- 2730 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Nâzım HİKMET
Ben, bir insan,
ben, Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben,
tepeden tırnağa iman,
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben...
’’Hayatında ne varsa , şiirinde de olsun ister. Mevcut olmasaydı şiiri icad edecek ,bulacak adamdır...Salt Türkçe ile , çok sağlam bir gövde , çok sağlam bir ruh yapısı , çok bilinen sorunlar çok iyi çıkarılan bir üzdüşüm ve çok derinden bir insanilik , ödünsüzlük , her zaman gurbette terhis özlemi çeken bir kurra neferidir sanki. ’’ diyor onun için Turgut Uyar.
Nâzım Hikmet köklü bir aileden gelen ve ömrü boyunca sosyalizme bağlı kalan , XX.Yüzyılın en büyük idealist şairlerinden biridir.Türkiye ’ de ilk kez serbest nazım tekniğiyle çağdaş destan türünde şiirler yazan Nâzım ,toplumcu gerçekçi şiir akımının öncüsü de olmuştur.61 yıllık yaşamının 15 yıla yakınını hapiste , son 12 yılını yurdundan uzakta geçirmek zorunda kalan ünlü Hikmet , şiirden başka makale ,masal ,hikâye ,roman ,oyun ,senaryo yazmış ,sinema çalışmaları da yapmıştır.İlk okulu bitirdiği sırada şiir yazmaya başlayan Nâzım’ın ilk şiirlerinden biri 1918 ’ de ,Yeni Mecmua ’ da yayımlandı.Sık sık evlerinde gelen Yahya Kemal’e hayrandı.Yazdığı şiirleri ona gösterek fikrini sorardı.Hece vezniyle şiir yazan şâirler arasında kısa zamanda ünlenen Nâzım , 1920 ’ de Alemdar Gazetesi ’ nin açtığı bir şiir yarışmasında birincilik ödülü kazandı.İstanbul ’ un işgal altında olduğu dönemde yazdığı çoşku dolu şiirlerden bazıları vatanın kurtarılması için gençleri savaşmaya davet eder nitelikteydi.1921 ’ de üç şâir arkadaşıyla birlikte , Anadolu ’ ya silah kaçıran bir gemiye binerek İnebolu ’ ya gitti.Ancak , Ankara ’ya gidiş izni dört arkadaştan Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nurettin ’ e verildi.Ankara ’ ya vardıklarında ,onlardan ,İstanbul gençliğini ulusal kurtuluş mücadelesine çağıran bir şiir yazmaları istendi.İki arkadaş bu şiiri üç günde yazıp bitirdi.On bin adet basılarak dağıtıla şiir umulmayan bir ilgiyle karşılandı.Öyle ki , TBMM ’ de bu ilginin doğurabileceği sorunlarla ilgili görüşme yapıldı.Bu sırada , Mustafa Kemal Atatürk ile de tanışan Nâzım hikmet ve Vâlâ Nurettin öğretmenlik göreviyle Bolu ’ ya atanarak bir bakıma Ankara ’dan uzaklaştırıldı.Üzerindeki baskılardan rahatsız olan iki arkadaş Trabzon üzerinden Batum’a oradan da Moskova’ya kaçtı.İlk serbest tekniğindeki şiiri , Moskova ’ ya giderken gördüklerini dile getirdiği ’’Açların Gözbebekleri ’nde denedi.Daha sonra , Rusça öğrendiğinde devrimci Sovyet şairlerinin yazdıklarını okudu , Mayakovski ’ den etkilendi.
Onu derinden etkileyen bu yeni dünyada yazdığı şiirlerden bazıları Aydınlık ve Yeni hayat dergilerinden 1923 ’ te yayımlandı.1924 ’ te ,gizlice İstanbul ’a dönerek Aydınlık Dergisi ’nde çalışmaya başladı.Polis tarafından izlendiğini fark edince İzmir’e gitti.Şeyh Sait ayaklanmasının ardından Takrir-i Sükûn kanununun uyarınca kurulan Ankara İstiklâl Mahkemeleri tarafından , gıyabında 15 yıl hapse mahkûm edildi.Bunun üzerine gizlendiği İzmir’den İstanbul’a giderek yine Sovyetler Birliğine gitti.
