- 943 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kuşluk Vakti
Han’ım hey!
Kara gecelerin ardı sabah. Sabah dinçlik demek, dahi gayret demek. Sabah, tamı tamına bütün yeni başlangıçların anahtarı. Niyet, sabahın perdesi. Şol perde, kara gecenin sayısız parlak yıldızlarını örter. Dahi perde, parlak yıldız sayısınca umutları söndürür söndürmesine de, ara sıra bazılarını yeşertiverir. Ol yeşerme, şol hayatın devamı demektir. Yalnız; niyet kötüyse, cümle işler sarpa sarar. Dahi niyet iyiyse, cümle işlerin sonu hayra çıkar. Hüner, ol perdeyi tam kıvamındayken açabilmekte.
Gerisi güneş...
Güneşi yakaladın mı, ötesi kolay!
Amma güneş, er adamın üstüne doğmaya! Dahi güneş, kalpazanların dışındakileri yatağında yakalamaya!
Tavukların serdarı göğsü güzel al horoz, vaktin erdiğini duyurmak için olmalı, kısa kısa, dahi kesik kesik dem tuttu, öttü. Kara gecenin yıldızları bile tek tek söner oldu. Alaca karanlıkta karşı yatan ulu dağlar dahi seçilmeye başladı. Şol minarelerde de İslâm bülbülleri şakıdı. Bazı evlerin pencereleri tek tük dahi olsa şavkıdı, turunculaştı. Sakalı ağarmış kocalardan bazıları da yola düştü. Karşı yatan ulu dağların ardı kızardı. Gittikçe açılan, dahi halka halka yayılan renk cümbüşü, bütün âlemi tuttu. Ahırda atlar kişnedi, tokatta danalar böğürdü. Kümeste tavuklar cıyak cıyak. Beli, yaşayana yeni bir sabah başlayacak.
Kadersizin Çakır, gürleyip söylendi:
- Kalk bre avrat! Handiyse bak, güneş üstümüze doğacak. Kan uykusuna mı yattın? Er sabah yatan avrat, adamın evini yıkar, dahi ocağını söndürür derler. Haydi, davran bre avrat! Kalk!
- Sabah sabah dellenme, herif! Zorun ne? Kalkıyoruz işte!
- Sözümün üstüne söz koma. Avradın hası, dahi huyundan tutulur. Huyun, huy değil.
- Ne varmış huyumda? Hangi eksiğimi gördün de, sabah sabah tafra satmaktasın?
- Alınma be kınalı kekliğim, gönül verip sevdiğim, uğruna evler bastığım, ak boz atımın terkisinde diyar diyar dolaştırdığım, dahi dal dal, boy boy oğullarımın anası! Görürüm, naza dahi gelemez oldun.
- Sırasız horoz bile ötmez. Şimdi nazın vakti mi?
- Öyle say!
- Say demesi kolay da, nedendir vaktin ucunu kaçırmışız. Kocalık, maskaralık! Oğul oğul desek, medet yok. Tez mürüvvetlerini görelim dedik, kancık koynuna saldık. Avrat buyruğuna girip, dahi evi köyü hepten unuttular. Hasretlerine mi yanarsın, yoksa yalnızlığına mı kan doğrarsın? Feleğim şaştı. Dahi sığır sıpa derdi, ahır temizliği, şol tokat süpürmesi, elimde ayağımda can mı bırakıyor? Şu yorgunluk, başa belâ! Canım geçmiş. Uyuyakalışım bundandır, beli bil.
- Demem o değil bre evimin direği, kınalı kekliğim! Oğul hasreti, beni dahi bunaltıyor. Dahi ovanın dikeni, zincanı, tozu, dahi yılanı, çıyanı gözümü yıldırıyor. Lâkin, kadere isyan olmaz. Alınyazımız, şerefimiz. Kanada kaldırıp uçurduğumuz evlâtlarımız, elbet kendi yollarında gidecek, beli.
- Doğru dersin. Lâkin hasretlerine katlanmak zor! Oğul kokusu, şol koca dünyanın en büyük lezzeti. Dahi cennet kokusunun tıpkısı. Hayırsızlar, burnumda tütüyor. Avluya girmelerinin hayâli, yürek yangınlarımı hafifletiyor. Dahi umudum, vefâsızlıklarını silip götürüyor. Ne yaparsın? Benimki ana yüreği. Her derde katlana katlana örseleniyor. Hem, sana dahi acıyorum. Ya elden ayaktan kesilirsen, ya kör boğaz uğruna katlanmak zorunda kaldığın işe çıkamazsan, ol vakit ne eder, ne tutarız?
