- 4092 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BUNALIM
Islık çalarak esen şiddetli rüzgâr, gücünün uçurmaya yettiği şeyleri önüne katarak sürükleyip götürüyordu. Ağzına kadar dolu çöp kutularından savrulan renk renk kâğıt ve buruşturulmuş gazete parçaları, kumsaldan sürüklenen kum tanecikleri... havada dönüyor, yere düşüyor, sonra tekrar hızla havalanarak sürüklenip gidiyordular.
Aslında burada rüzgârsız geçen bir gün çok az olurdu. Burası Elbe Nehri´nin Kuzey Denizi´ne açılan yerinde yükselen bir tepecikti. Yer yer ince kumlu kesimleri olmasına rağmen, o sırada denize giren hemen hiç kimse yoktu. Oysa güneşli sıcak günlerde adım atılacak yer bulunmazdı. Buraya dinlenmeye gelenlerin çoğu kumlara uzanır, saatlerce güneşlenirdi. Hattâ kadınların büyük bir oranı, bikinilerinin üstlerini de çıkarırlardı.
O gün hava, alışılmışın dışında çok daha rüzgârlıydı. Buna rağmen sağda solda birkaç bez çadır ve rüzgâra karşı çekilmiş bezden setler vardı. Ellerindeki renk renk plastik kovalarla rüzgâra aldırmayan birkaç çocuk, kumlar arasından midye kabukları toplamakla meşguldu. Anneleri ve babaları da bez duvarın önünde oturmuş, onları seyrediyor; belki de iyice soyunup güneşlenme sefası yapamadıkları için iç çekiyor, yalnızca denizin iyotlu havasını solunum etmekle yetinmek zorunda kalıyorlardı.
Elbe kıyılarını izleyerek bir plajı andıran alana ve deniz fenerine doğru gezinen insanlar, ceketlerinin yakasını kaldırıyor, başı şapkalı olanlar ise elleriyle üstten bastırarak şapkalarının rüzgârla sevdalanıp gitmesini önlemeye çalışıyorlardı. Yaz mevsiminin -takvime göre- havasına kendini kaptırarak gezintiye çıkmış olan insanlar, ister istemez ellerini oğuşturuyor, yüzlerine vuran, gözlerine kaçan kumlardan korunmaya büyük bir çaba harcıyorlardı. Aslında gerçekten yaz mevsiminin içindeydiler. Temmuz ortalarında olmalarına rağmen, günü gününü tutmuyordu havaların. Bazen yakıcı ve bunaltıcı sıcaklar oluyor, bazen yağmur yağıyor, bazen de aynı bugünkü gibi hava açık ve güneşli olduğu halde rüzgârlı oluyordu. Ama bu rüzgârlı hava, daha çok bu kesimlerde kendini belli ediyordu; önü Kuzey Denizi´ne açıktı çünkü. Izinlerini güneşli güney ülkelerinde geçirmeyen Hamburg´un daha kuzeyindeki yerleşim yerlerinin insanları, genellikle buraya akın ediyorlardı. Bir piknik havası içinde günlerini geçiriyorlar; balık avlıyorlar, çok iyi yüzme bilenlerden çoğu ise hiç de temiz olmayan Elbe´ye ve gittikçe denizlikten çıkan suyu soğuk Kuzey Denizi´ne girmekten çekinmiyorlardı. Birkaç metre ötede de büyük bir rıhtım vardı. Özellikle deniz aşırı ülkelerden gelen ticaret gemilerinin yanaştığı önemli bir rıhtımdı bu.
Her yeri daha iyi görebilecek bir tepedeki bir kaya parçasının üstünde, dizlerini karnına çekmiş ve yüzünü yumruk yaptığı ellerine yaslamış bir şekilde oturan on altı yaşındaki Ümit ise, kendine vuran rüzgâra ve kum dalgalarına aldırmaksızın açıkları, gemileri seyrediyordu; ve bir lağıma benzettiği, şimdi çok uzaklarda kalan kendi köyünün pırıl pırıl, şırıl şırıl akan derecik ve ırmaklarına hiç benzemeyen, suyunun soğuk olduğunu duyduğu yukardaki denize pislik sürüklemekten başka hiçbir görevi ve özelliği olmayan bu nehrin çevresinde gezinmekten hoşlanan insanların zevkine şaşıyordu. Hoş, kendisi de başka bir yere gitmiyordu ya! Ama köyünün özlediği ırmakları yoktu bu çevrede. Içinden alabalık yakaladıkları o berrak sular neredeydi?..
