandılar. Kan lekecikleri büyüdü, genişledi. Her şeye rağmen, vurulanlara yardıma gelenler oldu. Hayat, bütün şiddetiyle devam ediyor.
İrfan, kılını bile kıpırdatmadı. Sanki o, bambaşka bir dünyada yaşıyordu. Siren ve mermi seslerine, bağırıp çağırmalara tınmıyordu. Hatta koltuk değneklerine kuvvetle abanıyor, biraz da-ha yükseliyor, en uzak noktaya sıkıca bakıyor. Besbelli, gökyüzünün bu uç noktasından sökün edecek umutlarının şafağını gözlüyordu. O, korkusuz bir yürek taşıyordu. Korkunun askerleri, İrfan’a vız geliyordu. Böylece saatlerce dimdik durdu. Siren sesleri azaldı, mermi sesleri kesildi. Vurulanlar toplandı. Meydandan el ayak çekildi. Ansızın bastıran karanlığa bile aldırmayan İrfan, istifini bozmadı. Kara gece perdelerini kapattıkça, pazaryerinin son hakimi karaltılaştı, sonra sonra seçilmez oldu.
"Bekleyelim: Birleşmiş Milletler toplansın, anlı şanlı görüşmelerden birini daha başlatsın. Bu görüşmeler sonucunda, vetoculardan biri devreye girsin ki, bütün destek yolları kesilen Bosnalı da, sipsivri, tek başına ortalık yerlerde hedef tahtası olsun. Toplantıdan, Bosna’daki barış gücü birliklerinin geri çekilmesi yönünde karar çıksın. Bu kararla birlikte, Sırp’ın kabaran iştahına bir parmak daha bal çalınsın."
Anlattılar, dinledim.
Mavi gözlü İrfan, Saraybosna’nın dış mahallelerinden birinde yaşıyormuş. Komşularının arasında, dostluklarını peynir ekmek gibi bölüştükleri Sırplar da varmış. Savaş, dostluklara kan doğramış. Tatlı günler acılaşmış. İrfan’ın muhabbet kuşları bile durumu sezmiş olmalı, ötüşlerini de, huylarını da değiştirmişler. Cilveyi nazı bir yana bırakmışlar. Babası cepheye gitmiş, dönmemiş. Muhabbet kuşları ona, sevgisine doyamadığı babasının hatırasıymış. Ablasını kirletmişler. Zavallı kız, utancının acısına katlanamamış. Canlarını geride bırakıp gitmiş. Anacığı, sır olmuş. Öldü diyenler olduğu gibi, cepheye gidip eşinin öcünü almak için savaştığını söyleyenler de çıktı.
İrfan, ilk günlerin acemiliğinden olacak, keskin nişancılardan nasibini almış, koltuk değneklerine mecbur bırakılmış. Mutluluk şarkılarının hasret türkülerine döndüğü evlerini, küçük ama yine de sıcak görünen yuvalarını terk etmemiş. Alıcısı, meraklısı çıkar umuduyla muhabbet kuşlarını, zaman zaman pazara da çıkarmış. Umutla beklemiş, kahırla dönmüş. Bin acı çığlık tufanlarına uğramış. Zamanından çok önce olgunlaşmış.
Ah, bir de ülkesi için bir şeyler yapabilse!..
Bu umutla tasarlamış, düşünmüş, kurmuş. Umuttan umuda sonsuz koşulara başlamış. Sonunda, bu yol da çaredir düşüncesine kapılmış. Muhabbet kuşlarının olduğu bölüme geçmiş. Kutulardaki yumurtaları almış, atmış. Palazları zorlayıp uçar hale getirmiş.
Muhabbet kuşları telâşta. Muhabbet kuşları ürkek. İrfan, onları yatıştırmak için dil döküyor:
- Böylesi daha iyi olacak. Savaşın getirdiği yoksulluğu benim gibi siz de yaşıyorsunuz. Benim ekmeğim de lokmalaştı. Sizin yemleriniz de öyle. Gittikçe azalttığımın farkındasınız.
Muhabbet kuşları, İrfan’ı anladılar mı ne, eski, canlı ötüşlerine döndüler.
Cıvıl cıvıllar.
İrfan, bütün yemlikleri son defa, fakat bolca doldurdu. Sulukları temizledi, sularını tazeledi. Salmalardaki tünekleri sökecekti, vazgeçti.
Kuşlarıyla biraz daha birlikte olmak için, her yeri temizledi, silip süpürdü.
- Bu içinde yaşadıklarımızı, dedi, ulaştığınız yerlere götürünüz. Bizim sıkıntılarımızı, acılarımızı, kimsesizliğimizi, her şeye ihtiyacımızın giderek arttığını, kökü toprakta kalmış çınarlara döndürülmek istendiğimizi herkese, ama herkese anlatınız. Belki de bir dost, çığlıklarımızı duyar da bizi anlar, arar. Başkalarına da anlatır. Arka çıkar, yardıma koşar.
Muhabbet kuşlarından Pamuk geldi, omzuna kondu. Durmadı başına çıktı. Sarı saçlarının arasında gezindi. Kulağının arkasına geçti. Ensesinden yüzüne indi. Gagasıyla İrfan’ın dudaklarına dokundu.
- Beni anladın mı Pamuk? Asıl umudum sende. Çağrılarımızı dünyanın bütün köşelerine kadar taşıyınız. Öncü ol, diğerlerine yol göster, e mi?