- Tasalanma, bre kınalı kekliğim! Şol koca dünyada tersini gören yok. Söyleyenler, doğru demiş: Olacakla öleceğin önüne geçilmez. Dahi işler, eninde sonunda olacağına varır. Amma gönül dediğin alçaklara konmaz, dahi yükseklerde uçar. Şol kısacık ömrümüze, bin yıl yaşayacakmışız gibi, tamam bütün umutları yükleriz. Palazlarımızı koca adam sayar, dahi kendi yerimize koruz. Hemi de yapacaklarına bile karışırız. Bırakalım, gönüllerince yaşasınlar demeyiz. Koca dünya, çelişkiler dünyası. Oğul uşak dediğin sabun köpüğü. Dahi vakitsiz köpürmez, beli bil.
- Gevezelik neticesiz. Perişanlık, çene ağrısı. Dur hele dur da, kalkayım! Nankör boğazı doyurmak gerek.
- Acele etme!
- Neden?
- Nedeni basit. Zorlu bir rüyânın tutsağı olmuşum. Koca gece, kurtlarla boğuştum. Binlerce canavar peşime düştü. Kaçtım, arkam sıra yetiştiler. Gizlendim, önüme çıktılar. Derken, ölülere çattım. Ölü görmek, diriliğe işarettir derler. Aralarından Pelvan Rıza ile güreş tuttum. Lâkin bu defa o beni, aldı aldı yere çaldı. Ele güne maskara etti. Cümle yoldaşlarım, dahi tamam bütün akranlarım, ondan yana geçti. Meydanda bir başıma, yapayalnız, kara yere çakılı kazık gibi kaldım. Tek başıma! Yapayalnız. Kolum kanadım kırık.
- Herif, herif! Sen rüyâ müya görmezdin. Dur hele, hemen kötüleme. Azıcık hayra yor!
- Yüce Tanrı’m, bize baksın! Hayırlar yüzümüze gülsün. Lâkin gönül verip sevdiğim, kalem kaşlım, koşa badem ağızlım, şol korkularım, cesaretimi kırıyor. Sanki Pelvan Rıza, beni dahi yanına çağırıyor. Beni dahi, öbür tarafa çekip götürmek sevdasında.
- O nasıl lâf öyle? Ağzından yel alsın!
- Alsın!
Kınalı keklik sekişli, uğru nakışlı, anlı çatmalı, çeviklikte ceylana benzer Zehra Ana, kalkıp yerinden doğruldu. Abdestliğe çıktı. Boşalan ibrikleri yüklendi, pınara gitti, doldurdu geldi.
Akşamdan ocağa bıraktığı çalı çırpıyı tutuşturdu. Nefis körlemek uğruna, şol tarhana tenceresini ocağa vurdu. Karıştırdı, karıştırdı. Hayâllerinin sonsuz baskınlarına uğradı. Birinden diğerine koştu. Yakalamak istediklerinin peşinden gitti.
Han’ım hey!
Söz uzarsa tavsar, incelir, kopar. Sözün durduğu yerde dahi, hareket başlar. Hareketin olduğu yere dahi bereket yağar. Hayatın hası, iyisi, yaşanacak olanı bile budur.
Karşı yatan kara dağlar aydınlanınca
Cümle âlem uyandı.
Göğsü al kınalı bülbül öter ötmez
Soylu atların akınları başladı.
Bilinmez ufukları tutacak gibi
Kurt kuş, dahi börtü böcek seslendi
Tavla tavla taylar kişnedi
Taze akınlara çıkacak gibi
Karşı yatan kara dağlar aydınlanınca
Tavla tavla taylar kişnedi
Başladı akınları soylu atların
Bereket yüklü ufuklara doğru
Bütün dudaklarda aynı nida:
Cümle yeni günlere merhaba!
Merhaba, merhaba dağa taşa!
Merhaba, merhaba kuşa kurda!
Gizlenmiş bir gümüş taç gibi
Umut, bilinmez ufuklarda!
Sofra kuruldu, toplandı. Acı yavan, kuru soğan ne varsa bölüşüldü, paylaşıldı.