Babasıyla onun bir arkadaşı konuşurken duyup öğrenmişti: Çekoslavakya ve Doğu Almanya´nın da pisliklerini sürükleyip geliyormuş Elbe. Daha sonra Batı Almanya´nın kuzey kesimindeki, nehire yakın olan ve olmasa da kanallar yoluyla akıtılan fabrikaların pislikleriyle iyice çekilmez bir duruma geliyormuş. Gerçi özellikle Batı Almanya´daki işyerlerinin çok modern ve tam kapasiteli süzme-temizleme tesisleri kurmalarına rağmen gene de temiz sayılmazdı Elbe; hele özellikle Kuzey Denizi. Yer yer kıyıya vuran martı, deniz aslanı... gibi Kuzey Denizi´nde yaşayan hayvanların ölüsüne rastlıyordu insan.
Özlemini dayanılmaz bir duyarlıkla tüm bedeninde taşıdığı köyünün dağlarına, derelerine ve hele hele tabiatın anadamarı olan hava, toprak ve bitkilerine hiçbir benzerlik yoktu burada.
Ümit, her şeye rağmen burasını benimsemişti. Doğal kokusu olmasa da nehrin ve denizin kokusuyla akciğerini doldurmak ve hele vapurları seyretmek en büyük zevkleriydi; daha doğrusu burada öyle olmuştu. Yerinde sonsuz bir boşluk duyduğu arkadaşlık duygularını buralara bağlamış, içine düştüğü yalnızlığından kendini avutmayı buralarda bulmuştu.
Köyünden ayrılalı beri yalnızlıkla dolu günleri geçmek bilmiyor; yaşamaktan bezercesine bunalıyor, sıkılıyordu. Oysa anne ve babası tarafından Almanya´ya götürülürken, "Avrupa´ya gidiyorum!" diye sevincinden adeta uçmuştu. Fakat hayallediği dünyayı bulamamıştı burada. Yalnız, yapayalnız kalmıştı. En büyük derdi de dil sorunuydu. Kimseyle konuşamıyor, anlaşamıyor, kaynaşamıyordu. Bir Alman´a bir şey anlatmak isteyip de anlatamadığı zaman içi eziliyor, yüzü kızarıyor, alay edilmişcesine mahçupluk duyarak hüzünleniyordu.
Fakat sulara bakarken içinin sıkıntısı dağılıyor, hayal dünyası genişleyerek bambaşka bir insan oluyordu Ümit. Kendisinin içine sığabileceği bir dev ceviz kabuğuna girerek Kuzey Denizi´ne ve oradan Atlantik Okyanusu´na açılmayı, Cebelitarık´tan geçerek suyu sıcacık Akdeniz´e ve daha sonra Türkiye kıyılarına varmayı düşlüyordu bir binbir gece masalı serüveni gibi. Daha çok da denizcileri ve kaptanları seviyordu. Çünkü onlar, kurduğu serüveni gerçekleştirebilecek güçteydiler. Dünyanın her yerine gitme imkânları vardı. Ah, kendisi de bir kaptan olabilse büyüyünce!..
Annesi bir balık konserve fabrikasında ve babası da bir kimya fabrikasında işçi olarak çalışıyorlardı. Fabrikadan sonra da bir sigorta binasının temizlik işleriyle uğraşınca, ancak yatmadan yatmaya evde bulunuyorlardı.
Ümit ise kendisini buraya, yanlarına getiren anne ve babasına içinden kızıyor; Türkiye´de yaşamakta olan babaannesinin yanına, canı gibi sevdiği köylerine geri dönebilmenin özlemini ve hasretini çekiyordu. Alman yaşıtlarıyla dil sorunu yüzünden bir türlü kaynaşamamış, birbirlerine ısınamamışlardı. Zorunlu olarak okula gitse de ne okuduğunu, ne öğrendiğini tam bilemiyordu. Köyündeki okulunda en çalışkan bir öğrenciyken, burada en tembel ve belki de bir geri zekâlı yerine konulması onurunu kırıyordu. Bir türlü dil öğrenememesi, isteğini istediği şekilde anlatamaması, karşısındakilerin -konuşmasından dolayı- kendisiyle alay edercesine gülüşmeleri, birtakım aşağılık kompleksleri yaratıyordu ruhunda Ümit´in.
