- 677 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Kimliğim
İlkokula başladıǧımda oldukça zayıf, çelimsiz, cılız, çevik, nerede ne var ise bilmeye çalışan, çevredeki dereleri tepeleri tarayan sürekli koşan enerjik, kabına sığmayan bir çocuk olduǧumu bu gün bile çok iyi hatırlıyorum. Köy hayatında öyle günlük yaşamı etkileyecek büyük deǧişiklikler olmadıǧı gibi, her mevsimde kendi içinde hep aynı olan ve mevsimden mevsime deǧişerek akıp giden bir monotonluǧa bürünerek sürekli aynı teraneyi çalardı. Yani iş bölümü binlerce yıldan beri teknik ve fenden nasibini almış, ama bu deǧişiklik çok az bir devinimi günlük hayata yansıtmıştı. Orada şehire özgü kalabalık yıǧınlar olmadan da hayat kendini dayatarak ölüme inat bir dinamiklik yaratıyordu, insanların küçük mutluluklarına, kendi küçük varlıǧıyla birlikte, yaz yorgunluǧu içine karışıp gitmesi gerektiǧini, yalın bir mutluluǧun, tutkusuz bir yaşamın en doǧru yaşama biçimi olduǧunu düşündürür. Orada terasta oturulup öǧleden sonra kahveleri içilerek ekonomi, politika, üniversite üzerine konuşulacak zaman bulunamaz. Öyle bir lükse sahip deǧillerdir bu insanlar, hasır şapkalarıyla kavurucu sıcaktan da koruyamazlar kendilerini, her gün gazeteler okunup yorumlar yapılarak kafalarada çözüm de üretilemez evlerde, çünkü kimse deri koltuklarda gerine gerine oturarak bir diǧerini sömürecek kadar akıllı da deǧillerdir benim temiz kalpli köylülerim. Orada üçkâǧıtçılıǧa vergi kaçakçılıǧına, bankaların içini boşaltamk için yeni komplolarada rastlayamazsınız. Kimse oǧulları için yasa çıkarma cüretine de sahip deǧildir, anayasayıda ihmal etmez benim iyi yürekli insanlarım. Entrika nedir bizim yüreǧimizin kenarından bile geçmemiştir; benim çocukluǧumun geçtiǧi yıllarda bu köylerde. Ta ki „dallas“ denen emperyalist Amerikan – Holywood kültürünü yayma aracı olan televizyon denen illet ruhlarımızı kirletene kadar. Çünkü yenilik denen şey yabancı bir kavram olduǧu için töresel girdap bütün negatif yönlerinide içinde barındırır. Deǧişimi “devlet baba” da sadece askere çaǧırdıǧı gençlerle farkında olur bu yaşam biçiminde. Yani böyle resmi işlerin dışında devlet uǧramaz yoksulların bulunduǧu beldelere, yeni bir öneriyle de gelmez geldiǧi zaman.
Öyleki bu 12 Eylül 1980 faşiziminin de etkisiyle kitleleri soldan uzaklaştırmak için adeta ölümcül hastaya serum suyu gibi şirınga edilerek , bu gün yirmisekiz yaşına gelen bir yobaz, o gerici kültürün etkisiyle annesini yada kardeşini, babasını inanmıyor veya da başını kapatmıyor diye; olan olayları hemen hemen her gün günlük boyalı basından takip ediyoruz.