İlk şiir kitabı ’’Güneşi İçenlerin Türküsü ’’ , 1928 ’de Bakü ’de yayımlandı.1927 ’ de ,İstanbul ’ da dağıtılan bazı bidliriler nedeniyle , gıyabında 3 ay hapse mahkûm edildiğini duyunca ,aklanmak için 1928 ’de gizlice Türkiye ’ye döndü ve yakalandı.Rize ’de yargılanarak sahte pasaport taşımaktan 3 gün hapis cezasına çarptırıldıysa da tutuklu kaldığı süre bundan fazla olduğundan salıverildi.Nâzım’ın şiiri , bir sürgünün insan , toplum ve dünya karşısında direnen tavrını sergiler.Biçim- içerik ilişkisinin gözetildiği bu şiirler , her şeyden önce insan manzaraları çizer.Nâzım Hikmet 1922 ’ de Sovyetler Birliği ’ ne gittikten sonra Marksist öğretiyle karşılaştı ve dünyaya bakışındaki değişim çok geçmeden şiirine de yansıdı.Nâzım Hikmet yaşananı , yaşamın gerçeklerini şiirleştirirken , diyalektik ve tarihsel maddecilikten yararlandı.Sovyetler Birliği ’nde oluşan toplumcu gerçekçi edebiyat ortamından etkilendi.Ayrıca Rus gelecekçileri ve Mayakovski ’ nin dolaylı etkisinden de söz edilebilir. ’’835 Satır ’’ adlı kitabındaki şiirler toplumcu gerçekçi sanat görüşünün ilk örnekleridir.Bu şiirlerde , çağdaş yaşamın ve değişen bir düzenin anlatımına uygun düşecek biçim denemeleri de yaptı : Görsel ,sessel , anlatımsal özellikler hemen dikkati çekti.
Nâzım Hikmet ’in Moskova ’ ya gidinceye kadar yazdığı şiirlerde vezin ve kafiye egemendir , bunlar çoğunlukla dörtlüklerden oluşur , ayrıca kafiye düzeni bakımından gazel , kaside ve mesnevi tarzında da yazmıştır.Bu şiirlerin konuları bazı siyasal ve toplumsal oalylar , kişisel duygular ve varoluşla ilgili sorunlardır.Nâzım hikmet ’in 1922-1926 yılları arasındaki şiirlerinde bir yandan çağdaş Rus şairlerinin , bir yandan da geleneksel Türk şiirinin etkileri görülür.Nâzım Hikmet Rusya ’ da gelecekçi ve konstrüktivist şairlerin şiirleriyle karşılaşır.Serbest müstezat biçiminde yazan Türk şairlerinin ürünleri Nâzım ’ın yeni biçim denemelerine kaynak olur.Nâzım Hikmet ’in bu dönem şiirlerinde gene de vezin , kafiye , dize bütünlüğü kaygıları vardır.
Nâzım Hikmet , Türk edebiyatının gelişiminde serbest şiire temel oluşturan biçim özellikleriyle dikkati çeker. Vezin bırakılmıştır. Dizeler parçalanır; söz grupları hatta sözcükler kırılarak birbirinin merdiven basamakları gibi izler. Yinelemelere başvurulur. Şaşırtıcı, keskin uyaklar, iç uyaklar kullanılır. Söylevsi anlatıma, argoya, ses taklitlerine geniş yer verilir. Bu şiir içerik bakımdan marxçı – leninci siyasal ve toplumsal görüşe dayanır. Maddeciliğe karşıt görüşleri eleştirir; okurunu eyleme çağırır, eylemin koşullarını tartışır. Bu arada devrimciyi sıradan insan görünüşüyle ele alarak yalnızlığını, aşkını, karşılaştığı tehlikeleri konu edinir. İnsanın makineyle ilişkisi, makineyi üreten insanın onunla bütünleşmesi, ona egemen olması üzerinde durur; makinenin ve öteki üretim araçlarının, eşitçe paylaşılması gerektiğini savunur
Nâzım Hikmet’in 3. dönem şiirleri (Yeni Şiirleri)(1966), (Son Şiirleri)(1970) eski yapıtlarındaki söylev tekniğinden iyice uzaklaşmış görünür. Yurt özlemini, sevgiyi, ölümü, gelecek güzel günlere inancı konu edinen şiirler duygulu bir iç dökme, okuruyla serbest bir söyleşme niteliğindeki anlatımıyla dikkati çeker. Düzyazıdan röportaj tekniğinden (Havana Röportajı), özgür çağrışımlardan (Saman Sarısı) yararlanan şair, artık bütün şiir biçimlerinden etkilendiğini halk şiirinin vezinlerini ve uyağı kullanmaktan kaçınmadığını anlatır; sevgiyi, yaşamı, ölümü, sevinci, kader, umudu, umutsuzluğu, “insana özgü olan