Daha çocuk yaşında sırf sinir kesilmişti. Ümit... Adı gibi değildi içindeki duyguları. Zaman zaman neden yaşadığını sorduğu oluyordu kendine. Çocuk aklıyla, gözlerinde yaşlar tomurcuklanarak düşünüyordu da: Bir yarım insan olarak nitelendiriyordu kendini ve kendi gibi olan gurbetçileri. Düşüncelerine göre: Daima yarım insan olarak kalacaktı gurbetçiler. Ne üzerinde yaşadıkları yabancı ülkeye, ne de kendi öz ülkelerine alışamayıp, kırılmaya hazır bir cisme benzeyeceklerdi. Kendisi gibi gurbetçi edilmiş yüzbinlerce genç vardı Avrupa ülkelerinde. Muhacir olmuş, iki dağın arasında şaşırıp kalmıştı bunların çoğu.
Içine gömüldüğü yalnızlığı, özlem ve hasretleri bir yana; bazı kendini bilmez egoist Almanlar tarafından acınmak, küçümsenmek kahrediyordu Ümit´i. Nedense hep kültürsüz, bilgisiz, duygusuz olarak görüyorlardı yabancıları. Karamsarlıkla dolu düşünceleri bir zincir gibi birbirine ekleniyor ve bu birbirine eklenen her halka, Ümit´i biraz daha içten yıkıyordu.
Büyük bir geminin düdük sesiyle irkilen Ümit, bakışlarının pul pul daldığı yerden koptu. Köyü, köyündeki arkadaşları, babaannesi ve kendisini özlediği yere kavuşturacak denizcili hayalleri bir anda gözlerinin önünden silinmiş; Elbe ve Kuzey Denizi´yle karşı karşıya kalakalmıştı. Saatlerdir dizleri üstüne bükük oturmaktan beli ağrımıştı. Ayağa kalkarak geriye doğru yaylandı. Sonra çevresine bir göz gezdirip aşağıya, nehrin kıyısına indi. Insanlar sahil ve rıhtım boyunca geziniyorlardı. Ümit, bir elektrik direğine sarma kilitle bağladığı bisikletine atlayarak pedallara bastı.
Eve vardığında, gene her zamanki gibi bomboş buldu evi. Dolan gözleriyle kuru eşyalara baktı. Bunları bir Alman´dan edinmişlerdi. Komşularından olan Alman evine yeni mobilya alınca, onun eskilerini de babası hemen çok ucuz bir fiyatla düşürmüştü. Işte bu yüzden bazı Almanlar, hep eski ve kullanılmış eşya kullanıyor sanıyorlardı Türkleri. Oysa göçebe hayatı yaşayan bu bağrı hasretle yanık insanların gayelerini bilmiyorlardı ki... Bir gün geriye, anavatanlarına dönecekleri ümidiyle gurbetteki yaşantısına pek önem vermiyordu gurbetçiler. Daha doğrusu Ümit´in tanıdığı gurbetçiler... Kendi öz annesi ve öz babası bile burada bol para kazanıp biriktirmeyi, sonra ülkesinde rahat bir yaşam sürmeyi düşünüyorlardı. Sanki hiç ölmeyecekler miydi? Almanların eskilerine bürünüp de aşağılanmak istemiyordu Ümit. Sözde onlar bu dünyadan göçüp gidince, tüm yatırımları biricik çocukları Ümit´e kalacakmış; bunca çabalar, uğraşlar hep onun içinmiş... Hiçbir şeyde gözü yoktu Ümit´in. Bütün bunlara karşı hiçbir ilgi duymuyordu; ve dünyalık bu materyallerden daha önemli şeylerin varolduğunu düşünüyordu. Insan olan insana en önemli unsurun `arkadaş` ve `konuşmak` olduğuna tüm yüreğiyle inanıyor; bu inanç, tüm benliğini bir humma gibi sarıyordu. Konuşmaya, dertleşmeye öyle bir ihtiyaç duyuyordu ki... Ama zamanla susmaya; suskun, içine kapanık biri olmaya başlamıştı. Oysa şirin köyündeyken arkadaşları arasında en çok konuşan, hiç susmak bilmeyen biriydi. Kendini bir yarım insan olarak nitelendirişi, her bakışın altında ezilişi; kısacası: her karamsar düşüncesi kahrediyordu onu.