Küçük bir genel açıklamadan sonra tekrar ben asıl bu hikayeyi yazmadaki amacıma gelerek neden böyle bir izahata gerek duymamdır. Anadolu her zaman yoksul bırakılmıştır, egemenler, sisteme hükmeden kadrolarıyla; askeri, polisi, basını, huku, görsel ve yazınsal medyasıyla hep ateş altına alınarak etrafı sarılmıştır. Ahtapot gibi bütün kurumlar sosyal bir hareketi hemen bölücülük propogandasıyla kıskaca alarak ölüm makinaları işbaşına geçer her devirde. Adeta en ufak bir kıpırdamada başınıza aǧır bir balyoz inerek sizin yok olmanız kaçınılmazdır. Anadolu da gericiliǧin dışında her şey yasaktır ve hemen kökü dışarıdan tetiklenmiş münferit bir olay olarak geçiştirilir. Asıl suçlular Ankara’da koltuklarında otururken dinle siyaset yaparken, asıl dışarıyla baǧlantıyı onlar resmi yetkileriyle şakır şakır imzalayarak ülkeyi satarken sürülerden hiç bir ses seda çıkmaz. Ülkenin o yıllarda ki bu gün de yaşayan pişkin yalancısı şapkasıyla „siz bana saǧcılar suç işletiyor dedirtemezsiniz“ diyerek bir katil olduǧunu isbatlamıştır kendi aǧzıyla. İşte zaman böyle geçerken bizim hüseyin denen cılız çoçukta topraǧa inat büyükannesinin çorbalarıyla bütün hastalıkları atlatarak büyür ve bir baǧ çubuǧu gibi uzar. Yani bu demektir ki yaşamak ölüme inat, yaşamak yoksulluǧa inat,öyle babayiǧit filan deǧil hani pazıları antremanla da gelişmez eǧer böyle bir imkan olsaydı hani diyorum. İşte bu doǧaya inat zor şartlar altında yaşamaǧa başlayan ben ve kimliǧim size konu olacaktır bu gün.
Ortalama bir köyde bir ilkokul, muhtarlık, varsa köy odası, saǧlık ocaǧı gibi resmi sayılacak ve o statüye yakın olan kurumlar var demektir. Köy muhtarının dışında yanılmıyorsam bir de köy ihtiyar mecilisi denen; birinci, ikinci ve üçüncü azalar gelirdi, hemen muhtardan sonra. Bunlar köylerdeki uyuşmazlıkları çözdükleri gibi, köyün baǧlı bulunduǧu il ve ilçe ile resmi baǧlantısını da koordine ederlerdi. İşte bende bu basit yaşam şekillerinin vuku bulduğu böyle basit bir yerleşim biriminde yedi yaşına geldiğimde ilkokula gitmem gerektiğinin farkında olan birileri elimden tutarak işte sana „cingöz“ bir çocuk getiriyoruz diyerek okulun merdivenlerinden Ahmet adlı bir öğretmene teslim ettiklerini bu gün gibi hatirlıyorum. Mevsim sonbahar, aylardan eylül ortaları olmasına rağmen havalar sıcaktı. Okul köyde bulunan en görkemli ve en büyük yapıydı, duvarlar bir metre yüksekliğine kadar yerel taşların motifleriyle basit, ama çok sağlam bir temel üzerine yapıldığı için kaç depremde sallanmasına rağmen binaya hiç bir şey olmamıştı. İçi düz bir beton zeminle kaplanmış, ortasında eski bir o kadar da görkemli bir soba, hemen sobanın yanında siyah bir tahta, bu tahtanın etrafını süsleyen Atatürk resimleri, birinci sınıflar için karton kağıtlara güzel el yazısıyla yazılmış bir ve basit cümleler. Ve hemen iki tarafı boydan boya kepenkli pencereler. Yani gün ışığını sürekli davet eden bir atmosfer, beş sınıfı birarada tutan bir öğretmen ve 55 tane öğrenci yıl 1973 – 1974 öğretim yılı… Binanın içerisine girildikten sonra hemen kapının arkasında da müdür odası denilen küçük bir oda ve burada depolanan, kağıt, tebeşir, biyoloji ders malzemeleri, kalemler silgiler, milli eğtim bakanlığından gelmiş olan yardım malzemeleri vs. Ama benim bu okulda okuduǧum süre içerisinde hiç bir öǧretmen burasını ne müdür odası olarak kullandı nede başka bir amaç için. Sanırım bu gün de orası malzeme deposu olarak kullanımaktadır çevre köylerle beraber 8 tane öǧrenci için.