her şeyi” i konu edindiğine dikkat çeker. Sanat yaşamının başlangıcıyla birlikte tiyatro ile de yakından ilgilenmiştir. İlk oyunlarından “Bir Ölü Evi” (1932) insanoğlunun içtenlizsik davranışlarına yöneltilmiş bir ahlak eleştirisidir. Babasının ölümünün ardından dökülen gözyaşlarının arkasındaki miras çekişmelerini, insanların çıkar düşkünlüklerini sahneye getirir. Kafatası(1932), kapitalist toplumda bilimin insan yararına kullanılmasının çıkar çevrelerce nasıl engellendiği savına dayanır; basın, sağlık sektörü, ilaç sanayisi gibi kurumları eleştirir. Ailede kadının ihanetiyle ilgili “Unutulan Adam” (1935), yanlış davranışların, tutkuların doğurduğu olumsuz sonuçları sergiler. Daha sonraki yılların ürünü “İnek”, ilkel üretimden teknolojiye geçiş aşamasının sorunlarını tartışırken üretim araçlarından en verimli şekilde yararlanabilmenin koşullarını araştırır. Sabahat, tutukluluğunun geçtiği Bursa’da marangoz atölyesi, dokuma fabrikası ve cezaevi çevrelerindeki yaşamlardan kesit verir. Tiyatroda gerçekçi gözlemleri masal ve halk hikayesi kaynağıyla birleştiren “Ferhat ile Şirin” kişisel aşkın toplumsal ülküye dönüşmesinin hikayesidir. “Yusuf ile Menofis” kurnaz ve bencil bir kişilik içinde yorumladığı kutsal kitap kahramanını özverili bir halk adamıyla karşılaştırır.
Ona göre : ’’ Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır... şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır ’’
’’ Yeni şair, şiir lisanı, vezin lisanı, konuşma lisanı diye ayrı ayrı lisanlar tanımıyor... O, bir tek lisanla yazıyor : Uydurma, sahte, sun’i olmayan; canlı, geniş, renkli, derin ve sade lisanla. Bu lisanın içinde, hayatın bütün unsurları vardır. şair, şiir yazarken başka şahsiyet, konuşurken veya kavga ederken başka şahsiyet değildir! şair, bulutlarda uçtuğunu vehmeden dejenere değil, hayatın içinde, hayatı teşkilâtlandıran bir vatandaştır! ’’
’’ Şairin dünyası, en az, bir romancının dünyası kadar büyük olmalı. Bak, bugün bizim şiir piyasasında çok istidatlı delikanlılar var, fakat ekserisinin dünyası daracık, soluğu yok, tıknefes. Ve bu dar dünyalı oluşlarını, tıknefesliklerini örtbas için, sözde kendi iç âlemlerine kulak verdikleri iddiasındalar. Halbuki bir metodoloji bakımından ayrılsa bile, gerçekte iç âlem dış âlem diye bir şey yoktur, şairin iç âlemi gerçekte dış âlemin bir inikâsından [yansımasından] başka bir şey değildir, bundan dolayı da dış dünyası dar olanın, iç dünyası da daracık olur. ’’
’’ Dönemlerinin karanlık güçleriyle savaşan ilerici sanatçılara her ülkede ve her çağda raslanır. İnsanların mutluluğu ve dünyada güzel bir yaşam için savaşa giren bu ilerici sanatçılar her zaman karanlık güçlerce kuşatılmış, kovuşturulmuş, baskıya uğratılmış, hapsedilmiş ve öldürülmüşlerdir. Fakat onlar hiçbir baskı ve tehdidin, hiçbir ölümün, hiçbir yalanın; tarihin akışını, iyiye, güzele, haklıya ve mutluluğa yönelişini durduramayacağını bilirler. Ve bu yazarların yapıtları ve bütün yaşamları gelecek kuşaklara örnek olur. ’’
Nâzım Hikmet ’in 1925 - 1930 arasında yazdığı şiirler içerik yönünden toplumcu gerçekçi anlayıştadır ; biçim arayışları da içerikle tam uygunluk taşır.Hapislik yıllarında 1938-1950 yazdığı şiirlerini takma adlarla yayımlayabildi.Bunlar Türkiye ’ de ancak şairin ölümünden sonra kitaplaşabildi.Dünya görüşüne belli bir siyasal amaç için , kendince bir gerçeği yansıtmayı hedeflemiştir.Nâzım ’ın oyunlarında da durum aynıdır.Tiyatroda da dünya görüşünü , bağlandığı öğretiyi seyirciye aktarmayı amaçlar.