Bazen öyle saçmalaşıyordu ki düşünceleri, adını bile neden, ne maksatla `Ümit` koydukları konusunda kendi düşünceleriyle kendisi anlaşamıyordu. Oysa ümitsizlikler girdabında çırpınan, anadili ile Alman dili ve gelenekleri arasında bocalayıp duran bir yarım insandı düşüncesine göre. Insan içine çıkmak sıkar olmuştu onu. Annesi bile bazen, "Insan azmanı gibi bir şey olup gidiyorsun." derken belki haklıydı; ama, ya kendini kim haklı bulacaktı? Kim kendi karamsarlıkla dolu yaşantısına hak verecekti? Içinde dinmeyen bir fırtına var gibiydi. Depreşen binbir huzursuzluğun içindeydi. Hele son günler kendinde büyük bir bedbinlik, bitkinlik duyuyordu. Eğer yasalara göre okula gitme zorunluluğu olmasa, okula bile gitmeyecekti. En çok bildiği bir dersi dil yetersizliği yüzünden anlatamaması, sınıf arkadaşlarının yüzünde beliren alaycı gülümsemeler... yüreğini delik deşik ediyordu.
Bütün bunlar hayata küstürüyordu Ümit´i. En sessiz yerleri seçişi, tek başına gezip tozması... belki hayata küskünlüğünün bir kanıtı, belki de bir mutlu yanını aramasıydı.
Rıhtıma yanaşan gemileri düşünüyordu sık sık. Bir yarım ceviz kabuğunun bir çeşit büyütülmüşü olarak gördüğü gemilerin çok derin sulara açılışını ve çeşitli ülkelere varışını hayalinden silemiyordu. Bu gemilerden birine atlayıp, kaderinin götürdüğü bir yere kadar gitmeyi öyle istiyordu ki... Ama annesini gözlerinin önüne getirince bu düşüncesinden vazgeçiyordu. Yufka yürekli, melek gibi bir kadındı annesi. Böyle bir çılgınlığa kapılacak olursa, ardından çok üzüleceğini iyi biliyordu. Her şeye rağmen, kendiyle fazla ilgilenmemelerine çok üzülüyor, çok içerliyordu. Madem ilgilenmeyecek ve kendi başına hapis gibi yalnız bırakacaklarsa neden getirmişlerdi köyünden, babaannesinin yanından? Orada öyle mutluydu ki... Türkiye´ye gidecek bir gemi görse, hemen atlayacaktı içine. Kimbilir, belki o gemideki denizciler de Türk ya da Türkçe konuşan kişiler olurlardı. Izmir´e ya da Mersin´e varsınlar yeterdi. Ondan sonrasını kendisi bulurdu. Bindiği gemi bir talihsiz ihtimâlle Türkiye´ye değil de başka bir ülkeye gitse bile pek bir şey farketmezdi. Büyük bir kıta, hattâ küçük bir ada da olabilirdi bu. Ölüme kadar yolu vardı. Kendi yüreğindeki tutsaklığından böyle düşünse de; ille de Türkiye´m, ille de köyüm diyordu.
Ümit hep düşünmekte, hep bu tür planlar yapmakta ve olmayacak hayaller kurmaktaydı. Neden bir geri zekâlı yerine konulsundu? Neden herkesin maskarası, aşağılık biri olsundu? Neyi eksikti? Tek suçu yabancı olması, anne ve babası tarafından gurbetçi edilmesi miydi? Kendi kendine sorduğu burgulu sorularla günlerini geçiriyor; geçen günlerle birlikte kendi kendini yiyip bitiriyordu.