Beyaz yakamı takıp, siyah, simsiyah önlüǧümü giyinip mahçup bir şekilde bu merdivenleri ilkkez öǧrenci olarak çıkarken içimi buǧulayan ve uǧuldatan sevgiyle korku arasında ruhumun derinliklerini çizerek içime saplanan yine sevinçle korkuyu dizlerime kadar indiren psikolojim çocukluǧun ve köyde yetişmiş bir çocuk olarak bu gün bile çok yerde kendini gösteriyor. Yani ben kendimi Atatürk’ün „Köylü bir milletin efendisidir“ sözüyle özdeşleştirerek efendi olmamı okuyarak edindiǧim bilgilerimden çok köylü kökenli oluşuma baǧlıyorum. Sanırım o yıl köyümüzde de ilkokul birinci sınıfına kaydolan öǧrenci sayısı köyümüzün mini tarihi incelendiǧinde rekor bir sayı olsa gerek. Bu küçük köyde o zamanlar tam 15 yeni çocuk okula kayıt olarak öǧretmeni de sevindirmişti. Bu beş sınıflı bir eǧtim sistemiyle yürüyen bir okuldu. Yani bir öǧretmen o zamanlar beş sınıfı bir büyük salonda idare etmek zorundaydı. Ben kendimi yinede en şanslı dönemlerin okul dönemi olarak görüyorum. Daha altı ay içerisinde okuma yazmayı en iyi öǧrenenlerden biri olduǧum için Ahmet (öldüyse Allah‘tan rahmet diliyorum kendisine) „Hüseyin birinci sınıfların en çalışkanı, Kemal de ikinci çalışkan öǧrencim“ dediǧinde öyle utanmıştım ki, bir dizi kısa olan pantalonuma bakarak suçlu bir mahkum gibi başımı önüme eǧmiştim. O gün okul paydosundan sonra ben daha eve ulaşmadan haber babama gitmişti. Babamın ilkkez baba olarak beni sevdiǧini o zaman yaşayarak hissetmiştim. Bu mahcubiyet sevincim sanırım bir kaç gün daha devam ederek sürmüştü. Yeni bir kurşun kalem, defter ve silgiyde öǧretmenim bana hediye olarak verdiǧinde dünyalar benim olmuştu sanki… Bu defteri bir süre hiç yazmadan öyle yastıǧımın altında saklayarak beyaz ve çizgili sayfalarını elimle yoklayarak bir süre hiç bir şey yazmamıştım. Daha sonra o defteri Cumartesi ve Pazar günleri koyun kuzu otlatırken kendimce dereler tepeler üzerine yazdıǧım şiirlerle doldurmaǧa uǧraşmıştım. Bir gün yaǧmur yaǧdıǧında panikle onu dereden geçerken suya düşürdüǧüm için günlerce aǧladıǧımı bu gün bile hatırlıyorum. Üstelik aǧladıǧım için en büyük abimden tonlarca dayak yemiştım üstüne üstlük, bu gün bile o abime karşı hiç bir saygım ve sevgim kalmamıştır, kardeş olmanın dışında. Zaman böyle kendi akışını dengeleyerek akıp giderken bizde beslenmeden deǧilde doǧanın insanlıǧa sunmuş olduǧu güzel havadan gıdalanarak serpilip gidiyorduk. Bu öǧretmenimiz bütün kişisel gayretini göstererek beni ve bütün bir sınıfı hep teşvik ediyordu, o arada sırada köy civarlarındaki daǧlara yaptıǧımız gezilerde benimle doǧa hakkındaki görüşlerini konuşarak jeoloji ya da zıraat mühendisi olmam için, bana izahatlarda bulunuyordu. Ben ise o zamanlar bırakın başka bir yöreye gitmeyi, köyden çıkmaǧa bile korkuyordum. Yüksek ve sarp kayalıklarla çevrili ve torosların en son uzantısı olduǧuna inandıǧım ve bizim yöremizde “kandil daǧları” olarak adlandırılan kayalıklarla ve bodur ormanlarla süslü suları şırıl şırıl akan bir yörede olduǧu için baharına ve yazına o zamanlar doyum olmayan böyle köyler sevinç kaynaǧı oluyordu insanlar için.