Kadersizin Çakır, avluya çıktı. Karabaş’ın yaltaklanmasına aldırmadı. Karabaş köpektir, tıynetinden olmalı, sahibinden yüz bulamayınca küstü, sırtardı, kısık kesik havladı. Ahırda atlar kişnedi. Durmadı, dahi kümeste tavuklar gıdakladı, cıyakladı.
Kadersizin Çakır söylendi:
- Hoşt, Karabaş! Rahat dur. Maraza çıkarmanın sırası değil, dahi sabah sabah yaltaklanma. Tonla işim gücüm var. Bacağıma dolanacağına, arabanın yanına git. Haydi!
Karabaş, hırlamasını kesti. Kulaklarını eğdi, ol burnu yerde, toprağı koklaya koklaya, denilen yere gitti, çöktü. Hemen çakal uykusuna yattı. Lâkin Kadersizin Çakır’ın tamam bütün davranışlarını, sağa sola gidişlerini, dahi nefes alışını bile gözlüyordu.
Kadersizin Çakır da durmadı. Tez arabasının yanına yürüdü. Çemberi yerinden oynamış tekeri, kendine doğru çekti. Şol demirin soğukluğunu da, dipten doruğa bütün yüreğinde hissetti. Döndü, Karabaş’ın önünden geçti, oku yakaladı yokladı. Alçak kanatları daha yüksekçeleriyle değiştirdi. Arka dingilde asılı kovayı, dingil üstüne abanmış küreği yerinde gördü, sevindi. Ot minderi aldı, yerine koydu. Şol kamçısını havada şaklattı, minderinin yanına bıraktı. Beklemedi, ahıra girdi. Karabaş durur mu? Ol dahi öyle yaptı. Peşi sıra yetişti, aralık duran ahır kapısından içeri süzüldü. Boy boy atlar tereddütteler. Bakıcılarını görünce sevindiler, kişnediler. Lâkin Karabaş’tan hoşlanmadılar. Öfkelerini, şol kızgınlıklarını toynaklarıyla toprağı eşeleyerek belli ettiler.
- Huysuzlanma, Akkız! Bugün sıra sende. Oyunbozanlık istemem. Yolumuz da hayli uzak. Düz ovayı aşıp, karşı yatan kara dağların eteğine gideceğiz. Yükün bile çok, ha!
Nice şol yarış atlarının anası Akkız, burnundan soludu, kişnedi. Kadersizin Çakır, hatılın üzerindeki demir tarağı aldı. Akkız’ı tımar etti. Yele arasında yuvalanmış bir keneyi dahi buldu, çıkardı, yere attı, çiğnedi. Kaşağı, Akkız’ın sırtında gezindikçe, şol at rahatladı. Kaçamakça dahi olsa Kadersizin Çakır, diğer atlarını bile tımarladı. Akkız’ı yalancı yularından çözdü, dahi kapıya kadar yedekledi. Sonra yana çekildi, aralık kapıyı ardına kadar açtı. Kapanmasını önlemek için önüne irice bir taş koydu. Acelesi olan Karabaş’a öfkelendi. Akkız’ın sağrısına şaplağını yapıştırdı. İrkilen Akkız, hızla ileri atıldı, dahi dışarı boşandı. Koştu, arabanın yanına vardı.
Karabaş dahi peşindeydi.
Kadersizin Çakır, koşum takımlarını omuzlandı, hamutları aldı, tez Akkız’ın yanına vardı. Hamutu, Akkız’ın boynuna taktı. Koşum takımlarını bağladı. Beklemedi, geri döndü, ahıra girdi. Beli, tek atla onca yükü taşımak, karşı yatan kara dağların eteği-ne ulaştırmak zordu. Bu düşünceden olmalı, Kadersizin Çakır, ince fikre daldı. Tez, Dorutay’ı dahi yedekledi, ahırdan çıkardı.
Dorutay’da bir kurum, bir çalım! Geniş avluyu baştan uca arşınladı. Durmadı, şaha kalktı. Azad olmanın verdiği keyifle, tozu dumana kattı. Handiyse şol asma çardağını bile yıkacaktı. Geldi de, Akkız’ın yanında durdu. Okun sağına geçti. Tokaların bağlanması, kolanların sıkılması, gemlerin takılmasıydı derken, dahi araba sefere hazırlandı.
Kadersizin Çakır bel kuşağını sıktı, yağlığını çözdü, evirdi çevirdi, dahi yeniden başına doladı. Yelek ceplerini yokladı. Gitti, kümesin kapağını açtı. Yem torbasına uzandı, avuç dolusu darıyı dahi etrafa saçtı. Beklemedi, içeri seslendi.