O gün gene sahile, Elbe Nehri´nin Kuzey Denizi´ne karıştığı yere geldiğinde çok kararlıydı. Üzeri kaymak gibi bembeyaz köpük bağlamış denize, gemilere, martılara, sonra da gökyüzüne baktı uzun uzun. Elleri pantolonunun ceplerindeydi; ve her zaman yaptığı gibi bisikletini kilitlememişti. Pis bir griden oluşan gökyüzünü kuşatan bulutlara bakılırsa, çok geçmeden bir sağanak geleceğe benziyordu. Gene de çevrede sahil boyunca gezinen insanlar vardı. Bunların çoğu köpek gezdiriyordu. Her yer köpek pisliği doluydu.
Ta ilerde, rıhtımdaki büyük bir gemiye fıçılar yükleniyordu. Kimseye görünmeden fıçıların arasına saklanmak ve sessizce okyanusa açılmak düşüncesi, saniyelerce balyoz gibi vurdu durdu beynine Ümit´in. Sonra sahil yoluna ve deniz fenerine çevirdi bakışlarını. Uzaklara, evlerinin bulunduğu tarafa baktı. Bir daha dönmeyecekti oraya.
Yüzündeki ıslak çizgiler ve bağrındaki dinmeyen huzursuzlukla aşağıdaki yola indi. Rüzgâr tozu dumana katıyor, kumları savuruyordu. Gökyüzü de gittikçe bulutlarla kararıyordu. Denizin ta ötesinden bu taraflara doğru yığın yığın yeni bulutlar ekleniyordu.
Kararlı adımlarla dalgakırana doğru yürüdü Ümit. Artık hiçbir şey düşünmüyor, beyni uyuşmuşcasına ve tüm duyguları körelmişcesine hissizce yürüyordu. Günlerce düşünmüş, artık kararını vermişti. Böyle yaşamanın kendisi için hiçbir anlamı kalmamıştı. Hapis gibi geçirdiği günlerini devam ettirmeye tahammülü ve sabrı kalmamıştı.
Rüzgâr dalgakıranın üstünde daha şiddetli esiyordu. Ümit adımlarını güçlükle atıyordu. Bu denli güçsüz oluşu belki rüzgârın şiddetinden, belki de çaresizliğindendi. Beton sete çarpan dalgalar, yağmur gibi üzerine dökülüyordu. Setin en ucuna varınca, rüzgârın şiddetiyle düşmemek için bütün gücünü ayak kaslarına verdi. Buna rağmen rüzgâr şiddetle sarsıyor, ölümün korkunç nefesi gibi kulaklarında uğulduyordu.
Ümit hep uzaklara, çok uzaklara; denizle gökyüzünün birleştiği noktaya bakıyordu. Içinden bir şeyler kükreyip geliyordu. Başını kaldırıp tam üstündeki gökyüzüne, griden karaya dönmekte olan bulutlara baktı sonra. Sete çarpan dalgaların etkisiyle sırılsıklam olmuştu. Gözlerinden taşan çaresizlik yaşları da bu ıslaklıklar arasına karışıyordu. Işte tam o sırada gözlerini kapaması ve kendini kudurgun dalgaların kucağına vermesi çok bir zaman almamıştı bile. Bu görünen son hareketiydi Ümit´in. Dalgalar hemen kucaklamıştı onu; oysa ona hiç kimse böyle dostlukla kucak açmamıştı. Yüzme bilmezdi Ümit; ama denizi öyle çok severdi ki...
Hava üstüste gürledi, ardından bir şimşek çaktı. Ortalık sanki bir anda geceye dönmüştü. Yeni bir şimşek çakışıyla her taraf parlak bir ışığa kesti, ardından gene gece karanlığına büründü. Sanki gök delinmişcesine, kovayla dökülürcesine bir yağmur başlamıştı. Sahil boyunca köpek gezdiren insanlar, ıslanmamak için kaçışıyorlardı.
A. Erol Göksu
www.goksu.de
Fakir Baykurt’un seçici kurul başkanlığındaki öykü yarışmasında birinciliğe lâyık görülmüştür. Almanya’nın Bonn kentinde çıkarılan ’Anadolu’ ve Köln kentinde çıkarılan ’Arkadaş’ gazetesinde yayınlanmıştır. Bu dalda tek olan ’Dost Kazığı’ adlı hikaye kitabımda yer almaktadır.