Biz bu havalar içinde zamanı yuvarlayıp dize getirirken, zaman da bize karşı kendi direncini gösteriyordu. Bu hava içinde zamana zamansız bir yolculuk yaparken yıllar geçip gidiyordu bizimle beraber, bilmem kaç kuşaktan beri... Böyle adımları yönlü bir yöne doǧru atarken hep aynı yolda yürüyorduk eşdeǧerlerle. Hayat, “Yolculuk” adlı anlatımımda da belirttiǧim gibi köylerde aynı monotonlukla gidiyordu yıldan yıla her mevsimde aynı içerikle... Haziranın ortalarına doǧru köy ilkokulları kapanıyor, eylül ayının ortalarına doǧru öǧretim yılına başlıyordu. Siyah önlük, beyaz yakalar sayesinde fakir zengin belli olmadan göstermelik bir eşitlikle yaşadık o yılları. Biz çocuklar sevinçle beklerdik eylülü, başka olmak için herhalde, ya da daha az öteki işlere koşmak için. Çünkü reçberlikte – çiftçilik yaşamın en zor meslekleri olsa gerek.
Bu güzel yörede yaşama beş yıllık bir temel eǧitimle başlanıyordu. Belkide o zaman benim kişisel olarak sahip olduǧum en büyük lükslerden birisi en azından köyümüzde bir ilkokulun bulunmasıydı. Böylece dünyaya açılan bu pencereden, dünyayı farklılıklarıyla, farkında olarak tanıma ve bilme imkanıda bulacaktım.Yani sırf nüfus dairesinden alınan nüfus kayıdını belgeleyen belge deǧilde onunla bütünleşen bir kimliǧim daha olacaktı. Uzun ve ince bir yolun kıvrıla kıvrıla akıp giden sonsuzluǧuna böylelikle bende varmış olacaktım. Ve kendim olmanın ısbatıyla yürüyüşlerimi bile deǧiştiren bir kaǧıt parçasının beni, ben olduǧumu belgelemesiyle başka bir niteliǧede bürünecektim belki. Ama başka bir niteliǧe bürünmek için de ilkokulun bitmesiyle beraber o zamanlar neden bir insanın resmi bir kayıda ihtiyaç olduǧunu anlamamıştım. Kendi kendime “zaten burada yaşıyoruz, neden? böyle bir belgeye ihtiyacımız var” diye hayıflanırken elbetteki hayatı hiç tanımıyordum. Öyle dünya sorunlarını kimlik bunalımlarını inceleyecek kadar felsefi birikimlerimde yoktu ayrıca derin analiz ve yorumlar yapmak için. Öǧretmen sadece işin hukuki boyutunu bildiǧi için muhtardan bu köyde oturduǧuma dair bir belgeyle babamıda alarak köyümüzün baǧlı bulunduǧu Besni İlçesi’ne giderek; ilçe nüfus müdürlüǧünden kimliǧimi aldıǧımda diplomamın bana verileceǧini, ayrıca ortaokula kayıt olmak içinde böyle bir şeyin gerekliliǧini kavratmıştı bana...
Uzun bir yaya yolculuktan sonra ben babamı almayarak ve yaya olarak üç saatlik bir yoldan sonra ilçeye geldiǧimde ilk işim “nüfus müdürlüǧü nerede amca” diye sorduǧumda; yaşlı ve sakallı bir amca beni bir binanın kapısına kadar getirerek “burası işte senin aradıǧın o daire” diyerek, önce “hangi köyden geldiǧimi, sonrada oǧlum senin baban var mı?” diye sorması üzerine, ben de “amca, işte siz bana oǧlum dediniz gelin biraz babalık edinde bende kimliǧimi alayım dediǧimde” o yaşlı amca kurt görmüş koyun gibi gözlerini dik dik yüzüme bakarak “rafizinin piçi ne de çok sahtekarlık biliyor” diyerek neredeyse elinde ki bastonu kafama indirecekti. Bu sözün ne anlama geldiǧini o zamanlar bilmiyordum, ama bu söz öyle aǧırıma gitmişti ki anlatamam. Ben öyle yaz başlangıcı sıcakların teriyle bu sevimsiz iki üç katlı binanın birinci katına çıkarken korkumu kaybetmiş, kendinden emin adımlarla merdivenleri çıkmış ve dairenin kapısına gelmiştim. Korkarak daha etrafı gözetlemeǧe zaman kalmadan gözüm kapıları açık olan iki odaya ilişti. Odalardan birisinde bir kadın ve bir erkek memur sandalyelerine oturmuş gülüşerek bugün aklımda kalmayan bir şeyler konuşuyorlardı. Erkek memurun bizim yörenin insanı olduǧunu hemen anlamıştım. Hiçte memur kılıklı olmayan bu adam kimbilir hangi torpille o işe alınmıştı. Adamdaki Türkçe, daǧda davar otlatan çobanınkinden daha da berbattı. Buna karşılık bayan çok kibar bir dil kullanıyordu ve o zamana kadar gördüǧüm en beyaz kadındı bu memure hanımımız. Türkiye’nin Batı İlleri’nden birinden olduǧu her haliyle belli oluyordu.