- Oğullarımın anası, kız Zehra! Daha azık çıkınımı hazırlamadın mı? Hangi kalenin burcundasın? Şimdi vakit, dahi altından kıymetli. Bekletme beni! Davran!
- Sabrın sonu güzele kavuşmak değil mi, oğullarımın babası? Elbet vaktin kıymetini biz dahi biliriz. Patlamadın ya! Çıkının hazır! Az bekle, getiriyorum.
- Elini tez tut! Akkız’ın yanında acemi tay var. Acemilik, körlüktür derler, beli bil. Sonra Dorutay, sabırdan mabırdan anlamaz. Yola çıkıp yorulmazsa, dahi ok mok dinlemez, kırar atar. Acelemin sebebi budur.
- Geldim, geldim! Lâkin dilerim güzel Allah’tan, düşündüğün önüne çıkmasın! Dorutay, kaygısız başına iş açmasın! Elbet iyisini sen bilirsin. Lâkin bir terslik olursa, yazıda yabanda, düz ovanın ayazında ne yapar, ne tutarsın?
- Her şeyi düşünmüşüm, kınalı kekliğim! Meraklanma! Bir aklımı, iki etme! Evvel Allah, hepsini hallederim.
- El yumruğunu yemeyen, kendi yumruğunu balyoz sanırmış derler. Ya dorunun tersliği tutarsa? Yanına yedek at katmadığına pişman olursun, beli bil.
Azık çıkınını, yırtıcı doğanın avını kapışı gibi alan Kadersizin Çakır, gerisini dinlemedi. Çıktı, ot minderinin üstüne oturdu. Şol kırbacını havada şaklattı, dizginlere asıldı, "Bismillah!" dedi, avludan yola çıktı.
Sabah ayazı, bıçak gibi kesiyor. Güneş, karşı yatan dağların ardından yükseliyor. Cümle kuşlar uyanmış, söyledikleri türkülerinin birinden diğerine geçiyorlar. Dorutay da acemi değil, yola girmiş, yordam biliyor gibi. Akkız’ın yedeğinde olmak, besbelli ona dahi güven veriyor. Nal sesleri, teker gıcırtılarını bastırıyor. Sabahı yakalamak, keyif verici. Sabahı yakalamak, dahi yaşamak demektir. Düşünce, oğul veriyor. Karabaş, şimşek gibi. Kâh öne geçiyor, kâh geride kalıyor, oyun yapıyor. Ama, Kadersizin Çakır’ın yüreği bungun, buruk. Yürekteki kırgınlık giderek dile vuruyor:
- Ah ne olaydı, oğullarımdan bir dahi yanımda olaydı! Ne gezer? Tamamı, avrat aklına uydular. Sofraları da ayrılınca, beli bizi dahi yok saydılar, umursamaz oldular. Ne diyeyim? Yazımız böyle yazılmış olmalı! Avuç kadar dünya, oğullarımı, nasıl becerdiyse becerdi, kendisine köle yaptı. Anayı, atayı saylamaz oldular da, dahi kendi dertlerine düştüler. Ata orda yalnızmış, kime ne? Hasretlerine yanıyorlarmış, kim bile? Koşa badem ağızlı gelinlerden izin almak zor! Zor da, sanki bayramı seyranı bile unuttular. Bir kerecik bakalım, kapılarını çalalım diyenleri dahi yok. Hayırsızlar! Şimdi, içlerinden teki yanımda olsaydı, karşı yatan kara dağları bile un ufak ederdik. Yükün tasasını çekmezdik. Dorutay’ın acemiliğini dahi hiç düşünmezdik. Birlikte, elbet olmazları oldururduk.
Akkız, kişnedi. Dorutay, tereddüt içinde. Karabaş da, birdenbire durdu. Vakit su gibi akmış, çabucak geçmişti.
- Dur bre Dorutay, hemen panikleme! İlk durağımıza vardık işte. Karabaş bile senden usta! Görüyor musun, nerede durulacağını çok iyi bellememiş mi? Şimdilik, toyluğuna vereyim. Bir daha paniklersen, kırbacı yersin, beli bil.
Çayyüzü’ndeki değirmen dönüyor. Cümle kapısı ardına kadar a-çık. Boşnak kardeşler, işlerine yasılmışlar. Değirmen taşlarının gürültüsü, dışarıdaki sesleri bastırıyor.
