PANOYA ASILAN YAPRAK
Dostlar ile bir arada bulunup, sohbet edip, hem-hâl olmanın hazzını çok az şeyde bulursunuz. Eğer arada “dünya” yoksa ve sadece karşılıklı sevgi, saygı ve muhabbet için bir aradaysanız; her geçen süre sizin ruhanî düşmanınız olacaktır. Öyle ya her fânî gibi bu beraberliğin de bir sonu olacak, gönülleri aynı yerde bırakarak ayrılacaksınız.
Geçenlerde bir dost ile “küllük” namıyla anılan ve artık öyle bilinen yerde, sohbet ediyorduk. Günlük konulardan tutun da hatıralara kadar her şeyi konuşuyorduk. Resmi tatil günü akşamı olduğundan, mekânınız çok kalabalık değildi. Biz hem konuşuyor hem önümüzdeki çaylarımızı yudumluyorduk. Bazen bir sessizlik oluyordu. Herkes elinde bulunan bir derginin veya kitabın sayfasını çevirirken, bazen de açılan kapıdan giren bir müşterinin selâmı ile kendimize geliyorduk. Ruhen huzur içindeydik...
Aradan ne kadar süre geçti bilmiyorum. Bir anda kendisi “kitap kurdu” diye bilinen ve ne zaman gelecek diye beklediğimiz can dostlarımızdan biri geldi. Biz içeride bulunan iki arkadaş çok sevinmiştik. Birazdan konuşmalara nükteler de dâhil olacak, arada bir derin mevzûlara girilecek, seçme şiirlerden mısralar terennüm edilip, kıssalar okunacak; hayatımıza, yani o an ki hayatımıza daha bir renk gelecekti. Müessese sahibi ne zaman mekânı terk ederse, biz de o zaman evlerimize gidecektik. Zaten orada çalışanlardan birisi dışarıda bulunan oturakları içeriye almaya başladı mı; biz biliriz ki, gitme vakti yaklaşmıştır. Yoksa gürültüsü yeri göğü inleten pencere kepenklerinin inmesiyle çıkan ses, bizim için kalk emrinin veriliş şekli olacaktı. Küllükte her şeyin kendine has bir hali vardı.
Kitap kurdu olarak bilinen ve aynı zamanda şair ve yazar olan bu dostumuz, içeri girip selâm verdikten sonra, âdetine muhâlif davranarak, “hadi gidiyoruz” demez mi? Biz, orada bulunan iki arkadaş, kısa bir bakışmadan sonra, önümüzde bulunan bardağa son bir defa daha buse kondurup hemen kalktık. Serin bir sonbahar gecesi kendimizi şehrin sokaklarında bulduk. Kısa süren sessizliğin ardından ben: “Nereye?” diye sorunca şair dostumuz: “ Şöyle bir dolaşalım” dedi ve yola revân olduk.
Vitrinlerden gelen ışık huzmeleri, sokakları loş bir hale getiriyordu. Biz sokaklarda konuşmadan yürüyorduk.Konuşmadan ve çok şey anlatarak.... Belki yüreklerimiz gibi adımlarımız da aynıydı. Biz bir hedefe yürüyorduk sessizce, kimsenin bilmediği... Ama yürüyorduk... Her kitapçı vitrinlerine daha bir farklı bakıyorduk. Sokaklar bitti ve kendimizi bir kitapçı dükkânında bulduk. Üç arkadaş ve kitaplarla dolu bir dükkân. Müessese sahibi çıkmak için hazırlık yapıyordu. Bir yandan lâtife olsun diye sorduğumuz sorulara lâtife yollu cevaplar veriyordu. Biz orada birçok kitabın sayfalarında kısa bir seyahat ettikten sonra, gönlümüzü bıraktığımız mekânımıza dönmek üzere dışarı çıktık. Bu sefer kitaplardan ayrılmanın hüznü vardı içimizde. Yine sükût ve söylenmeden anlatılan çok şey... Yürüyorduk...
...
Sükûnet şehrin ortasında bulunan ve kaç yıllık olduğunu bilmediğim çınar ağacının yanından geçerken son buldu. Çınar mevsim itibariyle yapraklarını dökmüş, o gün tatil olduğu içinde sokaklar temizlenmemişti. İyi ki temizlenmemiş. Dökülmüş çınar yaprakları, ağacı esir alan ve nefes almasına mani’ olacak kadar sıkboğaz ettiği betonların üstünü tamamen kaplamıştı. Biz köyde dökülen kuru yapraklara gazal ( gazel) derdik. Bahçede yürürken çıkardığı sesin verdiği huzuru başka bir yerde bulamazsınız. Ben, karanlık olmasına rağmen bu durumu görüntülemek için hazırlık yaparken, şair dostumuz yerdeki yapraklardan bir tanesini eline alarak incelemeye başladı. Ve kısa bir süre orayı terk ettik. Ve sokaklar... Yürüyorduk...
Az zaman sonra döndüğümüz yere geldik. Artık küllükte idik. Üç kişi ayakta dururken şair-yazar dostumuz elinde bulunan ve hâlâ atmadığı bir çınar yaprağını duvarda bulunan panoya asmak için iğne arıyordu. Panoda onca şiir, deneme, hatıra, kıssa arasında bir çınar yaprağı da olacaktı. Bu sırada ben, şair dostumuzun bu telaşlı haline bakarken, diğer dostum bana dönerek:
- Kim daha sanatçı ruhluymuş, gördün mü? Dedi.
Bir anlık şaşkınlık ve sükûnet. Ve sonra yerlerimize oturduk. Önümüze gelen taze demlenmiş çayları yudumlarken, yeni bir sohbet konusu daha başlamak üzereydi. Ben içimden “Kim daha sanatçı ruhluymuş” sorusunu sorduran gönlün inceliğini düşünürken; onlar iki dost sohbete koyulmuşlardı bile. Çaylarını yudumlayan iki dostun sohbet edişini büyük bir hazla dinlerken, gözlerim panoya asılı yaprağa bakıyor, sorulan soruya cevap bulmakta güçlük çekiyordum...
Kim daha sanatçı ruhluydu?
Sahi kim? Yaprağı asan mı, soruyu soran mı?
Sizce kim?
Artık yürümüyorduk...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.