Ben ilkkez bir daireye girmenin tedirginliǧini yaşarken “şey, bana kimlik lazımmış, öǧretmenim söyledi, diplomamı alacaǧım, ortaokula kayıt olacaǧım”. diyerek söze başladıǧımda; memurların sabahın bu erken saatlerinde binayı dolduracak kadar kahkahalar atarak gülmeleri beni mahcup ettiǧi gibi, yerden yerede vurmuştu. Ve bende yaşadıǧım bu şokun etkisiyle olsa gerek belli bir süre konuşmadan yüzlerim kızarmış bir vaziyette öylece donakalmıştım orada... Bu alaylı gülüşme fasılı böyle devam ederken başka kravatlı biraz da karnı büyük olan birdenbire odaya girdiǧinde bana bir kaç saniye içinde kendileri buz kesilerek gülmelerinden bir eser dahi kalmadı. Hemen kendilerini toparlayarak işgüzar bir tavıra bürünmeleri bana yeni öǧrenmeǧe başladıǧım hayatı nasıl anlayacaǧımı anlamadan bir şamar gibi yüzüme indirmişti. Bu takım elbiseli, kravatlı düzgün giyinmiş adam: bu kimin nesi! Ne istiyor, bu çocuk?” diye çıkışınca, bayan memure “..... bey, hemen bakıyoruz, şimdi ilgileneceǧim” diyerek adamın bir kaç deste kimlik kolisiyle odadan çıkmasıyla yanıma gelmesi bir an bile sürmedi. Buz gibi donmuş, ama cesaretli duruşumdan anlamış olan bu memure “senin kimlik çıkarman için babanın veya annenin seninle birlikte buraya gelmesi gerek, yoksa sen kimlik çıkaramazsın, henüz reşit deǧilsin” diyerek gitmemi söyledi. Ben hemen, “ama babam köyde şimdi buraya gelemez, gelince size uǧrasın, siz kimliǧi bir verin, ben yakında orta okula kayıt olacaǧım diyerek” telkinde bulununca bu kez bu hanımefendi memeure kadın, daha sempatik bir şekilde gülümseyerek, öteki memura dönüp bir daha gülümsedi ve “olmaz, bunu yapamam, mutlaka ebeviyenlerinden birisi buraya gelmeli” diyerek gitmemei söyledi. Ben hiç oralı bile olmadan bir süre daha bekledim, bu arada başka insanlarda nüfusdaki işlerini yapmak için birer ikişer bu küçük müdürlük binasını doldurmaǧa başladılar. Ben biraz daha kapının önünde bekleyip çaresizce ne yapacaǧımı düşnürken, memure hanım “hala sen gitmedin mi?” diyerek bir kez daha telkinde bulundu. Bende “ben buradan kimliǧimi almadan dışarı çıkmam” diyerek diretmeǧe devam ettim. Zaman kuşluk vaktini çoktan geçmiş öǧlen olmuştu. Ve ben hala bekliyordum. Bu kez erkek memur yanıma gelerek “ne istersin lov” diyerek bana ilk İnglizce kelimeyide öǧretmiş oluyordu. Ben yine “kimliǧimi” diyerek bastırınca, o da “hay senin kimliginin içine ....im” deyince, afalladım, ama hemen “ben de seni Atatürk’e şikayet ederim” dediǧimde içinden kimbilir hangi küfürleri sallamıştır anama ve bacıma, bilmem ama kesin olarak çocuksu hislerimle bana küfür ettiǧini hemen anlamıştım.
