- 875 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yaklaşan Seçimler ve Hoşgörü Sınırları;
Seçimler yaklaştıkça siyasi partilerin propaganda dili sertleşiyor karşılıklı suçlamalar ivme kazandıkça üslûplar çirkinleşiyor.
Karşılıklı yolsuzluk iddiaları gırla gidiyor!
Her iddia için kesin doğrudur demek mümkün değil tabi ki ama öteden beri kamuoyunun önünde cereyan eden bazı olaylar var ki görmezden gelmek aymazlıkla eşdeğer olacaktır.
İster karalama amaçlı olsun isterse belgelere dayalı iddia olsun her iddia muhatabınca mutlaka tatmin edici cevap bulmalıdır.
Belgelerle iddialara konu olan yolsuzluk hatta hırsızlık boyutundaki etik olmayan uygulamalar elbette bir yargı sürecinin başlamasını da gerektirir. Bunu savcılarımız harekete geçerek sağlamalıdır. Ancak ülkemizde yargı süreci çeşitli sebeplerle yavaş ilerlemekte ve çoğunlukla da zaman aşımı ile haksızlıklar yapanın yanında kâr kalmaktadır. Oysa deyimlerimize de konu olduğu üzere “Geciken adalet, adalet değildir”
Demokratik çağdaş toplumlarda bağımsız yargının yanı sıra oto denetim ile halkın yaptırımı da yanlış işlerin gerçekleşmesine engel olacak önemli caydırıcılıklardan biridir. Halkın caydırıcılığı ise daha çok demokratik seçimlerde etkisini gösterir ve halkın doğrulardan yana iradesini ortaya koyar.
Ülkemizde halkın iradesi susturulmuştur!
AKP iktidarının halkın iradesini zaptırapt altına almaya yönelik uygulamalarını görmenin bile neredeyse suç sayıldığı bir ortamda ne demokratik seçimlerden ne de demokrasiden söz edilebilir. Halk, iradesini ortaya koyabilmek adına ne tepki verebilmekte ne de baskı ile perdelenmiş gözünü açabilmekte. Bunda tabi ki içine düşürüldüğü ekonomik çıkmazın da önemli etkisi var. Halk tıpkı bataklığa saplanmış biri gibi debelendikçe batacağını düşünmekte ve tabiri caizse kıpırdamakta tereddüt etmektedir. Tablo bu iken bireysel kaygılar nasıl olur da toplumsal tepkilere dönüşebilir ki!
Bir yandan sadece iddialara dayalı gözaltılar sürerken diğer yandan gerek Türkiye’de ki belgelere dayalı iddialar gerekse Alman yargısının verdiyi karar ortada iken iktidarın Deniz Feneri davasıyla ilgili ayak sürümesi akıllarda soru işareti oluşturmakta.
Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde yolsuzluk dosyaları içinde yüzen bir siyasi parti iktidarda kalamaz. Oysa ülkemizde tam tersine iktidar partisinin yolsuzluk dosyalarının sayısı arttıkça anket sonuçları yukarı doğru bir seyir olduğuna işaret etmektedir. Bunun sebepleri sosyologlarca incelenmeli ve gerekirse top yekûn insanlarımız terapiye tabi tutulmalıdır diye insan düşünmeden edemiyor.
İktidar partisi devletin tüm gücünü kendi siyasi propagandası lehinde kullanmaktan geri kalmıyor. Devletin resmi televizyonları ve sosyal yardım kurumları adeta hükümetin birer propaganda aracı gibi işlev görürken muhalefet eden basın kurumları baskı altına alınıyor. Ya da Ergenekon davası ile göz dağı verilerek muhalif girişimlerin önü kesiliyor. Bu durum dünyanın neresinde olursa olsun antidemokratik uygulama olarak isimlendirilirken ülkemizde ne yazık ki kanıksanır bir hal almıştır.
İnsanların değer yargıları değiştirilmiş, yolsuzluk ve hırsızlık itibar görür hale getirilmiştir. Din istismarı ile dinsel algılamalarında bu değişimden fazlasıyla nasibini aldığını söylemek bu şartlar altında sanırım doğru olacaktır. Hal böyle iken insanlarımızın taasuba yönelmesi ile hırsızlıkları hoş görmesi ya da müsamahalı yaklaşımı arasındaki bağlantıyı doğru tespit etmek gerekir. Bu hem gelecek kuşakların çağdaş medeniyet noktasındaki yerini belirlemek açısından hem de inançsal değer yargılarının geleceği bakımından elzemdir. Çünkü nüfusunun yüzde 98’lik bir oranı Müslüman olan bir ülkede hırsızlıklara müsamahalı yaklaşım ile dinsel gereklilikler birbiri ile çelişmektedir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.