Ol sebepten, gelenleri de fark etmediler. Ambarda buğday bittikçe, çuval değiştirdiler, ağız bağladılar.
Kadersizin Çakır beklemedi, söyledi:
- İyi sabahlar!
Yüksekçe dillendirilen bu dilek, iki kardeşi dahi boş bulunduklarından olmalı, yerlerinden sıçrattı. Geri dönüp de baktılar. Kadersizin Çakır’ı gördüler. Saçı, kaşı gözü, demir tarak taşıyacak palabıyığı un tozuna bulanmış olan küçüğü, sözü karşıladı.
- İyi sabahlar! Aleykümselâm!
- Erken mi geldim?
- Yükün eli kulağında! Şimdi onları hazır ediyorduk.
- Epey sürecek mi?
- Son çuvaldayız!
- Bu, iyi işte!
- Biz, sözün ağırlığını biliriz. Töre gereği, verilen söz, tutulmalı. Yok tutulmayacaksa, şol söz de edilmemeli. Lâkin, hepten yalnızsın be Çakır! Yükün oldukça ağır bugün! Oğullarının köküne kıran mı girdi de, birini yanına almazsın?
- Hepsi yerinde sağlar, be ustam! Hayırları kendilerine, hiç bize faydaları dokunmasa bile olur.
- Hemen savunmaya geçiyorsun! Bizimki, sabah yarenliği! Senin gücünü, işine olan düşkünlüğünü dahi biliriz. Ol sebepten geceyi böldük, tatlı uykumuza kan doğradık, Çakır’ın yolu uzak dedik, durmadık geldik. Son çuvalın dahi bitti. Yükün tamam! Yüklemene yardımcı oluruz. Amma, keşke bir yardımcın olsaydı.
- Oğul, gömeç balı! Oğul, eziyete kıyamadığımız! Bizim canımız sağ. Yoldan, yükten çekinmeyiz... Savunmamız, sevgimizin mihengi. Benimkiler vefasız diyelim, sizinkiler nerede?
- Görüyorsun işte, onlar dahi erkenci değiller!
- Hepsinin dayanıcısı var. Korkuları yok.
- Ne zamana kadar? Biz, şol dünyaya kazık kakacak değiliz.
- Öyle de, bunu kime, nasıl anlatacaksın? Hangisi dertten anlıyor ki?.. Kabahatin büyüğü bizde. El bebe, gül bebe büyüttük onları. Yemedik yedirdik, giymedik giydirdik. Karakullukçuluk yaptırmadık. Sıkıntı görmediler. Ol sebepten olmalı, hâlden anlamıyorlar, geçmişi anıp geleceği dahi düşünmüyorlar.
- Doğru dersin bre Çakır, ama kime dersin? Bu sözleri çerçeveletip alınlarına çakmalı. Ola ki anlayalar.
- Yardıma gelecek misiniz?
- Elbette!
Kadersizin Çakır beklemedi, dışarı çıktı. Koşulu arabasını değirmen kapısının ağzına yanaştırdı. Karabaş’a çıkıştı.
- Ayağımın altında dolaşma be köpek, ezilirsin! dedi.
Kollaştılar, dolu un çuvallarını arabaya yüklediler. Karşı ya-tan kara dağların ardında yükselen güneş, azcık da olsa, sabah ayazının belini kırmıştı. İşe yasılmanın verdiği sıcaklık, dahi her üçünün bedenini ısıtmıştı. Nefes alıp verdikçe, sanki bitmez tükenmez duman fıçısına düşmüş gibi onu soluyorlardı.
- İki çuval da tuz atacakmışsın, ağa öyle dediydi.
- Aklımda! Sağlıcakla kalın!
- Güle güle! Yolun açık olsun!
- Âmin!
Asıl yolculuk, şimdi başladı. Kadersizin Çakır, tuz çuvalları yüklenirken, az biraz zorlandı. Kocalık maskaralık diye düşündü. Delikanlılık günlerini aradı. O zaman, üst üste konmuş iki dolu çuvalı bile bana mısın demez, kaldırıp koparırdı. Şimdi ne kadar saklasa dahi, açık etmeyip gizlese dahi, bir yardımcıya ihtiyacı olduğunu anlıyordu.
Han’ım hey!