Muhabbet kuşu Pamuk’un gözlerinde gülücükler. İrfan durmadı, avuçlarının arasına alıp okşadığı Pamuk’un ayaklarındaki halkalara daha önceden hazırladığı çağrı pusulalarından önemlicelerinden ikisini yerleştirdi. Halkalı olan diğer muhabbet kuşlarıyla da tek tek ilgilendi.
Muhabbet kuşları, cıvıl cıvıl. Muhabbet kuşları, göreve hazır. Aldıkları çağrıları taşıyacaklar.
İrfan, koltuk değneklerinin yardımıyla, çıkış kapısının tırkısına bastı. Kapı, ardına kadar açıldı. Dışarıda güzel bir gün var. Fakat muhabbet kuşlarında hareket yok. Bozulan tüneklerden ilkini, sonrakiler izledi.
İrfan’ın bağrında taşlar. Gözlerinde kan kesilmiş yaşlar. Muhabbet kuşları yolculuğa hazır.
- Önce sen Pamuk! Haydi, fırla!
Komutu alan ve koltuk değneklerinden tekiyle de ürkütülen muhabbet kuşları, yuvadan ayrılmanın hüznünü duya duya, açık kapıdan gökyüzüne doğru uçtular.
Sonsuz bir koşuya başladılar.
Bin acı çığlığı her yana taşımak, götürüp ulaştırmak amacıyla havalandılar, havalandılar.
Saraybosna’nın dış mahallesinde, sarışın, mavi gözlü İrfan, artık yapayalnız kaldı. Muhabbet kuşlarının cıvıltıları kesildi. Fakat İrfan’ın umutları kanatlandı, kabardı. Er geç, çağrılarına karşılık gelecekti. Eninde sonunda cıvıl cıvıl muhabbet kuşları, yuvalarına döneceklerdi. İşte şimdi İrfan’ı, bu umutlar ayakta tutuyordu. İşte şimdi İrfan, bu umutla, istifini bozmadan, mermi seslerine aldırmadan, korkusuz, dipdiri, dimdik, bıkıp usanmadan gökyüzünün en uç noktasına bakıyordu. Biliyordu ki umutlarının şafağı sökünce, Bosna kurtulacaktı. Bu umut içinde günler haftaları, ayları kovaladı. Pazaryerinin gediklisi İrfan, aynı yerde, aynı saatlerde, en uç noktaya baktı.
Muhabbet kuşları, umuda doğru uçuyor. Ömrünün en körpe çağında olgunlaşan İrfan, bıkıp usanmıyor, hiçbir şeyden yılmıyor. İstiklâl güneşi, bir gün gelecek onun ülkesinde de doğacak. Hürriyet ateşi, bütün bacaları saracak. Ağıtlar yerini, şen, şakrak türkülere bırakacak. Hem İgman Dağları’na, hem de Kafkas Dağları’na barışın sımsıcak eli değecek. Umutlar yeşerdikçe, acılar tükenecek.
Muhabbet kuşları sonsuz uçuştalar!
Pazaryerinde İrfan, gökyüzünün en uç noktasına bakıyor. Zaman zaman koltuk değneklerine abanıyor. Ufku yutmak istermiş gibi yükseliyor, yükseliyor… Yüreğinde kımıl kımıl duygular. Yüreğinde bir sıcaklık. Yüreğinde bir hoşluk. Sanki bugün, işte şimdi, sonsuz yolculuğa uğurlanan muhabbet kuşları dönecekler.
Pazaryerinde sesler çoğaldı. Sirenlerin sesleri sıklaştı. Keskin nişancılar, mermi yağdırmaya başladılar. Ambulansların homurtuları, daha yakından duyulur oldu.
İrfan, yine aldırmadı. Olan bitenleri de zaten kanıksamıştı. Yükseğe, daha yükseğe uzanıp da bakabilmek için toparlandı. Tekrar koltuk değneklerine abandı. Bütün gökyüzünü yutmak, küçücük beynine sığdırmak, okumak istiyordu
Keskin nişancılar mermi yağdırıyor.
Ambulanslar siren sirene, yarışıyorlar.
Bağırıp çağırmalar, yakınmalar dövünmeler.
Koşan, yılan, sinen, pusan insanlar.
Keskin nişancılar!
Son hareketine hazırlanan İrfan, bu defa beceremedi. Çünkü keskin nişancılar, bırakmadılar. Hedefine mıhlanan kurşunlardan birkaçı, İrfan’ı, Saraybosna’nın bu korkusuz yavrusunu kalbura çevirdiler.
Önce koltuk değnekleri yerinden oynadı. İrfan sendeledi, tutunacak dal aradı. Sonra, pazaryerinin ortacığına yığıldı kaldı. Sarılı yeşilli iki muhabbet kuşu, göğün en uç noktasından sökün etti, geldi. Vurulmuştular. Döne döne, güçlükle uçuşlarını tamamladılar. İrfan’ın koynuna girmek isterlermiş gibi, yüreğinin üzerine uzandılar. İşte hepsi, bu!
Beynimde kahramanlarımın resmîgeçidi başladı. Aralarında geç bulduğum, erken yitirdiğim İrfan da var.
Yürüdüler, yürüdüler!
"Hırvatlar taarruzda. Sırplar kaçıyor. Çeçenistan’da silâhlar susmuyor. Şamil Basayev, gerekirse yeni baskınlara çıkabileceklerini belirtiyor. Balkondakiler sefada."
İşte şimdi, siz de öyle, benim gibi yapın… Koltuğunuzdan doğrulup, pencerenizi açın. Var gücünüzle: "Kanları yerde kalmayacak!" diye bağırın. Bağırın, bağırın. Açılırsınız!
Ağla yüreğim, ağla!
Oyhan Hasan BILDIRKİ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.