Arkasından bu ö... kılıklı memur; “hemen aşagıya git, karşı manavda oturan muhalle muhtarından bir ikamet belgesi al ve gel” deyince sevinçle merdivenlerden koşarak, manav demek için kırk yeminli şahidin bile yetmeyeceǧi şehirin Araban Yolu üzerinde bulunan bu dükkana girdim. Bir kaç kasada artık meyve ve sebze denmeyecek duruma gelmiş bayat artıklar bizim karasinek dediǧimiz sineklerin şiddetli tecavüzlerine uǧruyorlardı. İnsanın böyle bir yerin yanından bile geçesi gelmiyordu. Birinin gelişinden bile irkilen sinekler öbekler halinde bir iki saniyeliǧine havalanıp uǧuldayarak tekrar meyva ve sebzelerin üzerine abanıyorlardı. Adam bana hiç bir şey sormadan, hemen döküntü bir masanın çekmecesini çekerek “yeǧenim hangi köydensin?” diye gayet kibar ve sakin bir şekilde bana sorusunu yönelti. Bende “B.... Köyü’ndenim amca, Ali’nin (lakabıyla) oǧluyum” deyince, “al bu kaǧıtları, babana selam söyle, (memur içinde) o it bunları doldursun, kimliǧini alınca yanıma gel, yemek yiyeceksin, sen uzun yürüdün bu sabah” diyerek beni uǧurladı. Ben buna öyle sevindimki; kendi kendime “herhalde babamın çok iyi arkadaşı olmalı” diyerek sadece caddenin öbür tarafından bulunan daireye gittiǧimde hemen hemen hiç kimse kalmamıştı. Adam kaǧıtları elimden kapmasıyla birlikte cet hızıyla kocaman eski bir kütük defterinin başına geçerek: “babayının adı nedir senin?” diye sadece bir soru sordu ve yarım saat içinde bütün iş tamamlandı ve bende resmi vatandaş olmanın sevincini o manav amcaya giderek kutladım. Bu aynı zamanda bir sevinç kaynaǧıda oldu benim için. Kimliǧi en az o gün bin defa döndürerek baktım ve son bakışımda doǧum tarihimin yanlış olduǧunu tesbit ederek üzülmeǧe başladım, hemen koşarak binaya girdiǧimde, kapı henüz kapanmamıştı. Bu çirkin suratsız adam “bu veled gene gelmiştır, bu kez ne istersin”? dediǧinde, hemen kimliǧimi uzatıp “beni 6 ya yaş küçük yazmışsın, bunu büyült” dediǧimde, adam kimliǧi elimden aldıǧı gibi fırlatarak belli belirsiz küfürleri savurmaǧa başladı. Hemen kadın memur kimliǧi yerden alarak yine bir odaya gidip o büyük kütük defterini getirip açarak yeni bir kimlik yazmaǧa başladı. Gayet sakin, kibar bir şekilde “şimdi muradına erdin al çocuǧum gitte okuluna kayıt ol, kolay gelsin” sözü beni hiçte rahatlatmadı. Bir günde ikinci yeni kimliǧime kavuşmuştum, ama köye yürüyerek dönmek işi gözümü korkutmaǧa başlatmıştı. Vakit çoktan ikindiye dönmüş günün sıcaklıǧı ve gölgeler huzurlu saatlerine hazırlanmışlardı...
Şehirin mezarlıǧına kadar yürüdüǧümde ayaklarımın sünger gibi sündüǧünü çöken yorgunlukla algılamaǧa başladıǧımda elimi yüzümü buradaki çesmede yıkayarak hemen kenarlardaki bir dut aǧacının gölgesine giderek sırtımı da aǧacın gövdesine dayadıǧımda nasıl kimliǧimi elimde tutarak uyuduǧumu hatırlamıyorum.
Hasan Hüseyin Arslan, 14.01 – 28.01.2009, Frankfurt am Main, Evde