Yola çıkan adam, türkü çağırmadan edebilir mi? Kadersizin Çakır dahi öyle yaptı. Dili döndüğünce, gönlüne doğduğu gibi, kâh sıkıntılarını, kâh umutlarını söyledi, bakalım ne söyledi?
Uzanıp giden yollar
Hangi umudun peşindesiniz?
Yavru şahandan mı ayrıldınız,
Yuvadan palaz mı uçurdunuz,
Evvelinden sona doğru
Önden arkaya doğru
Uzanıp giden yollar
Hangi umudun peşindesiniz?
Uşağınız atanız mı var gurbette
Aşınız, işiniz mi var gurbette
Uzanıp giden yollar
Eksiksiz tek tek söyler misiniz,
Hangi umudun peşindesiniz?
Dar, karanlık irim yolu başladı. Dorutay, ilkin ürker gibi oldu. Akkız’a ayak uyduramazsa, imkânı yok, irimi çıkaramayacak. Sağrısı terden vıcık vıcık olmuş. Akkız keyifli. Bildik bir yolda olmanın da rahatlığını yaşıyor. Kadersizin Çakır’ın kırbacı şaklamıyor. Ayaz kesildi. Lâkin çamur berbat. İrim kenarını baştan uca kuşatan zincan dikenleri, yakıcı. Değdiği noktayı sanki kezzap sürülmüş gibi yakıyor. Teri kurumaya başlayan Kadersizin Çakır’ı, bir kaşıntıdır tuttu. Omuz başlarını, bağrını kanatacakmış gibi kaşıdı. Söylendi;
- Yoksulun süsü bitle sirke, derler. Bitlendik mi, ne? Yolda bir Allah’ın kulu dahi yok. Allah vere de bir terslik olmasa. Dorutay’dan korkum boşunaymış. Acemiliğini de bu sefer yenecek gibi. Başarırsak, onu dahi ödüllendirmeliyim. Arpanın hasını, samanın iyisini ona dahi veririm. Emeksiz yemek olmaz. Davran bre Akkız! Yürü bre Dorutay! Akşama geri dönmeliyiz.
Her şeyin başı, kısmet. Kısmet dahi şol karşı yatan ulu dağların ardında. Kolunu uzatsan, cümle karşı yatan kara dağları yakalayacaksın sanki. Hava soğuğa yatıyor. Adamı sarsan, yakaladığı yeri yakan bir ayazdır başladı yine. Kadersizin Çakır’ın kuruyan teri, noktaladığı yeri buza kesti. Eli, yüzü, sırtı ve dahi yüreği bile üşüdü. Durmak zamanı olsa, yükü hafif olsa, bekleyecek, atlarını soluklandıracak, çoban ateşi yakacak, ısınacak. Kocalıktan mıdır nedir, kemiklerine kadar titredi. Üşüdüğünü unutmak için, Karabaş’a çıkıştı.
- Imsık ımsık peşim sıra gelme, bre Karabaş. Koş, atıl, öne çık! Teker izlerini koklayıp duracağına, öne geç, dahi bize kılavuz ol.
Köpek, önce duraladı. Şaşkınlığı geçince, aldığı buyruğa uydu. Öne çıktı, şimşek gibi ileri atıldı, delicesine koştu, koştu. Kadersizin Çakır dahi durmadı, kamçısını havada şaklattı.
Kamçı ıslıkları kâh Akkız’ın, kâh Dorutay’ın kulaklarında çınladı. Atlar, dörtnala kalktı, hızlandılar. Koştular, koştular.
Şol koşunun sonu, çamurda bitti. Atlar, çamura girer girmez duraklayıp hız kestiler. Dar irim, rutubet kokuyor. Ağır, tiksindirici bir koku bu. Gündüzlerin şahı güneş, handiyse tepelerinde, iri ağaçların dallarıyla oynaşıyor. Dar irim sıkıcı. Bir terslik olmadan aşılması gerek. Araba, çamura saplanacak gibi. Atlar, yer yer, koşum kayışlarını zorluyorlar. Kadersizin Çakır düşündü. Doğru olanı tutmak için, kamçıya yasılmaktan, atları sıkıştırmaktansa, dizginleri bıraktı. Atladı, yere indi. Atlarının zorlandığı yerde, arabasını iteklemeye başladı. İyi de yaptı. Yoksa irimin çamuru, bitecek gibi değil. Kara yılan gibi kıvrıla büküle uzayıp gidiyor.