Yazımı burada bitirirken Nâzım üstadımızın kendi şiiri ve hayatı hakkında söylemiş olduklarını okuyalım :
"Birkaç gündür kafamın içinde bir soru kımıldanıp duruyor. 60 yıllık ömrümün 40 şu kadar yılında şiir yazdım durup dinlenmeden. Evimde, sokakta, hapiste, trende, uçakta. Bu şiirlerin içinde ne kadarı, insanları barış için savaşa, emperyalist savaşlara karşı savaşa, millî bağımsızlık için savaşa çağırdı. Kırk şu kadar yıllık şairliğimi masamın üstüne koydum. Elimde kalabilen şiirleri okuyorum. Okurlarımın önünde hesap vermek istiyorum. Yüzümün akıyla çıkabilir miyim bu hesabın içinden şair olarak? Şiirleri okudum ve şöyle bir basit istatistik sonucuna vardım: Elimde kalan şiirlerimin yüzde yirmi beşinde, insanlığın en büyük davalarından ikisini, birbirine sıkı sıkıya bağlı iki davayı ele almışım: emperyalist harplere karşı savaş ve millî bağımsızlık savaşı. Bu şiirlerimin tümünü oldukları gibi tekrar etmem imkânsız. Birkaçıyla hesabımı vereceğim.
1925’te Moskova’da, üniversitede okuyorum. Sömürgeciliğe karşı, millî bağımsızlık uğrundaki savaş, bir imkânsız savaş, bir imkânsız hayal olmaktan çıkmış, bir gerçek olmuştur. Ben "Bir Hintlinin Ağzından" şiirimi yazmışım.
Şarktan geliyorum!
Şarkın isyanını
haykıraraktan geliyorum.
Şimâle akan rüzgârlarla aştım
Asya’nın yollarını;
ulaştım
sana...
Haydi uzat kollarını
beni kucaklasana!
Ey! gönülde onu
görmek arzusunu
Bir sıla hasreti gibi derinlediğim.
Ey! kıvrımları
kalbi saran türkülerini
Annemin sesi gibi dinlediğim.
Ey! Asya güneşleri gibi kırmızı
sıcak bayrakları
sıtmalı rüyama giren!
(.................................................)
Gözümde bir pul etmez artık
ne yer, ne yâr!
Şimâle akan rüzgârlarla
aşmışım
Asya’nın yollarını
ulaşmışım sana!
Haydi uzat kollarını,
beni kucaklasana!
Aynı yıl Türkiye’me dönüyorum. Kara terör kasıp kavuruyor ortalığı benim orada. Emperyalizm yine ve her zamanki gibi insanlığın bu korkunç baş belası, emperyalizmin duvarını yıkmak gerek. Ben "O Duvar" şiirini yazıyorum.
O duvarın bir ucu:
tahta sapanlı sarı Çin’de
öbür ucu:
çelikleri elektrikli Newyork’un içinde
Her bankada hisse senetleri var
onun.
O duvar
Lordlar kamarasından Lord Gürzon’un
noktaları imparator armalı bir nutku gibi geçiyor.
Eyfel’in tepesinden avlarını seçiyor,
dayanarak Hindenburg’un altın çivili heykeline
topluyor Berlin sokaklarını eline.
O duvarın taşlarına sürterek dilini
kara gömlekli Mussolini
bekliyor nöbet.
İtalya’nın çizmesi
yüzüyor kanda.
O duvar
İkinci bir Balkan gibi yükseliyor Balkan’da.
Yıl 1927. Sırtıma yüklenen 15 yıl piyade ağır hapis cezasıyla Sovyetler Birliği’ne dönüyorum. Sovyetler Birliği’ne karşı alttan alta harp hazırlıyor emperyalistler. Bakû’ya gidiyorum. İlk sosyalist devletin kanı olan bu şehirle tanışıyorum. "................. doğru" şiirimi yazıyorum...
..................................
..................................
..................................
bereketli bir rahmet gibi besleyesin,
demir dağlara tırmanan azmimizin
yeşil filizli sarmaşıklarını...
isteriz ki,
Uzak Sibirya köylerinin ışıklarını
karlı gecelerde
kızıl lâleler gibi yaksın kanınla.
İsteriz ki,
gençlik iksiri gibi aksın kanın,
150 milyonun damarında!
İkinci Dünya Savaşı, yıl 1941. Üç yıldır hapisteyim. Bursa’da hücremde, halkımın millî bağımsızlık uğruna yapmış olduğu kutsal savaşın destanını yazıyorum.
Saat üç buçuk.
Halimur-Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı
(Kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer
sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üsrtüne şarkı söyleyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona "Deli Erzurumlu" derdiler.
Yedinci Mehmet oğlu Osman’dı.
Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
İbrahim,
korkmayacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmir’li Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.
İkinci dünya savaşı zaferle sona ermiş. Hapisteyim. Geçmiş kanlı ve kara günleri düşünüyorum. Biliyorum, tetikte olmak gerek, Emperyalistler gene benim Memetçikleri kalp metelik gibi harcamak istiyor. Ben "23 Sentlik Asker" şiirimi yazıyorum.
Yalnız bir mesele var Mister Dalles,
herhalde bunu sizden gizlediler!
Size tanesini 23 sente sattıkları asker
mevcuttu üniformanızı giymeden önce de
mevcuttu otomatiksiz filan,
mevcuttu sadece insan olarak,
mevcuttu,
tuhafınıza gidecek,
mevcuttu,
hem de çoktan mı çoktan,
daha sizin devletinizin adı bile konmadan.
Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu,
Mesela, Mister Dalles,
yeller eserken yerinde sizin o Newyork’un,
kurşun kubbeler kurdu o
gökkubbe gibi yüksek
haşmetli, derin.
Elinde Bursa bahçeleri gibi nakışlandı ipek.
Halı dokur gibi yonttu mermeri
ve nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına
ebem kuşağı gibi attı kırk gözlü köprüleri.
Dahası var Mister Dalles,
sizin dilde pek de anlamı belli değilken henüz
zulüm gibi,
hürriyet gibi,
kardeşlik gibi sözlerin,
dövüştü zulme karşı o,
ve istiklâl ve hürriyet uğruna
ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek,
ve yarin yanağından gayri her yerde,
her şeyde,
hep beraber
diyebilmek
için
yürüdü peşince Bedreddin’in.
Hapisten çıktım. Yıl 950. Belki bir çocuğum gelecek dünyaya. Babalık zanaatının ne kadar zor bir zanaat haline geldiğini ilk defa anlıyorum.
Yavrum,
kız olursa tepeden tırnağa anasına benzesin istiyorum,
oğlan olursa, boyu posu bana.
Kız olursa elâ elâ baksın,
oğlan olursa maviş maviş.
Yavrum,
Kız olsun oğlan olsun,
kaç yaşında olursa olsun,
yavrum düşmesin istiyorum hapislere
güzelden, haklıdan, barıştan yana diye.
Fakat malûm,
kızım yahut oğlum,
gecikirse suların ışıması
dövüşeceksin
ve hattâ...
Yani haylice müşkül bir zanaatmış bizde bugün
babalık zanaatı da.
Yıl 955. Dört yıldır Moskova’dayım. Aklımda kaldığına göre katıldığım barış kurultaylarından birinde toplantı salonunda, atom bombasına karşı dört küçük şiir yazdım. Bunlardan birisi "Ölü Kızcağız".
Bugüne kadar dolaşıyor dünyayı
Övünüyor gibi mi geliyor ne
Değil
Dolaşan o küçücük Japon kızcağızı da
İnsanları atom harbine karşı savaşa çağırıyorsa
Çağırabiliyorsa
Ve insanlar onun incecik sesine kulak kabartıyorsa
O bu kuvvetini
Hiroşima’da bir kağıt parçası gibi
Yanıp kül olmak pahasına kazandı.
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kağıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
Sene 1963. Tanganika’ya gidiyorum. Memleketimin üstünden geçiyorum. On üç seneden beri memleketimi ilk defa görüyorum. 8000 metre yukarıda Anadolu’mun üstündeyim. 8000 metre derinde bulutlar altında, toprağımda kara kış. Köylerin çoktan kesiktir yolu. Her biri karlı çöllerle bir başınadır. Bulguru aşı yağsız, tezek dumanından göz gözü görmez. Bebeler ölür bitlenmeye bile vakit bulmadan. Ve ben uçarım 8000 metre yukarıda bulutların üstünde.
Bilmiyorum, vatanımın insanları başta olmak üzere, bütün insanlığa vermek istediğim hesabı verebildim mi? Sonra bütün bu hesap bir çeşit... övünmek olmadı mı? Yeryüzünde benden çok değerli şairler, barış, hürriyet ve millî bağımsızlık için, şair olarak yaptıkları savaşın hesabını elbette çok daha parlak verebilir. Sayın ve sevgili okuyucularım. Birkaç örnekle önünüze çıktım, beni en büyük insanlık davasının ikisinde biraz olsun ödevini yapmış bir yurttaş sayarsanız bahtiyar olacağım."
OTOBİYOGRAFİ
1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ’dan Havana’ya
Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’de
961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52’de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye’mde Türkçemle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.
11 Eylül 1961 / Doğu Berlin.