Aniden davudî, sert, kart bir ses gürledi:
- Uğursuz arabacı! Öne çık, atlarını durdur hele. Bu geliş nereye? Ölümüne mi susadın? Paytak ördek gibi başın yerde geziniyorsun?
Kadersizin Çakır, boş bulunduğundan irkildi.
Karabaş, saldırıya geçti. Yıldırım misali, sesin geldiği tarafa seyitti.
Beriki, çıkıştı:
- Hoşt ulan, imansızın köpeği! Hoşt! Uğursuz arabacı, çağır köpeğini yanına. Şol köpeğin, bana ve hayvanlarıma zarar verirse, şeytanın tef çaldığı bu yerde, cümlenizi doğram doğram ederim. Hadi, durma çağır itini.
Kadersizin Çakır, ne yapacağını, nasıl davranacağını kestiremedi. İlkin köpeğine seslendi. Karabaş’ı yanına çağırdı. Sonra da öne çıktı. Baktı, gördü. Karşısında bir adam azmanı, burnundan soluyor. Uyuz eşeğinin yedeğinde onlarca deve sıralanmış. Develerinin yükü dahi balyalanmış saman. Her iki tarafın dahi, bu dar irimde geri dönmesi imkânsız… Say ki, kısmetin kör düğümüne çatmışlar. Düğümü çözmek bile akıl kârı değil.
- Selâmsız deveci! Bakıyorum, dilin kan doğruyor. Lâfın iyi-sini hangi dağda kodun geldin?
- Hem yoluma çıkacaksın, hem bana dağlı diyeceksin, hem dahi selâm bekleyeceksin. Olacak iş mi bu?
- Sana dağlı diyen kim? Hangimiz, hangimizin yoluna çıktı? Dahi develerin çanını niye bağladın öyle? Belki daha ileride, çamur deryasının olmadığı bir yerde bekler, irimden geçmeni kolaylaştırabilirdim. Şimdi ne olacak?
- Olacağı, sen düşün. Devenin çanına ne karışıyorsun? Deve benim, çan benim. Nerede bağlayıp çözeceğime dahi ben karar veririm. Keyfimin kâhyası mısın, ha?
- Ağam! Sabah ters tarafından mı kalktın, ne? Olacağı niye ben düşünecekmişim? Yol hakkı benim. Neden dersen, saatlerdir çamurun, dahi zincanın kahrını çektim. Önüme de böyle uygunsuz bir biçimde çıkmasaydın, yarım saate kalmaz, irimi aşar, gemi başını tutardım.
- Yol hakkı seninmiş! Sen, öyle san! Hak dediğin şey, değirmen damında olur! Bu cehennemde, güçlü olan kimse, hak onundur, beli bil!
- Anlaşmanın yolu?
- Anlaşmanın yolu: Ne yapıp edecek, geri dönecek, bana yol vereceksin!
- Ya vermezsem?
- O zaman, kısmetine doğrananı kaşığında görürsün.
- Ağam!
- Ağam deme bana, cıbıl. Deveci Sansar nam Bekir’i duyup da işitmişliğin yok mu?
- Yok be ağam.
- Ulan imansız. Ağam deme bana, demedim mi sana? Ağalığı kimler düşürmüş de ben bulayım? Ağalık, korkaklıktır. Ağalık, eğilmektir. Şimdiye kadar bu zincanı bol, çamuru derya olan şol irimden dahi benim geri dönmüşlüğüm yok.
- Lâkin şimdi geri döneceksin.
- Bu, bir emir mi? Sen, kime meydan okuyorsun?
- Neye sayarsan say. Yüklü arabayı, onca yolu aşıp buraya dahi geldikten sonra, imkânı yok, geri çeviremem. Hem dahi, irimin darlığını görmezden gelme. Nereye, nasıl kıpırdayayım?
- Ulan imansız cıbıl! Ulan talihsiz arabacı! Kısmetin kötü. Dahi ne edecek, ne yapacak geri döneceksin. Yüklü develerime yol açıla. Haydi durma. Meydan direği misin, nesin? Dimdik duracağına, yol aç. Hadi, durma!
Geliyorum demeyen belâ, kendini tellâllar aracılığıyla duyurmayan katmerli belâ, dar irimin ortasına çöreklendi. Kısmetin kör düğümü yumak oldu dahi çözüleceği yok.
Şol belâ, kara bir yılan. Belâ, zincan dikeni. Kara belâ, çamur. Katmerli belâ da, Sansar nam Bekir.
Pirincin çepelini ayıklamak zor.
Kadersizin Çakır olduğu yere, kesik sırtına çöktü. Fikrince çare aramaya başladı. Sansar nam Bekir, kendi işine baktı. Dahi tekmil develerinin bağlı çanlarını tek tek çözdü. Durmadı, eşeğinin yanına vardı. Çul heybenin gözlerine baktı. Aradığını bulunca, sevindi, fersiz gözleri parladı, yiğitlik damarı kabardı. Söyledi;
- Gidinin imansız cıbılı! Daha öyle orada lök gibi duracak mısın? Yol kesmek neymiş, şimdi anlarsın.
Çul heybenin gözünden çıkan yılandilli bıçak, havada parladı. Karabaş durmadı, karşı saldırıya geçti. Uyuz eşek pustu. Atlar kişnedi. Kara bulutlar, dar irimi daha da kararttı. Yılandilli bıçak, defalarca havaya kalktı, indi. Kalktı, indi! Kadersizin Çakır, hendeğe düştü… Sırtından, boynundan, yüreğinden kıpkızıl kanlar fışlıyor. Karabaş panikte. Dorutay, koşum takımlarını koparmış, ileride develeri geçemeyince, zincanların ortasında aralıklı bulduğu kovuktan aşıp olanca gücüyle geriye dönmüştü. Durmadı. Yıldırım oldu, çaktı, şimşek oldu aydınlattı.
Han’ım hey!
Kara haber tez duyulur. Bu defa dahi öyle oldu. Hele hele işin ucunda ölüm dahi varsa, uzaklar hemen yakınlaşır. Yıldırım ateşleri, şimşek alevleri düştüğü yeri yakar.
Zehra Ana, çatmalı alnını sıkmış, avlusunda dövünüyor.
- Duydunuz mu komşular, neler oldu? Benim görür gözüm görmez, tutar elim tutmaz, duyar kulağım duymaz oldu. Evimin direği yıkıldı! Kadersiz’ime pusu kurmuşlar, tatlı canını almışlar. Kancık düşman, sırra kadem basmış.
Çakır’ın kanı, yerde duruyor.
Vay, ol karşı dağlar yıkılsın! Vay, şol gök kubbe devrilsin!
Yüreğimdeki yangın söner mi hiç?
Erim, oğullarına hasret gitti. Dal gibi, fidan gibi büyütüp el koynuna soktuğumuz oğullarım, vefâsız çıktı. Sağlığında atalarını unuttular. Şimdi birer ikişer toplanıp geliyorlar ama ne çare? Ne çare? Gelip de bulacaklar mı? Yüreğimdeki yangını benimle paylaşacaklar mı? Yoksa boyunlarını kırıp, öylece kara yere bakacaklar mı?
Fidan gibi erimin, şol evimin direğinin kanı, kanla yunacak mı? Bunlarla mı, şol yüreksizlerle mi? Ne çare?
İşte şimdi, dayanaksız, yapayalnız kalakaldım. Acım büyük, sabrım kalbura dönmüş. Yüreğim yanıyor. Şimdi oğullarım, birer ikişer gelip yanımda dursalar dahi ne çare? Onlar, evinsiz başak gibiler.
Benim umudum torunlarda. Yavru balaban bakışlılar, haydi koşun, durmayın öyle. Kadersiz Çakır’ımın öcünü alın!
Oy anam, oy!.. Ne çare, oğullarım, ne çare? Şimdi top top geliyorsunuz, ne çare? Dün, neredeydiniz? Hangi kara çalının dibinde, eğleniyordunuz da babanızı, arkasız, kolsuz kanatsız bıraktınız? Ne diye hiç arayıp sormadınız? Babanızı, hasret ateşlerinde yaktınız!
Ol evimin direği göçtü, gitti. Ağız tadım bozuldu! Şol dünyanın, yalan dünyanın tadı kalmadı artık! Bağrıma yanar dağlar çöreklendi, aha yüreğim yanıyor!
Umudum, torunlarımda! Dilerim ki, tez kanada gelir kanatlanırlar, atalarının öcünü yerde bırakmazlar! Boyları dipten devrilesice babalarına da güvenim yok! Güvenim yok, komşular!
Umudum torunlarımda, komşular!
Umudum, torunlarımda...
2 Şubat 1997, Söke
Oyhan Hasan BILDIRKİ